Montparnasse, derin kuyu. Pek az “mahalle” dünya sanat tarihinin sayfaları arasına bunca yüklü bir katsayıyla girmiştir. Modern sanatın XX. yüzyıldaki anayurdu Paris’ti ve hareket Montmartre’da başlamış, oradan güneye, Montparnasse’a kaymıştı. Yarım yüzyıla yakın süren bu olağanüstü dönem benim Paris’e geldiğim yıllarda, 1970’lerin başı, kapanmıştı — bir önceki kuşak son demlerine yetişmişti: Selim Turan, Mübin, Hilâv, Edgü, Komet ve Yüksel Arslan ve başkaları için tılsımlıydı Montparnasse.
Bugün sönmüş bir lâmba gibi mahalle: Mihrap yerinde, ışıktan eser kalmamış. Yaşanmaz mı burada, gene de, pekâlâ yaşanır: Bazan geçmişe yanmaktansa, şimdiki zamanın saatını kurmaya girişmek en doğrusudur. Bugün, oturmak için ev aramaya kalkışsam, Montparnasse’ı üç sokakla sınırlarım: Campagne Première, Boissonnade ve Passage de l’Enfer — birinden öbürüne zaten geçişler vardır, sırt sırta mezarlıkla bulvarın arasını katederler.
Campagne Première’deki Istra Oteli ağırladığı pek ünlü konuklarıyla haklı olarak övünüyor, sokak benim için herkesten önce Yves Klein’la özdeşleşiyor ama. Aklı başında, zevki yerinde kişi 31 numaraya yerleşmek ister, neden kendimi karşı kefeye koyayım?! Biraz daha alçakgönüllü olmak gerçekçi davranış: Passage de l’Enfer’deki cephesinde oturabilirim aynı yapının: Cehennem, sahi, böyle olabilir mi?
Rue Boissonnade 41 numarada gizlenen, kuytuda kalmış, bahçeli avlulu ‘site’, bulvara yakın köşede manastır bahçesine bakan konutlar sırada. Sokağı Campagne Première’e bağlayan geçitte iki küçük ev çentikledim — zengin olunca, birinden biri.
Montparnasse’ın kitabevi çeşitliliği giderek azalıyor. Görkemli Tchann neyse ki kale gibi sağlam görünüyor. Sahaf Yeryüzü Nimetleri bilmem kaç yıl daha dayanabilir? Belles Lettres, mahallenin sınır karakolu.
Eylül ayında II. Mahmud türbesi, Aralık’ta Dorotheenstadt, Ocak’ta Montparnasse mezarlığı: Taş ziyaretlerini sürdürüyorum. Güneşli ama soğuk bir cumartesi öğle sonrası, küçük bir fotoğraf seansı için Montparnasse’dayım. Tülin adına Simone ve Jean-Paul’un taşının önündeyim, iki orta yaşlı kadın durmuş yakarıyorlar, belli ki Simone’u ananlar çoğunluğu oluşturuyor. Samih için, önce Delphine Seyrig’in (bkz: Tilki), sonra Langlois’nın taşları. Pierre Larousse ve Honoré Champion, yoluma çıkıyor. Cortazar’ınkini bir türlü bulamıyorum. César’ın, Langlois’nın mezarları ilginç. Gainsbourg’un çiçekli ziyaretçisi çok. Fuentes henüz hayatta, aile kabristanı neden Paris’te bilemiyorum. 1928’in karşısındaki boşluğa bir tarih düşülecek.
İki hedefimden ilki, Baudelaire’in mezarı. Bir aile taşında, anası ve üvey babasıyla kardeşi arasına sığınmış olması hazin. Kadın hayranlardan biri, rujlu dudak izleriyle donatmış taşı, kırmızı sıcak lekeler. İkinci hedefime ulaşmak için bir saata yakın gidip geliyorum: Joris İvens’in birkaç metre ilerisindeki taşa güç belâ ulaşıyorum: Suzanne & Samuel Beckett. Alpagut’a telefon ediyorum, otuz-kırk saniye konuşup kapatıyorum.
Nasıl, César’ın mezarına heykeli konuşlandırılmış; yazar mezarlarına kütüphane, yönetmenlere bir ekran ve DVD’ler, müzisyenlere CD çalar eklenmeliydi. Ölüm sessizlik demektir, ölü dile getirilebilmeli. İvens’in Rüzgâr’ını izler, Beckett’in Quad’ının son biriki sayfasıyla Les Fleurs du Mal’den birkaç şiiri okurdum: “Le Voyage” ve “Le Gouffre” tabiî.
Öylesine söylüyorum bunları, ciddiye almaksızın. Montparnasse’da süslü, simgeli, haşmetli mezarlar değil de kunt olanları gönlümü çeliyor. Bir isim ve iki tarih, gürültüsüz bir dinleniş. Heybeli’deki taşım öyle olsun: Porphyre mermere soluk Bodoni harflerle: FT & EB. Akşam, Le Verre á Pied’de oturuyorduk, Tülin’e onu söyledim: Benim için hurufatın ne denli önemli olduğunu kalanlar akıl eder mi(ydi)? Anadolu kökenli bir Ermeni ailesi, aynı Ahlat taşı, kendi rengini, formunu, geometrisini istemiş.
Paris’te gömülmek ister miydim? Beckett, Cortazar, şimdiden Fuentes bir gurbet mekânı olarak görmemişler Montparnasse mezarlığını. Père Lachaise Türklerini düşündüm, ardından da taşınan mezarları — sonra da rahat bırakmıyorlar! Bir de Panthéon çözümü var: Yan yana dizilen ünlüler, bakalım isterler miydi?
Paris’te gömülmek istemezdim. Adayı seçtim, Eskişehir’i de seçebilir(d)im. Özbekler tekkesinin küçümen mezarlığını da. Doğrusu, bana sorulursa: Denize savrulacak küller.