Çağdaş Polonya edebiyatının güçlü seslerinden, başta 2018 Nobel Edebiyat Ödülü olmak üzere eserleriyle pek çok ödülün sahibi olan Olga Tokarczuk’un Türkçede ilk kez yayımlanan eseri Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde hakkında bir inceleme.
Olga Tokarczuk, son üç yıldır edebiyat dünyası içinde isminden sıkça söz ettiren bir yazar. İlk olarak Türkçeye de Koşucular olarak çevrilen Bieguni ile 2018 Man Booker Ödülü’nü kazandığında ve ardından 2018 Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra dikkatlerimizin odağı hâline geldi. Ki aslında Tokarczuk, 2008 yılında Polonya’nın önemli edebiyat ödüllerinden Nike Ödülü’ne layık görülmüştü. Bizim kendisiyle tanışıklığımızı güçlendiren, öykülerinden oluşan Aç Gözünü Artık Yaşamıyorsun da geçtiğimiz yıllarda dilimize çevrilen eserleri arasında yerini almıştı. Tokarczuk’un romanlarından bir diğeri ile de bu yılın şubat ayında Timaş Yayınları buluşturdu bizi: Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde. İsmi kadar etkileyici kurgusuyla okurunu edebiyat, astroloji ve hayvanlar üzerine düşündüren, gerilimli ve pek de aydınlık olmayan bir hikâyeye sürüklüyor. Sürüklüyor diyorum çünkü Tokarczuk’un romanları ve öyküleri okuru tam anlamıyla ilk satırda elinden sıkıca tutup sonuna kadar hiç duraksamadan peşi sıra götürüyor.
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, kışların çetin geçtiği, sakinlerinin ekim ayından nisan ayına kadar uğramadığı ama az da olan birilerinin sürekli yaşadığı Polonya’nın uzak köylerinden Klodzka’da, yayla üzerine yerleşmiş birkaç evden oluşan resmi bir ismi olmayan ama Lufsug denen bir bölgede geçiyor. Romanın anlatıcısı burada dört mevsim yaşayan yaşlı bir kadın olan Bayan Duszejko. O, bize hem kendini hem köyün gündelik hayatını hem de orada meydana gelen olayları anlatıyor. Bayan Duszejko, Efemerisine –astroloji atlası– bakarak gününü ve geleceğini anlayan, arkadaşı Dionisos – Dyzio – ile William Blake şiirleri çeviren, komşularının kışları boş kalan evlerine göz kulak olan, zaman zaman okulda İngilizce öğretmenliği yapan, hastalıklardan ve uykusuzluktan görece mustarip olan bir kadın. Aynı zamanda köy halkı tarafından “aksi kocakarı” olarak da görülmesine sebep olacak kadar doğanın ve hayvanların yanında olan; yanlış olduğuna inandığı olaylar karşısındaki tavrını koruyan biri. Kendisi bu kadarla da kalmayıp romanın hem anlatıcısı hem de ona şekil veren kahramanı.
Köyün ve Bayan Duszejko’nun hayatı, -yine zorla uyumaya çalıştığı- karlı bir gece yarısı komşusu Garip’in kapıyı çalmasıyla değişiyor: Koca Ayak öldü. Koca Ayak, Bayan Duszejko’nun pek de sevmediği, anlattığına göre de çevresindeki her şeye zarar veren, kaçak avlanan, ormanı talan eden, herkesten çalan bir insan. Bu ölüm bir gizemin başlangıcı oluyor romanda: “Ben ölü bir gövde olarak ve siz önemsiz, yaşlanan İnsan varlıkları. Ama bu sadece başlangıç. Sadece her şey şimdi olmaya başlıyor.”[i] Bayan Duszejko, soruşturma için gelen memurlara Koca Ayak’ın ölümünü şöyle açıklıyor: “Avladığı bir Geyiğin kemiğiyle boğulmuş. Mezarın ötesinden gelen intikam.”[ii] Bu ölümden sonra bölgede art arda ani ölümler gerçekleşmeye başlıyor. Ölenlerin bölgenin ileri gelenleri oldukları, birbirleriyle ilişkileri olduğu ve bir diğer ortak noktalarının da avlanmaları olduğu bildiriliyor okura, bir fotoğrafla.
