"Yıllarca değişmeyen işleri yapıp, yıllarca değişmeyen fikirleri dinleyip, yıllarca değişmeyen sohbetleri yapıp duruyoruz" diyen Can Yılmaz'la yeni kitabı Klişe Hayatlar Matbaası, klişeler ve kendisine dair bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kitabınızın girişinde "Bir eserin karalama olduğunu anlamak için 20 dakika yeterli bir süre." demişsiniz. Bu noktada Klişe Hayatlar Matbaası'nın hikayesini sizden öğrensek... Öykülerin karalamadan çıkıp bu kitaba girmesi için nasıl bir süreç gerekti?
Yazdığına sevdalanan her amatör gibi, yazıp bitirdiğini sandığın her ne olursa olsun senin için ödüllük bir şeye dönüşür. Kendince en doğru kelimeleri seçmiş, en doğru paragraflarda soluklanmış, en doğru sözleri söyletmişsindir karakterlerine, ama öyle değildir. Ve kimi zaman kesinlikle öyle değildir. Bunu test etmenin tek yolu vardır, yazdıklarını okuyacak birilerini bulup onlara okutmak. 20 dakika sonunda üstünü çizdiğin satırının, kimin gönlüne gireceğini bilemezsin. Ama yalnızken, kendin ile satırlarının arasında iken bunu anlaman mümkün değil ve yazdığına ya aşık olursun ya karalamadan ibaret olduğunu idrak edip çöpe yollarsın, ta ki çöpe attığın o fikir tekrar aklına düşüp “Ben buradayım, hala buradayım, beni unutma, ben iyi bir hikayeyim, iyi bir karakterin var!” diyene kadar. İşte o zaman tekrar masaya oturman gerekir, 20 dakikada çöpe attığın fikrin ile tekrar yüzleşmek için. Klişe Hayatlar Matbaası da böylesi bir iddialaşma aslında, fikirler ve yazar arasında bir iddialaşmanın sonucu. Yıllar sonra çöp olmayı hak etmediğini iddia eden hikayeler, karakterler, mekanlar, diyaloglar… Hepsi teker teker sahnede olmayı hak etti, onları daha fazla bekletmek hem yazara -yani bana- hem de okuyucuya haksızlık olacaktı. Sonuç olarak kitabın okuruyla buluşmasının önündeki yazar engelini kaldırdım.
Hikayelerinizde farklı sosyo-ekonomik sınıflardan kişilere yer vermişsiniz ama hepsinin ortak noktası dramatik sonları. Fedakar babalar, kişisel bunalımlar, babasına hasret oğullar, kendisine dayatılan hayatı kabul edenler… Neden bu hikayeleri seçtiniz?
Hikayelerin karakterleri farklı sosyo-ekonomik sınıflardan olsa da, yaşadığımız çağın ortak dertleri ile mücadele eden insanları; zengin, fakir veya mutlu, umutsuz gibi ayrı bir kefeye koyacak kadar birbirinden ayıramayız. Hayatın tam göbeğinde, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı bir şekilde yaşıyorlar ve istisnasız bir şekilde birbirlerine değiyorlar. Kimsenin -hangi sınıftan olursa olsun- bir diğerinden izole edilmiş hayatı yok. Birbirinden ayrı dünyalarda yaşadıklarını sansalar da ortak bir dertleri var o da: “Yaşamak”. Yaşamın değişmeyecek sonu da ölüm. Ölümden azat edilmiş bir tek kişinin yaşamadığı gerçeği her gün, her an gözümüzün önündeyken karakterlerlerimin birçoğunun bunu yaşaması, belki de kaçınılmaz sonu onlara fazlaca yakıştırmamdan dolayıdır. Birçoğu ölerek hikayelerini tamamladı, yine birçoğu tarifsiz acıların içinde ağladı, kimi ölseydi daha iyidi denilecek sonları yaşadı. Can acıtan sonlar daha gerçek gibi, mutlu sonların bile bir adım sonrasında mutsuzluk ve keder olduğu muhakkak. Mutlu sonların bir adım sonrasını yazmak, yazdığım acıların katmerleşmesine yol açabilir ve mutlu sonların bile mutsuz sonsuzluğa evrilmesine sebep olabilirdi. Belki de en kestirme hali ile şöyle bir satır işimizi kolaylaştırabilir: Mutlu sonlara inanmıyorum.
