Osmanlı Hanedanı içinde yetişen ve divânı olan tek kadın şair Âdile Sultan'ın şiirine ve yaşamına dair bir yazı.
Toplumdaki okuma-yazma becerisinin saray ve çevresindeki yüksek hiyerarşideki haneler, saray ve söz konusu hanelerdeki okuma-yazmaya/bilgiye erişebilme ayrıcalığının da erkeklerde toplandığı 19. yy Osmanlı sosyal hayatında, Avrupa kıta ülkeleri ve İngiltere’ye kıyasla, Osmanlı kadınlarının mektup ve günlük gibi türleri bile oldukça kısıtlı biçimde kullandığını söyleyebiliriz. Kullanılan mektup ve günlük türlerinin ise yayımlanmış hallerine (kitap halinde yayımlanmış bir ya da iki günlük formunda metnin dışında) niçin rastlayamadığımız sorusunu buraya bırakmak isterim.
İç Dökme Aracı Olarak Divân Şiiri
Saray kadınlarının yazdıkları, “iç dökme” aracı olarak görülen mektup türünde, kadınların iç dünyasını yansıtan izler bulmaksa oldukça zordur zira padişaha yazılan hasret ve aşk mektupları haricinde (örn. Hürrem Sultan’ın Kanuni Sultan Süleyman’a yazdığı mektuplar), çeşitli makamlara ya da devlet işlerine dair kaleme alınan mektuplarda yazanın bireysel dünyasına ait izlere neredeyse rastlamayız (yine yayımlanmış malzeme üzerinden bu tespiti yaptığımı belirtirim). Böyle bir yazın evreninde kadının en erişebilir olduğu aracın şiir olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyorum. Fakat yine de, divân şiirinin hayal dünyası ve biçemleri dâhilinde, hareket kabiliyeti sınırlı olan kadın, şiiri hangi ölçüde “iç dökme” aracı olarak kullanabilir? Duygularını yansıtmada ne kadar cesur olabilir?
Âdile Sultan’ın divânında yer alan bir kısım şiire baktığımızda onun, divân şiirini kimi zaman bir “günlük” gibi hem kendi tarihine hem de yazılı tarihe dair duygularının/yaşadığı olayların kaydını tutmak için, kimi zamansa salt bir “iç dökme”ye vesile olacak dizeler yazdığını düşündüğümüzde, yukarıda bahsettiğim kapalı ve dar değerlendirmelerin dışına çıkabilir ve bir saray kadının yazınına farklı açımlamalar getirebiliriz.
Tahassürnâme kısmında, annesinden bahsettiği bölümlere bakmakla işe koyulmak iyi fikir olabilir: “Validem sevgili canım Zernigâr/Hüsn ü ahlâkı güzel takvâ-şi’ar/Gitdi dünyadan beni koydu yetim/Meskenin ya Rabbi kıl darü’n-na’im” (s.265)
Belki annesinin simasını bile hatırlamayacak bir yaşta onu yitiren Âdile Sultan, annesini güzel ahlaklı, günahsız görmekle beraber alttan alta da ölümüne sitem etmekte, Allah’tan onun mekânını cennet kılmasını dilemektedir. Annesini yitirdikten sonra halası Esma Sultan ve cariye Nevfidan Kadın tarafından büyütülen Âdile Sultan’ın anne özlemini kaybetmediği aşikârdır. İftiraknâme kısmında ise babası II. Mahmut’a yazdığı dizelerle karşılaşırız: “Öyle me’yûsum ki mislim görmemişdir bu cihân/Vâlidem cânım idi hem vâlidim Mâhmud Hân/Kaldım onlardan sabiyy-i nâtuvan iken yetim/Açdı kalb ü sineme firkatleri zahm-ı a’zim” (s.268)
Babası öldüğünde sadece on üç yaşında olan Âdile Sultan, ona hem analık hem babalık ettiğini söyleyen padişahın ardından şartları elverdiğince yeisini “dünyada benden kederlisi yoktur” diyerek ifade etmeye çabalar. Art arda anne ve babasını “zayıf, korunmasız bir çocuk iken kaybettiğini”, bu kayıpların gönlünde iri iri yaralar açtığını söylerken, yalnız bir çocuk olarak büyümesinin ruhunda bıraktığı etkileri, her ne kadar isyankâr bir tonda olmasa da, tıpkı günlük tutar gibi kaydetmiştir.