Bayan Duszejko, evin içinde koşturan kızlarından, tuzaklara düşmüş hayvanlardan, yaylada, evlerde ve ormanın içinde yaşayan yabani hayvanlardan sıkça bahsediyor. Kendisi astrolojiyle ilgilenmek ve çeviri yapmak dışında kışları komşularının boş kalan evlerini kontrol ediyor. Bunu yaparken dolaştığı araziyi ve üzerindeki diğer canlıları da gözlemliyor, bölge hakkında fikir sahibi oluyor. Bu bölgedeki en büyük savaşı ise izinli ve izinsiz bir biçimde avlanan insanlara, buna izin veren sisteme karşı veriyor. Onlara engel olmak isterken avcılar tarafından müdahalelere de maruz kalıyor. Zevk için, “spor” adı altında hayvanları öldürmenin, bir canlıyı katletmenin suç olduğunu açıklamaya çalışıyor: “Canlılara ateş etmeye hakkınız yok.”[iii]
Yeryüzünde her varlığın, her olayın birbirleriyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bir olguya yoğunlaştığımda benzer olgular da radarıma sokuluyor hep. Kitabı okurken ve üzerine düşünürken çok da uzakta olmayan can acıtan bir habere denk geldim. Amerika’dan Türkiye’ye gelen bir avcı çiftin Adıyaman'da Sincik Devlet Avlağı'nda 11 yaşında ve 130 santimetre boynuz uzunluğuna sahip olan dağ keçisini ve Akdağ Devlet avlağında 9 yaşındaki 118 santimetre boynuz uzunluğundaki keçiyi avladığı haberleri önüme düştü. Kilometrelerce öteden iki canlıyı - üstelik bir de soyunu tükettiğimiz canlıları- öldürmeye gelen bu insanların suratlarındaki mutluluk ve gurur, kitapla bağımı daha da güçlendirdi. Bayan Duszejko’dan yana daha çok kabarttım kulağımı, öfkesini paylaştım. Mekân ve zaman ne kadar değişirse değişsin insanın doğaya karşı hesapsız vicdansızlığı hep aynı kalıyor. Kitap verdiği edebi zevkin dışında daha çok bizi hayvanlar hakkında düşünmeye, bizden olmayanın etiyle kurduğumuz ilişkiyi tekrar gözden geçirmeye itiyor. Onlarla kurduğum/kurduğumuz iki yüzlü ilişkiyi sadece avla sınırlandırmadan şunu da iliştirmek isterim; bugün insanlar et yiyebilmek için her 10 saniyede bir 24,000 hayvan öldürüyor, bu yılda 75 milyar hayvana tekabül ediyor.[iv] Bunun dışında av turizmi, av sporu adı altında sadece Türkiye’de 2018 yılında 2.546 yaban hayvanı katledildi ve bu sadece kayıt altına alınabilen sayı. İnsan doğa ile ilişkisini öldürme, hakimiyet kurma üzerine kurduğu için bu sayılar bilinenin çok daha üzerinde tabii ki.
Roman boyunca Bayan Duszejko sadece avcılarla değil otorite ve onun aygıtlarıyla da -polislerle, komutanla, başkanla ve din adamıyla- yoğun bir tartışma sürdürüyor. Başkan, komutan onu dinlemiyor; polisler onun mektuplarını açıp okumuyor çünkü onu bir “kaçık kocakarı” olarak görüyor; Peder Hışırtı’nın vaazlarına karşı çıktığında da yine aynı tür bir tepkiyle, zor kullanılarak dışarı çıkartılıyor. Bayan Duszejko’ya bu mücadelesi boyunca geyikler, saksağanlar, sülünler, tilkiler, böcekler, kızları ve gezegenler destek veriyor.
Issız ve zorlu bir coğrafyada geçen hikâye her sayfada okurun içine rahatsızlık hissi salıyor. İç kemiren, karanlığı hissettiren tekinsiz bir anlatı sunuyor Tokarczuk. Birtakım olaylar gelişiyor, birtakım insanlardan bahsediliyor, olayların aslına dair ipuçları verilse de soruların cevapları sezdirilse de sonuna kadar merak içinde götürüyor. Basit bir katil maktul peşinde koşmaktan öte bir “haklı” mücadelenin, bireysel bir dik duruşun, merak edilen gelişmelerin romanını okutuyor. Bu esrarengizliği ise en başta anlatıcı Bayan Duszejko ile veriyor. Yıldız haritasından aldığı güçle ve bilgiyle yapmak istediklerini doğru zamanda yapıyor, birlikte yaşadığı insanların kim olduğunu, geleceklerini yine yıldız haritalarından çıkartarak tanımlıyor. “Yıldızlar ve gezegenler onu oluştururken, gökyüzü yaşamlarımızın şeklini düzenleyen şablondur... Bir öğleden sonra fırtınası, postacının kapı aralığına sıkıştırdığı mektup, banyodaki bozuk bir ampul. Hiçbir şey bu düzenden yakasını sıyıramaz.”[v] Yani astroloji hayatın ön görülebilir haritasını veriyor Bayan Duszejko’ya. Tokarczuk, Bayan Duszejko’nun yakınındakilerin bile delice safsatalar olduğunu düşündüğü söylemlerine okurunu inandırıyor ve sonuna kadar ondan şüphe ettirmiyor. Gerçekleşen olaylar sırasında ve sonrasında Duszejko’nun adalet, öfke, sınırları geçmek, intikam ve yıldızlar hakkındaki sözleri de sonda bizi neyin beklediğini sezdiren cümleler oluyor.
Bölüm başlarında yer alan epigraflarla, astroloji üzerine incelikli çalışmasıyla, doğa için karanlık sürprizli kurgusuyla okurun iştahını kabartan, Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde romanı Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe aslından çevirisiyle okunmak için sizi bekliyor. Bayan Duszejko’nun cesaret ettiği, çağımızın cevap verilmesi gereken en hayati sorusu ile bitirelim:
“Her yerde olan kötülüğü durdurmak için neden kimse müdahale etmez?”[vi]
[i] Olga Tokarczuk, Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, çev. Neşe Taluy Yüce (İstanbul: Timaş Yayınları, 2020) s.22
[ii] a.g.e s. 51
[iii] a.g.e s. 75
[iv] Food and Agriculture Organization’ın 2019 verilerinden alınmıştır.
[v] a.g.e s. 69
[vi] a.g.e s. 285
Başlık görseli Łukasz Giza tarafından çekilmiştir.