Öncelikle merak ettiğim bir şey var. Daha önce Peyniraltı ve çeşitli dergilerde öykü ve çevirilerin yer alıyordu ama kitap sinyali vermemiştin hiç. Kitap yazmaya ne zaman karar verdin?
Aslında aklımda kitap, daha doğrusu roman yazmak gibi bir düşünce yoktu. Yazdığım bir öykünün kurgusunu çok sevmiştim, Muz Beyaz'ı da o öykünün roman hali diyebilirim.
Muz Beyaz’ının yazım süreci ne kadar sürdü tam olarak ve bu süreçte seni psikolojik olarak en çok etkileyen ne oldu?
Dediğim gibi Muz Beyazı’nın temelini yazdığım bir öykü oluşturuyor. Bu öyküyü orijin alırsak yaklaşık 2 yıl, ancak roman olarak kurgulanıp yazılma süresi 9 ay. Bu sürede elbette tıkandığım, vazgeçip yazdığım her şeyi silmek istediğim dönemler oldu ama normal bir günden farksızdı roman yazdığım süreç. Yazarlık dediğimiz şey ülkemizde ve dünyanın çoğu yerinde meslek olarak görünmediği için dışardaki hayattan kopmam gibi bir şey olmadı.
Muz Beyazı komik ve karanlık bir atmosfere sahip. Bu dünya yazarken mi gelişti yoksa başlamadan önce kurgulamış mıydın aklında?
Muz Beyazı yaşadığımız dünyada geçmiyor. Yaşadığımız dünyaya “bazen” benzeyen bir dünyada geçiyor. Şehir, mekânlar, kurumlar tıpkı karakterler gibi önceden kurgulandı.
Kitabın geneli morgda geçiyor, tüm kahramanların ortak alanı morg. Yazım sürecinde hiç morga uğradın mı ya da uğramayı düşündün mü?
Gözlem için gitmedim morga ama daha öncesinde –çocukken- bir iki kere gittiğimi hatırlıyorum. Neden ve nasıl gittiysem artık... Muz Beyazı’ndaki morg gerek işleyiş gerek yapısıyla bildiğimiz morglardan bir hayli farklı. Morgdaki insanlar –ölmüş olanlardan bahsediyorum- ayak numaralarına göre, mesleklerine göre ve ölüm şekillerine göre farklı departmanlara konuluyor. Aslında benim kurduğum dünyadaki morgun temel işlevi, katilliğin meslek olduğu bir şehirde adeta bir banka veznesi gibi maaş vermek.
İnsanlara hakaret ederek ve ezerek bir üstünlük, iktidar sağlamayı romanda ‘rüya görmeyi yasaklamak’ üzerinden eleştiriyorsun. Eleştirirken çekindiğin noktalar oldu mu hiç?
Eleştirirken bir şeyden korkmak, özellikle iktidarı eleştirirken iktidardan korkmak saçma geliyor bana. Muz Beyazı absürd bir distopya olduğu için kendimce evirip çevirebiliyorum kişileri ve olayları. Buna rağmen açık açık eleştirdiğim noktalar da oldu. Bir bölümde insanlar bir şempanzenin peygamberliğine inanıp onun muzlu kek yiyebilmesi için şehrin altını üstüne getiriyorlar. Bu ülkede bir karakter olarak “peygamber” terimi düşünülemez, düşünülmesi teklif dahi edilemez şeyler içine giriyor maalesef. Charlie Hebdo’ya yapılanları hepimiz gördük, bunun Türkiye’deki etkilerini de. Tahammül sınırlarının gelişmesini istiyorum.
İktidarın, elini rüyalarımıza bile uzatabileceğini anlatıyorsun Muz Beyazı’nda. Peki, günümüzde neyin yasaklanması seni büyük bir mücadeleye iter?
Şu an en az rüyalar kadar absürd şeyler yasaklanıyor zaten sevgili ülkemizde. Kadının kahkahasından adamın içtiği sigaraya kadar (Cezai müeyyidesi var). O kadar çok var ki artık şaşırmıyoruz. En son mücadele ettiğimizde Gezi olmuştu zaten.
Bir şeye itiraz etme hakkın olsa, ilk neye itiraz edersin?
John Lennon’u da yanıma alarak tüm ülke sınırlarına itiraz edebilirim.
Kitapta Vladimir Vian “Rüya görmek önemlidir çocuk, seni ayık tutar.” diyor. Türkiye’deki mevcut durum ve eğitim sistemi göz önünde bulundurulduğunda insanlar rüya görebiliyor mu?
Türkiye’de insanlar artık değil rüya, kâbus bile göremiyor. Çünkü uyuyamıyor. Doğumundan ölümüne kadar kaygı ve memnuniyetsizlikle geçen bir hayattan nasıl mutlu bir rüya bekleyebiliriz ki zaten?