Âdile Sultan, dünyaya çevresindekilerin bir bir ölümünü izlemeye gelmiş bir kadındır sanki. Kız kardeşi Sâliha Sultan’ı da genç yaşta kaybedince, ardından “İftirâka uğradı pek çekdi gâm/yaralanmış bağrını deldi sitem” gibi sade dizelerle kederini not düşer. Bir başka kaybı da Mihrimâh Sultan’dır. Yine zamansız ve genç bir ölüm, yine tahassürnâme bölümünde onun iç dünyasını şöyle kaydetmesine yol açar: “Diyerek hayfâ kerimem Mihrimâh/Dahi yaşın yirmi sekiz iken âh” (s.259-61)
Bir diğer kız kardeşi Atiyye Sultan’ın on altı yaşındayken, otuz dokuzundaki Fethi Paşa ile evlendirildiğini ama şadkam yani sevinçli, mutlu olamadığını, Âdile Sultan’ın günlük sayfası gibi işlediği şiirinden öğreniriz: “Fethi Paşa’ya ‘inâyet eyledi/Haklarında lutf-ü himmet eyledi/Zevci ile olmamışdı şâd-kâm/Bulamadı zevk-ı dünyâyı tamâm. (s.263)
Erkek kardeşi Sultan Abdülmecid’in çok küçük yaşta ölen çocuklarına üzülürken “Gülşen-i dünyaya açılmışdı bunlar gül gibi/Oldular amma hazân-ı mevtile mahv ü hebâ (s.268)” dizelerini yazan Sultan, anne ve babasının bıraktığı boşluğu dolduran ve ona destgir yani yardımcı olan erkek kardeşi Abdülmecid’in ölümüne dair şu dizeleri kaydeder: “Hazret-i ‘Abdül’lmecid Hân eyledi ‘azm-i bekâ/Çün bana olmuş idi hem şâh ü hem yâr u naşir/Hem birâder hem peder hem vâlide hem destgir” (s.268)
Âdile Sultan’ın Mehmet Ali Paşa ile izdivacından memnun olduğu söylenirken, birtakım kaynaklarda da paşanın çapkınlıkları ve sultanın bu çapkınlıkların farkında olduğu gibi sağlam kaynaklara dayanmayan dedikodu mahiyetinde bilgiler yer almaktadır. Bu evliliğin iç yüzünü bilemeyiz fakat Âdile Sultan’ın eşi için yazdığı dizelerden birkaçına göz atarsak, o dönemin sosyal hayatı içerisinde evliliğinden memnun olduğunu söylememiz mümkün olur. Örneğin: “Öyle bir yâr için ‘Âdile ağlar elbet/Bir Muhammed ‘Ali Paşa idi ol dünyada (s.252)”.
Kocasından sonra, izdivacını gerçekleştirdikten dört sene sonra ölen sağ kalmış tek kızı Hayriye Sultan için yazdığı şiirlerse hem bir anne hem de bir kadın olarak onun iç dünyasını şeffaflık ve sadelikle okumamızı sağlayabilir: “Gitdi Hayriyem kerimem derdi geçdi câna âh” (s.268-69)
Bütün bu şiirlerden ayrı olarak Âdile Sultan’ın Sultan Abdülaziz’in ölümüne dair kaleme aldığı şiir ayrıca önemlidir zira padişahın ölümü hep tartışma konusu olmuştur. Abdülaziz’in askerî bir darbeyle tahttan indirilmesi, dört gün sonra “intihar etti-öldürüldü” ikileminde kalan gizemli ölümü, Osmanoğulları tarihinin son gizemli vakasıdır. Bu ölümle ilgili yazılan birçok ağıt ve destandan biri şöyledir: “Beni tahttan indirdiler/ üç çifteye bindirdiler / uyan Sultan Aziz uyan/ Kan ağlıyor şimdi cihân!”.[1] Bahattin Öztuncay'ın hazırladığı ve Aygaz tarafından yayımlanan Hatıra-i Uhuvvet: Portre Fotoğraflarının Cazibesi 1846-1950 adlı kitapta ilk kez görülen bir resimde Abdülaziz'in tahttan indirildikten sonra ve ölmeden önce çekilmiş son fotoğrafı yer almaktadır. Bu resimde saray hizmetçileri laubali bir şekilde padişaha dirsek dayamış, padişah ise eski bir üst baş ve etrafa öfkeyle bakan gözlerle görülmektedir.[2]