Kitabın başında “Eski günlerin değerini anlamak için yıllar geçmesini beklemek gerekiyor” deyip bir de bunu turşuya benzetmişsiniz. Bu hikayeler geçmişinizden gelen hikayeler mi?
Kitaptaki hikayeler elbette yıllar içinde birikmiş, eski günlerin kalıntıları. Birçoğunun mekânı tastamam doğru iken, bazısının karakteri aklın bir yerinden “Beni hatırladın mı?” dedi. Karakterlerin bazı özellikleri bir ahbaptan ya da eski bir mahalleliden ödünç de alınmış olabilir. Bunu yazarken anlamak kolay olmuyor aslında, ama oturup yazdığın satırları okuduğunda fark ediyorsun ki; şu bizim Ahmet Ağabey’in cümlesi, bu bakış Nurten Teyze’nin bakışı, bir diğeri Hasan Enişte’nin sitemi… Kaçınılmaz olarak eski günlerden ödünç almak zorundayız, başka bir edebiyatın, öykünün, şiirin olması nasıl mümkün olur?
Ama hatıralar bunu fark ettirmeden yapar, birgün saklandıkları yerden çıkıp “Merhaba!” derler ve kendilerini hatırlatırlar. Bazen gülüp geçeriz, bazen oturup bir şiir yazarız veya bir öykünün bir karakteri olarak kendini hatırlatan Hasan Ağabey’e yeni bir ömür veririz, yıllarca yaşayacağı…
Bir de “adamlık” meselesi var. Cemil, Ercan ve diğer erkek karakterleriniz "adam" yerine konulunca heyecanlanıyorlar, sorumluluk yükleniyorlar. Sizin için bu neden bu kadar önemli bir mesele?
Hepimizin hayatındaki kırılma noktası aslında bu. Kadın veya erkek hepimizin çocukluktan ilk gençliğe evrilirken yaşadığı “adam” olmak meselesi, kendini topluma kabul ettirebilmiş olma hali, hayatımızın ilk döneminde kazandığımız ilk galibiyet. Çocuktuk ve artık babamız, annemiz, mahalleli, öğretmenimiz ve en önemlisi arkadaşlarımız bizim sorumlu, olgun bir insana dönüşmemizi onayladı. Bu çocuk yaşlarımızdaki küçük aferinlerden bir adım ötesi ve heyecan uyandıran bir duygu. Onaylanmak duygusunun sonraki hayatında sırtına yüklediği ağır yükün farkında olmadan yaşanan birkaç yılın güzel bir hediyesi. O nedenle bazı karakterlerimin, özellikle çocuk yaştakilerin bu duyguyu yaşayarak mutlu olmasını önemsiyorum.
Biraz da klişe mevzusuna değinelim isterim. Klişelerden şikayet ederiz ama asla vazgeçemeyiz. Sizin kitabınız için Klişe Hayatlar Matbaası ismini seçmenizin özel bir sebebi var mı?
Önceden de belirttiğim gibi yaşadığımız hayatlar zengin, fakir, kadın, erkek, köylü, şehirli vs. fark etmeksizin klişe. Yıllarca değişmeyen işleri yapıp, yıllarca değişmeyen fikirleri dinleyip, yıllarca değişmeyen sohbetleri yapıp duruyoruz. Ülkenin hatta dünyanın her yerinde, şehir hayatına küsüp bir sahil kasabasında inzivaya çekilen bir şehirlinin hayatı, sahil kasabasında oturanların klişe hayatlarına ortak olmaktan öteye gidiyor mu? Hayır. Değiştirebildiğimiz ne var peki? Tekdüze hayattan bıktım diyerek terk ettiğimiz her şeyde bir başka klişenin içine düşüyoruz. Yaşadığımız döngü klişelerden ibaret zaten. Fakirlikten kurtulduğun zaman, parası olan zenginlerin klişelerinin içinde dönüp duruyorsun hepsi bu. Ama ben zengin olayım da sürekli top oynayayım, benim de klişem o olsun demek de bir fikir tabii, ama net bir gerçek var, sosyo-ekonomik durumunuz klişe bir hayat yaşamanızı engelleyemez. Tam da bu nedenle, bir matbaa gibi sürekli, 7/24 birbirinin aynı, sadece kapakları değişik renkte olan milyonlarca hayat kitabı basan bir düzeneğin içinde olduğumuzu anlatmak için Klişe Hayatlar Matbaası adını uygun buldum.