Peki, bu kaygı ve endişenin olduğu düzenden edebiyat olumlu ve olumsuz manada nasıl etkileniyor?
Bu kaygı ister istemez yazarın kalemini de etkiliyor, ama daha çok olumsuz yönde. Elbette samimi, gerçek olanlar da var ancak Gezi'den sonra kaç "Gezi Romanı" çıktı ben sayamadım. Tabii sadece Gezi'yle sınırlamamak gerek kaygı ve endişe durumunu. Edebiyatın muhalif olması gerektiği tartışılmaz bir gerçek. Nazım'dan Aziz Nesin'e birçok örnek verilebilir.
Senin son bir rüya hakkın olsa ne görmek isterdin?
Muhtemelen herkesin başına gelmiştir. Rüyada bir yerden düştüğünü görünce birden sıçrayarak uyanmak. Ben o sıçramalı rüyaları çok seviyorum. Sanırım yine öyle bir rüya görmek isterdim.
Bir halkın son rüyasını seçme hakkı sana verilseydi eğer, halka nasıl bir rüya sunardın?
Güzellik yarışmalarındaki sihirli değnek sorusu geldi aklıma. Cevap da genelde "dünya barışı" olurdu. Hâlâ öyle olabilir, bilmiyorum. Benim tüm halklara sunacağım son rüya da kendi son rüyam olurdu. Rüyada ölmek.
Cem Akaş, "Morgda geçen bir kitap, insanın içini bu kadar mı ısıtır?” diyor Muz Beyazı için, okurken benim de içimi ısıttı açıkçası. Çoğunluğu morgda geçen romanını yazarken neler hissettin?
Cem Akaş gibi bir yazarın böyle bir yorumda bulunması da çok önemliydi benim için. O cümle gerçekten kitabı özetliyor. Merkezi morg olan bir distopyadan bahsediyoruz ve çoğu yerde gülümsüyoruz. Galiba benim hayata bakışım da bu şekilde. Kötü kalpli birilerinin yönettiği kötü bir dünyada yaşıyoruz ama bir şekilde keyif almayı başarıyoruz. Önemli olan da bu zaten.
Muz Beyazı yayınlandıktan sonra aldığın tepkiler tatmin etti mi yoksa olumsuz tepkiler de geldi mi?
Henüz roman çok yeni. O yüzden analiz edecek kadar yorum almadım. Ama sevdiğim insanlar ve ustam saydığım yazarlardan önemli tavsiyeler aldığımı düşünüyorum. Elbette sevmeyen, bu ne biçim roman diyenler de olacaktır. Yazdığım şeylerin Türkiye’de kısıtlı bir okur kitlesi olduğunu bilerek yazdım.
Sırada yeni bir kitap var mı? Çalışmalarına başladın mı?
Uzun zamandır düşündüğüm, kurmaya çalıştığım bir roman var. Kitabın etkisi biraz daha geçince ona başlayacağım.
Biliyorsun sosyal medyada bir edebiyat karmaşası var ve hangi söz kime ait bilinmez hale geldi. Senin sözün bir başkasının ismi ile paylaşılsaydı eğer, bu durum seni ne derece rahatsız ederdi?
Bu söylediğini edebiyatın metalaşmasına bağlıyorum ben. Her şey gibi edebiyat ve kitaplar da çabuk tüketilebilir malzeme haline geldi. Bence bu bilgi kirliliğine edebiyatın girmesi birkaç yıl önce başka şiirleri Can Yücel imzasıyla onunmuş gibi göstererek yapıldı. Sonra meşhur “Olric” geyikleri ve “instagram dönemi” yazarları Sabahattin Ali ve Kafka’nın başına gelenler malum. Bu kirliliği engellemek şu an için imkansız.
Benim sözümün başka isimle paylaşılmasını hoş karşılayabilirim belki ama başka birinin sözünün benimmiş gibi paylaşılması rahatsız ederdi.
Kitapta farklı şekillerde birçok kişiye, özellikle yazarlara ve kitaplara göndermeler var. Bu yazarlar ve kitaplar seni nasıl etkiledi?
Kitaptaki göndermeleri o yazarlara olan borcumu ödemenin bir yolu olarak gördüğüm için yaptım. Özellikle Richard Brautigan ve Boris Vian’ın çok farklı bir yeri vardır bende. Sadece edebiyat olarak değil kişiliğimi de şekillendirmiştir diyebilirim bu iki yazar için.
Son olarak, şu an hangi kitabı okuyorsun?
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “İnsan Önce Maymun muydu?” kitabını okuyorum. Hüseyin Rahmi’nin çağının çok ilerisinde bir adam olduğunu düşünüyorum. Bu kitap da 1930’lu yıllarda evrimi savunan bir bilimadamının yaşadığı sorunları, biraz daha ileriye gidelim, Türkiye’de bilimadamı olmanın zorluklarını anlatıyor.