İşte Âdile Sultan, şiirini bu şüpheli ölümü anlatmak için kullanır ve Abdülaziz’in intihar etmediğini, bilakis cellatlar tarafından öldürüldüğünü iftiraknâmesinin 13. kasidesinden itibaren söyler: “İşte bu pür-yara sinem gördü bir yara dahi7Uğradı ya’ni cefâ-yı çarh-ı gaddâra dahi/Kardaşım ‘Abdü’laziz Hân Padişâh-ı ‘aşr iken/ (…) Nâ-gehan bir hâl oldu mahşer-i dünya gibi/Düşdü al kanlar içinde goncây-ı hamrâ gibi (s. 269-70)
Bu dizelerden ayrı olarak, divânında bir bölüm olarak kaleme aldığı “Mersiyye Der Hakkı Cennet-Mekân Sultan Abdülaziz Han” mersiyesinde Sultan’ın katledilişini ve etrafındakilerin ondan ‘yüz çevirdiklerini’ anlatır: “Hulûs ile öpenler pâyini yüz döndürüp nagâh/Meded-kâr olmadı hiç kimseler ahvâline eyvah/Cihân matem tutup kan ağlasın ‘Abdülaziz Hân’a/Meded Allah mübârek cismi ki boyandı al kana”. Âdile Sultan’ın şiiri elbette Abdülaziz’in ölümünü aydınlatmak için kullanılabilecek objektif bir belge değildir; fakat yukarıda da bahsettiğim gibi tarihsel bir olayın “saray içinde” kaydının tutulması, “günlüğe not düşülmesi” bakımından önemlidir.
Saray İçinde Divânı Olan Tek Kadın Şair
Peki kimdir bu saraylı kadın?
Âdile Sultan, Osmanlı Padişahlarının otuzuncusu olan 2II. Mahmut’un kızı olarak 29 Mayıs 1826’da (Islahat Devri’nde) Topkapı Sarayı Harem Dairesinde doğmuş ve 12 Şubat 1899’da ölmüştür. İsmini babası II. Mahmut kendi mahlası olan ÂAdil’den esinlenerek Âdile koymuştur. Annesi Zernigâr Kadın o çok küçükken vefat etmiştir. Tanzimat devrini yaşamış ve Meşrutiyet devrinin önemli safhalarından bir kısmını görmüştür. Sultan Abdülmecid ile Sultan Abdülaziz’in kız kardeşi ve V. Murat, II. Abdülhamit, V. Mehmet Reşat ve VI. Mehmet Vahdettin’in halası olan Âdile Sultan, Arapça, Farsça, edebiyat, hesap, tarih, coğrafya, müzik ve hat dersleri almıştır. Yazı hocası devrin tanınmış hattatlarından Ebubekir Mümtaz Efendi olmuştur. Ayrıca İslam Kültürü ve Kuran-ı Kerim’i doğru öğrenme hususunda kuvvetli bir dini eğitim almıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın divânı olan Divân-ı Muhibbi’yi ilk kez bastırarak daha fazla kişiye ulaşmasını sağlamıştır.
Mehmet Süreyya’nın Sicill-i Osmâni’de aktardığı üzere Âdile Sultan “pek güzel yüzlü, nârin, orta boylu, kumral ve ela gözlü, nurani, asaletini gösteren hâl, hareket ve terbiyeye sahip bir Sultan[3]”dır. Âdile Sultan’ın sarayının imamı ve hocası Hacı Nasuh Efendi’nin oğlu Muhtar Nasuhi Bey’in hatıratında yer alan ifadeler, Âdile Sultan’ın toplumsal cinsiyet açısından nasıl bir yerde durduğunu görmek açısından faydalı olabilir[4]:
“Âdile Sultan, ağabeyi Abdülmecid’den sonra, Hânedan-ı Âl-i Osman’ın en yaşlı ve kıdemlisi olması sebebiyle, erkek olsa idi, saltanat ve hilâfet makamında bulunacak bir Sultanefendiydi. Babasının asabiyet ve celâdet hisleri kendisine intikal etmiş olan Sultan’ın sarayındaki hayat tarzı ve idaresi de, padişah sarayındaki ile hemen hemen aynı idi.
Âdile Sultan’ın sahip olduğu Dâvudî ses, gazaplı zamanlarında tüyleri ürpertecek derecede tesirli bir hal alırdı.[5]”
Âdile Sultan, Osmanlı Hanedanı içinde yetişen ve divânı olan tek kadın şairdir.