Yazar olarak sizi ilk kez burada tanımıyoruz, Kafa Dergisi’ndeki yazılarınız, Komedi Dükkanı skeçleriniz ve tabii ki aktif bir Twitter kullanıcısı olarak tweetleriniz... Türkiye’de hiç dinmeyen gündem akışı var ama dönüp dolaşıp aynı konuları konuşuyoruz. Ve konuştuğumuz konular hep kötü ve biz tekrar tekrar yaşayarak alışıyoruz. Bugün yaşadıklarımız sizce 20 yıl sonra nasıl yorumlanacak?
Şimdi yaşadıklarımızı 20 yıl sonra yorumlayacak arkadaşlar, sosyal medyada her haberin altına yorum yapan kalabalık gibi bir kalabalık olacaksa pek bir şey çıkacağını sanmam. En fazla küfür ederek geçiştirirler, ama bu kalabalıktan birileri silkelenip kendine gelir ve “Ne oluyor?” diyerek gerçek bir sosyal analiz, hatta gündelik yaşam sosyolojisi yapmaya çalışırlarsa sanıyorum ki ilk söyleyecekleri şey: “Amma yorulmuş insanlar” diyeceklerdir. Zira biz yorulduk, yaşamaktan değil dertlerimizi birbirimize anlatamamaktan yorulduk. Yine de iyi niyetli olalım ve 20 yıl, 30 yıl sonra daha kolay anlaşabileceğimiz bir yöntem bulabilmiş olalım.
Öykülerinizi tarihe not düşmek olarak gördüğünüzü yazmışsınız. Peki sosyal medya, anlık tweetler de aynı işlevi görüyor mu sizce?
Her kitap tarihe armağan edilen bir belgedir. Yıllar yıllar sonra birileri bu kitaba ulaşınca belki çok acayip bir felsefe, edebiyat ile karşılaşmayabilirler ama en azından şunu deme şansları var: “Geçmişte birileri böyle duygularla böyle işler yapıp böyle sözler söylemiş, bu adam da oturup bunları yazmış”. Bu bile yeteri kadar önemli ve değerli. Bir satır şiirin yıllar sonra bizleri nasıl etkilediğini düşünürsek, yazılmış herhangi bir eserin mutlaka ve mutlaka ileride birgün, bir yerde birilerine ulaşıp, onlara bizi anlatması mümkün. Şu anda hızlı yaşayıp, üzerine sadece dakikalar ayırabildiğimiz yazışmaların, yani sosyal medyanın aynı vazifeyi yapacağını sanmıyorum, ama yine de ontoloji çalışanlar için geniş bir kaynak olabilir sanıyorum.
Peki size dair birkaç soru sormak isterim. Can Yılmaz kimleri okumaktan hoşlanır, esinlendiğiniz yazarlar var mı? Yazarken nelerden ilham alırsınız?
