Gazeteci yazar Johann Hari’nin depresyonun altında yatan nedenleri ve olası çözümlerini bulmak üzere çıktığı yolculuğun hikâyesini anlattığı kitabı Kaybolan Bağlar - Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler üzerine bir inceleme.
Gazeteci ve yazar Johann Hari tarafından kaleme alınan Kaybolan Bağlar, Barış Engin Aksoy’un çevirisiyle, Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler alt başlığı ile açılan ve uzun bir inceleme/görüşme sürecinden geçerek oluşturulan kitap, insanlığın en temel problemlerinden biri olan depresyon çıkmazına oldukça detaylı bir inceleme alanı açarak yaklaşıyor ve çözüme yönelik önerileri kazanılan tecrübeler üzerinden okura sunuyor.
Üç kısımda ele alınan kitapta, Johann Hari öncelikle kendinden yola çıkarak elde ettiği çıkarımları günümüz tedavi yöntemleri üzerinden değerlendiriyor. Bir zamanlar kabul gören ve beyindeki bir hasar sonucunda ortaya çıktığına inanılan depresyonun, aslında hiç de uzağımızda durmayan çevresel etmenlerle doğrudan ilişki içerisinde olduğunun/olabileceğinin altını çiziyor. Söz konusu çevre, yazarın pek çok farklı kültürden insanla yaptığı görüşmeler neticesinde onların yaşanmışlıklarına ve dahil oldukları kültürlerin kökenlerine kadar iniyor. İlaç endüstrisinden, değiştirilmesi gereken bakış açısından, kültürel birikimlerden, kaygılardan ve insanın kendini fark etmesinden bahseden yazar, tüm bu gerekliliklerin yaşadığımız çağla doğrudan ilgili olduğunu vurguluyor.
Yazar, mutlak iyileşme ve yeniden sosyal hayata dahil olma düşüncesi etrafında uzunca bir süre düşünmüş. Bu bakış açısı, yazarın kendi depresyon dönemlerine geri dönerek içinde bulunduğu durumu tahlil etmesiyle farklı bir boyut kazanmış. Yaptığı görüşmeler üzerinden ele alacak olursak, karşı karşıya kalınan sorunla yüzleşmek oldukça önemli bir adım. Çünkü onunla iç içe yaşamak kadar yüzleşmek de önemli. Bu anlamda özellikle geçmişte olup bitenlerin etkisi yüzleşme adımının en önemli ayağı. Orada yaşananlar sonucunda gelinen noktalar, insanı insan olduğu gerçeğinin gerisinde tuttuğu gibi, devam eden hayatın sekteye uğramasına da sebep oluyor. Hari, bu noktada yüzleşmenin ve insanlarla bir arada olmanın (elbette bu bir aradalık aynı hedefe odaklanan topluluklardan oluşuyor) önemli bir sürece de ev sahipliği yaptığını söylüyor. Yüzleşmek kadar paylaşım olanaklarını geliştirmek de önemli. Çünkü çıkılan yol, farkında olunan gerçekliğin yeniden tekrar etmemesi üzerine kurulduğu gibi, aynı zamanda paylaşım yolunun da açılmasıyla birlikte sosyal bağların daha da güçlendirilerek sağlamlaştırılması düşüncesine dayanıyor. Herkesin yaşadığı kaygılar yine herkes için bir çözüm odağına dönüşerek değer kazanıyor. Yazarın çıktığı bu uzun keşif yolculuğu, dinlediği hikâyelerle bileştikten sonra sorunu yaratan koşularla aynı sorunun çözüm yollarının da birbirine ne kadar yakın olduğunu kanıtlamış. Antidepresanlara sığınmak yerine aramanın, ilaçlarla alınan geçici sakinlikler yerine gerçek hareketin, bir arada olmanın, değiştirmenin ve mümkün olan dönüşüme dahil olmanın önemini vurgulamış. Hari, elbette antidepresanları tam anlamıyla reddetmiyor. Onların da iyileşme yolundaki mutlak katkısının hakkını veriyor. Ancak en önemli nokta kalıcılığın sağlanarak süreklilik oluşturmak. Tam da bu noktada karşımıza çıkan insan hikâyeleri, adeta birer başarı öyküsüne dönüşüyor.
“Harcanan çaba ile karşılığı arasında dengesizlik”
Kitap boyunca birbirinden farklı kültürlere sahip insanların kendi dünyalarında yaşadıkları çıkmazların en çok neye zarar verdiğini düşündüm. Kaybedilen zaman elbette en büyük kayıpların başında geliyor. Özellikle iş hayatında yönetici ve patronlara “kiraladığımız” zaman, karşılığında alınan ücreti hiçbir zaman tam anlamıyla karşılamıyor ya da kazanılan paranın mutlulukla doğrudan ilgisi yok. Satın alınabilir ihtiyaçların dışında kalan mutluluk ihtiyacı, pek çok insanın ortak sorununa dönüşerek sessizliğe gömülmenin önünü açıyor. İşsizlik kadar bir işinin olması da son tahlilde probleme dönüşebilir ve dengenin sağlanması gerekiyor. Kitaptaki insanların anlattığı hikâyeler bu tür çıkmazlarla dolu. Hari, bu noktada yeni seçeneklere kapalı olmamanın altını çizerek bir anlamda risk almanın çekiciliğinden bahsediyor.