Osmanlı Hanedanı’nda padişah kızlarının çok küçük yaşta, hatta beşikteyken kendilerinden yaşça büyük devlet adamları ile evlendirildikleri göz önünde bulundurulursa, II. Mahmut’un kızları oldukça geç yaşlarda evlenmiştir. Kız kardeşi Mihrimâh Sultan 24’ünde evlenirken, Âdile Sultan 21 yaşında Mehmet Ali Paşa ile izdivacını gerçekleştirmiş ve aktarılan sözlü tarih kaynaklarına göre kısmen sorunlu bir evlilik yaşamıştır.
Âdile Sultan’ın yaşamının 1868’e kadar olan döneminde İstanbul kadınlarının dışarıya açılmalarında etkili olduğu görülür; sık sık araba ile şehir gezilerine çıkar, gittiği temaşa ve mesire yerlerine yakınındaki kadınları ve kızları da götürür. Bu, I. Abdülmecid’in Osmanlı sosyal hayatına getirmeye çalıştığı çağdaşlaşma hareketine kadın eliyle gelen önemli bir destek sayılabilir. Ayrıca Ramazan ayında sarayında düzenlediği davetlere, devlet ileri gelenleri ile yabancı elçilerin eşleri ve kızlarını çağırması, bunlar için aynı salonda paravan ayrılmış bir bölümde sofralar donatması kadınların sosyal hayata katılması açısından önemli bir adım olarak görünebilir; bunun yanında onun sarayının dönemin müzisyenlerine, edebiyatçılarına ve siyasetçilerin de açık olduğu söylenmektedir. Alaturka saz heyetleri ile alafranga orkestra konserlerine özellikle kadın davetliler katılırken, Sultan'ın yetenekli gençlerin yetiştirilmesine katkıda bulunduğu, sazende ve hanendelerin eğitimine özen gösterdiği belirtilmektedir.
T.C. Kültür Bakanlığı, Çamlıca Kültür ve Yardım Vakfı’yla Türkiye İlmi İçtimai Hizmetler Vakıfları’’nın hazırladıkları Âdile Sultan’la ilgili kaynaklarda, onun kocasının ölümüne kadar Tanzimat döneminin en renkli hayatlarından birini yaşadığı, eşinin kaybı ve ardından dört çocuğundan sağ kalan tek kızının da vefatı ile kendini eğlence ve gezilerden çekip ve ilgisini ihtiyaç sahiplerine yardım etme ve tasavvufa yönelttiği ve Nakşibendî tarikatına katıldığı söylenir. İhtiyaç sahiplerine ömrü boyunca yardım eden Sultan’ın, tasavvufa yöneldiği ve Şeyh Ali’nin tarikatına girerek Nakşibendî olduğunu kaynakçada yer alan diğer kaynaklardan doğrulayabiliyorum. Fakat yine kaynakçada yer alan hatıratlara göre eğlenceye ve temaşaya pek düşkün olan Âdile Sultan’ın kocasını ve kızını da kaybettikten sonra bir süre yas tuttuğu fakat her insanın doğal olarak hayata tutunmaya çalışacağı gibi kır gezilerinde, saray eğlencelerinde, konserlerde avuntu bulmaya çalıştığı, yani hemen kendini dış dünyaya kapatmadığı görülmektedir. İyice dindarâne yaşamaya meyletmesinin ömrünün son birkaç yılına denk gelmesi ihtimalini güçlü buluyorum.
Âdile Sultan’a dair en sahih, ayrıntılı ve canlı anıya Leyla Saz Hanımefendi’nin kaleme aldığı Haremin İçyüzü adlı kitapta rastlıyoruz.
“Âdile Sultan, deniz cihetinde (Kuruçeşme Sarayı’ndan bahsediyor) açık renkli ipekli bir kumaşla döşenmiş büyük bir odada kanepede, kerimeleri Hayriye Hanım Sultan’ın yanında oturuyorlardı. Validem tazimkâr bir temenna ile ilerleyip o vaktin âdeti üzere yer öptü. Arkasından ben ve hemşirem de aynı hürmet vazifesini yaptık, çekildik, durduk. Sultanefendi’nin müsaade ve emriyle yuvarlak birer kişilik kadife yer şiltelerine oturduk. Hatır sordu ve iltifat etti. O şereften hemşirem de hissedar oldu. Sultanefendi’nin, kerimesine: “Küçük hanımla bahçede geziniz, eğleniniz,” emriyle çıktık[6] (s. 205-206).”