Ben özellikle küçük yaştan itibaren yakın tarih üzerine yazılmış kitapları çok severek okudum ve bu özelliğim halen de devam etmekte. Bu kitapların yanı sıra, Türk yazarların öykü kitaplarını, bazı yabancı yazarların öykü, deneme kitaplarını da merakla takip ederim ve okurum. Aziz Nesin’i özellikle severim, Sait Faik Abasıyanık’ı okurum, Reşat Nuri Güntekin’i ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı zaman zaman okurum. Yakın tarih yazarları içinde ismini sayamayacağım kadar çok yazarın kitabını okudum. Tarihe bir taraftan bakmamayı da öyle öğrendim denilebilir. Kitabın hangi göz, hangi bakış açısı ve hangi önyargılarla yazıldığını anlamak için okumak gerekiyor. Bu nedenle kitabın yazarına mesafe koymadan her türlü tarihi kitabı merak ederim ve okurum. Fakir Baykurt arada bir dönüp okuduğum bir yazardır. Herkes gibi Orhan Pamuk okumaya çalıştım elbette ve okudum da, fantastik öykücülerden İhsan Oktay Anar’ın kitabı çıktığında mutlaka okurum. Öykülerini sevdiğim Yekta Kopan, yakın tarihi biraz daha iyi anlamak için Halil İnalcık Hoca’nın kitaplarına, Abdülbaki Gölpınarlı’ya, İlber Ortaylı’nın kitaplarına sık sık başvurduğum oluyor. Soner Yalçın, Leyla Erbil, Can Dündar, Murat Menteş, Sinan Meydan, Hasan Ali Topbaş, Sunay Akın, Ayşe Kulin… Ahmet Ümit’in polisiyesinin yanında ayrıntılı yazmasını etkileyici buluyorum. Erol Mütercimler severek okuduğum yazarlardan. Ali Murat İrat, Hakan Günday, Nihat Genç de takip ettiğim yazarlar. Yabancı yazarlardan, Dostoyevski illa ki okunmalı, Jack London, Charles Dickens, Murakami’yi sayabilirim.
Cem Yılmaz kitabınızın arka kapağını yazmış. Burada sizin için “en güvendiğim eleştirmenim, en yakın arkadaşım” demiş. Bu yazıyı kaleme almayı kendisi mi istedi? Nasıl karar verdiniz?
Cem Yılmaz -yani kardeşim- ile uzun yıllardır birlikte çalışıyoruz, 7/24 beraber bir hayatımız var. Bu nedenle kitabın karar verilme, yazılma, basıma hazırlık vb. aşamalarında her zaman fikir alışverişinde bulunduk. Bu fikrin nasıl çıktığını hatırlamıyorum ama özel bir plan yapmadık galiba. Arka kapağa bir şeyler yazmak gerekiyordu, belki de bir biyografi, Cem’e “Sen yazsana” dedim, o da biyografi niyetine yazdı, çok da ilgi çekti sağolsun.
Sunay Akın kitabın önsözünde şöyle diyor: “Büyümek çocukluğun işgal edilen topraklarını korumaktır ama Can Yılmaz hayatın o en özgür ülkesini koruyor hala.” Duruş itibariyle daha ciddi bir mizacınız var ama siz de o içeride yaşayan çocuğu dışarı çıkarmaktan çekinmeyenlerden misiniz?
Sunay Abi kitabımı okurlardan çok önce okuyarak beni çok mutlu eden insanlardan biridir. Kitaptaki öykülerin çocuksu bir masumiyette yazıldığını fark etmesi çok önemli, zira kendisi de çocukluk masumiyetini kaybetmemiş nadir insanlardan. Yazdıklarını ve anlattıklarını dinlediğinizde sizde bıraktığı tat tam da bu: Çocukluğunu kaybetmemek… Öykülerde dil ve anlatım biçimi olarak kimilerince basit olarak görülebilecek bir teknik var, bu teknik gündelik yaşam ve gündelik dili ağır edebiyatın zorlu virajlarına sokmadan, bir çocuk naifliğinde anlatma şeklinde betimlenebilir. Tabii ki bunu yaparken, çok ciddi bir mizacın sahibi gibi görünmek de yorucu ama öyle değil, beni tanıyanlar veya en azından kitabı okuyarak biraz olsun empati yapan okurlar “ciddi mizaçlı adam” duruşundan farklı biri olduğumu fark edeceklerdir. Sanılanın aksine çok eğlenceli biriyimdir. Gün içinde ciddi durduğum zamanlar dakikalarla ifade edilir, şaka bir yana, ne kadar ciddi olunması gerekirse o kadar oluyorum. Ciddi veya eğlenceli olmak için özel bir çaba harcamıyorum; her şeyi gerektiği yerde, gerektiği kadar yaşıyorum. Çocukluğumuza dönme imkânım olsa bir saniye bile düşünmem…