İhtiyacımız olanın mecburiyetinden doğan bir teslim oluşu olumlayan sistem karşısında yapılabilecek pek fazla atılım olmadığı su götürmez bir gerçek. Hari’nin görüştüğü bilim insanları ve vakalar da bu durumu kanıtlıyor. İş yaşamı ve çalışma saatlerin insan yaşamındaki etkileri üzerine çalışan bir profesör ise gelinen nokta ile ilgili şunları söylüyor: “Yakın tarihli bir inceleme dokuzdan beşe kadar çalışmanın sahiden geçmişte kaldığını tasdik ediyor. Günümüzde ortalama bir çalışsan saat 7:42’de iş e-posta adresine bakıyor, 8:18’de ofise geliyor ve akşam 19:19’da işten çıkıyor… Bahsi geçen inceleme İngiliz çalışanlar arasında üç kişiden birinin e-posta adresine 6:30’dan önce baktığını, İngiliz işverenlerden yüzde 80’inin çalışanları çalışma saatleri dışında telefonla aramanın kabul edilebilir olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Çalışma saatleri kavramı çoğu insan için kaybolmaya yüz tutmuş durumda – yani yüzde 87’mizin hoşlanmadığı bu iş, hayatımızın gideren artan bir kısmını kaplıyor.”[1] Tam anlamıyla tutsaklık olarak tanımlanabilecek bu durum, günümüzde insanların iletişim sorunu yaşamalarının önünü açtığı gibi, mutlak mutsuzluğu ve depresyonu çağıran en tehlikeli dönemeçler arasında yer alıyor. Karşılığın geri dönüşü zor kayıplarla verildiği bu yaşamın da aşılabilir olduğu bazı noktalar da yok değil.
“Bizi anlamlı değerlere götüren bir tünel kazmaya başlayabiliriz”
Kaybolan Bağlar’ın en önemli önerileri arasında birlik olmanın, ait olduğumuz her şeye değer kazandırmanın ne kadar önemli olduğunu yaşananlar üzerinden bir kez daha anlamış oldum. Tanıklığın getirdiği tecrübe ve kazanım, elbette herkes için aynı sonuçları doğurmaz. Yine de denemek, yönelişin birikimlerle donatılarak çoğaltılması mümkün. Berlin’de, yaşadığı bölgedeki kira artışlarından dolayı kirasını geciktiren, icra memurları gelmeden önce de kendini öldüreceği notunu bırakan ve sonrasında kendisi gibi olan “öteki”lerle bir araya gelerek direnen altmış üç yaşındaki Naciye Cengiz bu çıkarımın en canlı örneği. Sürecin sonunda kazanımlar elde eden insanların varlığı da bir diğer başarının mümkün olabileceğinin kanıtı olarak anlatılmış. Yan yana olmak ve mevcut sorunlarla birlikte mücadele etmek, “bizi anlamlı değerlere götüren bir tünel” olabilir.
Kaybettiğimiz değerlere sorular yönelterek özdeki ihtiyacın sorgulanmasını öneren yazar, “kopukluk” üzerinde önemli bir noktada durmuş. İletişim çağının yapay beraberlik kurguları da bu noktaların başında geliyor elbette. Gerçek temasla birlikte mümkün olan paylaşımın gerçekleştirilmesi, “başka türlü bir antidepresan” olarak ifade ediliyor ve yeniden bağ kurmanın önündeki engellerin yıkılmasına olanak sağlanıyor. Başka insanların yaşadığı hayatlar üzerinden tutulan bu ayna, biricik olan yaşamın zamandan bağımsız olmayan dinamiklerini yeniden harekete geçirebileceğimizi gösteriyor. Çünkü bir sonraki aşamada neyin ne olacağını anlamak, anlamlandırmak ve tasarlamak yine insanın kendi ellerinde. Sevgi de bütün bu tasarının hiç de yabana atılmayacak anahtarları arasında yer alıyor. İnsanların elde ettiği kazanımlara bakınca, içinden geçtikleri sıkıntıların hiçbir zaman kolaylıkla aşılabildiğini düşünmedim. Aksine, coğrafya ve kültür farklılıkları üzerinden düşününce her dönem zor ve uzun bir süreç olduğunu hissettim. Johann Hari, bu durumun da çözümsüz olmadığını vurguluyor. Elbette her şeyin kökten çözüleceğine dair işaretler yok kitapta. Geri dönüşler, tekrar edişler mümkün. Ancak harekete geçmek ve yol almak, çoğu zaman tekrar düşüşlerin şiddetinin azalmasında büyük ölçüde rol oynuyor. Doğaya, sevgiye, bir arada olmaya, kolektif bir dayanışmaya vurgu yapan Johann Hari, düşüncelerini şu sözlerle tamamlıyor: “Çok uzun süredir kabilesiz ve bağlantısız yaşıyoruz. Hepimizin eve dönme zamanı geldi.”[2]