Leyla Saz Hanımefendi, Âdile Sultan’ın sarayında ağırlanmalarını sofradan dinledikleri müziğe, o vakit kadınların giydikleri kıyafetlere kadar anlatır. Sonrasında ise Kandilli’deki inşası biten sarayına ziyaretleri olmuştur. Yıllar sonra, Sultan’ın henüz dört yıllık evli kızı Hayriye Sultan ölünce, Leyla Saz da Sultan’ı ziyarete, anıları onu kötü yönde etkileyeceği düşüncesiyle gitmeyi aksatır. Fakat Âdile Sultan hususi olarak Leyla Saz’ı çağırtıp onunla oturur, şiirlerine devam edip etmediğini sorgular ve onu cesaretlendirir.
Leyla Saz Hanımefendi, anılarında Âdile Sultan’ın karakterinden şöyle bahseder:
“Âdile Sultanefendi, dindar, hayırhah, fukara sever, nazik, güler yüzlü idi. Sonraları sevgili zevcinin ve kerimesinin kaybı ile yeis ve fütura düşmüş, dünyanın her şeyini görmez olmuştu. (…) ibadet, hayır ve hasenattan başka bir şeyle meşgul olmak istemiyordu. Sayesinde yaşayan pek çok fukarası vardı. Artık hiç gezmeye çıkmıyordu. Evliya ziyaretgâhlarından pederinin, biraderinin, zevcinin, kerimelerinin türbelerinden başka bir yere gitmezdi (…) (s.211)”
Şairin hayatını, yaşadıklarını, atlattığı ölüm travmalarını da göz önüne alarak şiirlerine doğru daha yakın bir okuma yapmak faydalı olabilir.
Beylik İfadelerin Karşısında Âdile Sultan’ın Şairliği
Hikmet Özdemir, Âdile Sultan Divânı’nın esaslı bir incelemesi olmadığından, bunun da sultanın kendisi ya da bir başkası tarafından neşredilmediği için, şiirlerinin antolojilere, ansiklopedilere ve edebiyat tarihlerine yeterli şekilde giremediğini, ilim muhitinde de pek tanınmadığını, bütün sebeplerden onun şairliği hakkında kesin bir hüküm vermenin mümkün olamayacağını söyler[7] (s.103). Fakat Özdemir bu söylediğinin aksine çalışmasının başında, kesin bir yargı ile şöyle der: “İşte divânından örnekler sunarak şairliği hakkında bir kanaate sahip olacağımız Âdile Sultan böyle bir devirde ve böyle bir edebî cereyan içinde yetişmiş olmasına rağmen, şiirimize bir yenilik getirememiş ve eskileri taklitten başka bir şey yapamamıştır (s.8)”. Devamında onu divân edebiyatının büyük üstatları ile kıyaslayarak, şairliğinin pek kuvvetli olmadığını ama “her şeye rağmen saray hayatı ve yaşadığı devir göz önüne alınırsa, şiir dalındaki başarısının kabullenilmesi gerektiğini” ekler. Özdemir kendi çelişkili ifadelerinin yanında Saadettin Nüzhet Ergun’un fikirlerine de yer verir: “ Âdile, muvaffakiyetli bir şair sayılamaz. Onda birtakım kafiye hatalarına, vezin ihmallerine bile tesadüf edilmektedir. Fuzuli, Muhubbi, Şeyh Galip gibi şairlere yazdığı nazirelerde bu büyük şairlere pek az bile olsa yaklaşamamıştır.”[8]
Hayatının büyük bölümü Tanzimat döneminde geçen, meşrutiyet devrinin pek azını görebilen Âdile Sultan’ın yazınını, henüz yazılan ilk romanlarda bile kadını sosyal hayatın içine sokamayan, kadınla erkek yan yana gelecekse erkeği kadın kılığına sokarak sahneyi meşrulaştıran (bkz. Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, Şemseddin Sami), homoerotik anlatıların yeniden yazımıyla kadını siyah ve beyaz olarak keskin çizgilerle ayıran (bkz. İntibah, Nâmık Kemal) ya da ona muhakkak surette histeri krizleri, kıskançlıklar yükleyerek grileşmeye doğru evrilen (bkz. Zehra, Nâbizâde Nâzım) bir yazın birikimi içinde, salt divân şiirinin kerli ferli isimleriyle kıyaslayarak değerlendirmenin sorunlu olduğunu düşünüyorum.
Divân şiirinin münacat, na’at gibi türlerinin, hece vezniyle Yunus tarzı yazdığı ilahilerin dışında, dinî ve tasavvufi ögeler barındıran şiirlerini ayrı bir tarafta tutarsak, Âdile Sultan’ın çoğu şiirinin gündelik hayatının ve yaşadığı travmaların, devrin mühim tarihsel olaylarının kaydında âdeta bir günlük vazifesi gördüğünü -günlüğün getirdiği iç dökme imkânının esnekliğini de göz önünde tutarak- söylememiz mümkün olabilir. Bu açıdan bakınca dönemin kadınlarının hapsedildikleri “ev içleri” ve “saray içleri”nde yazmak için kullanabildikleri tek yöntem olan şiirle anlatılarını oluşturduklarını söyleyebiliriz. Hattâ burada “ev içi” ve “saray içi”ni de ayırmak, sarayın kurallarının konak yaşantısındaki kurallara nazaran daha katı olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, daha sağlıklı bir değerlendirme yapmamıza olanak verebilir. Âdile Sultan’ın şiirini “saray içi”ndeki dinamiklerle kendine yol bulmuş, kendi “tarihsel belleği”ni oluşturmuş bir şiir olarak nitelendirebiliriz.
Sonuç olarak, Âdile Sultan’ın şiirine salt bir divân şiiri olarak bakılması, onun yüzyıllar öncesindeki divân şairleriyle karşılaştırılması bize şiiri hakkında sağlıklı sonuçlar vermeyebilir. Yaşadığı hayatın dahi, onca ölüm ve yaslar sonucu, yazılı resmî kaynaklara geçirilirken dine döndüğü, tasavvufa yöneldiği, dünyadan el etek çektiği yönünde, yazanın sultanın hayatı nasıl olmalı düsturuna göre kaydedildiği bir ortamda, Âdile Sultan’ın öncelikle bir kadın olduğunu ve saray içinde belirli kaidelerle baskılanmış bir hayat yaşadığını aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Kadınların mektuplarını özgürce yazamadığı, günlük tutma pratiğinin şiire bağlandığı Osmanlı sosyal hayatında, sultanın divân şiirini bir “iç dökme” aracı olarak kullanması onun şiirinden herhangi bir değer eksiltmeyeceği gibi, okura farklı okuma biçimleri sunarak divân şiirinde kalıplaşmış hayal dünyasından ve söz öbeklerinden sıyrılmanın başka bir yolunu sunmaktadır.
[1] Sakaoğlu, Necdet. Bu Mülkün Sultanları. Alfa Yayınları. İstanbul: Eylül 2015.
[2] http://web.archive.org/web/20130715211701/http://www.zaman.com.tr/cuma_sultan-abdulaziz-in-oldurulmeden-onceki-son-fotografi_149486.html
[3] Süreyya, Mehmet. Sicill-i Osmânî. İst: Matb. Amire. C.IV.
[4] Mazak, Ferdâ. Sultan II. Mahmud’un Kızı Âdile Sultan. İstanbul: Çamlıca Kültür ve Sanat Vakfı. Nisan 2000.
[5] Hacı Nasuh Efendi, Âdile Sultan’a annesinden kalma bir hocaydı. Oğlu Muhtar Nasûhi, babasının ölümü üzerine, Âdile Sultan tarafından, imamet vazifesinin kendine verileceği ve buna göre yetişmesi gerektiği söylenerek Meşîhat’a yazı yazıldı. Çocukluğu Âdile Sultan’ın sarayında geçen yazarın, yetişmesi için Âdile Sultan’ın vefatından sonra da gayret gösterildi. Darülfünunun hukuk şubesinden en iyi derece ile mezun olarak avukat oldu. 1954’te vefat etmiştir.
[6] Saz, Leylâ. Haremin İç Yüzü. İstanbul: Milliyet Yayınları. Ağustos 1974.
[7] Özdemir, Hikmet. Âdile Sultan Divânı. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Milli kütüphane Basımevi. 1996.
[8] Saadettin Nüzhet Ergün. Türk Şairleri. C.I. İst. 1944. S.7-8.
Görseller:
Osman Hamdi Bey, Two Musician Girls, 1880, oil on canvas, Pera Museum Istanbul
Jean Leon Gerome, Harem Women Feeding Pigeons In A Courtyard