Usta edebiyatçı Adnan Binyazar'ın çocukluk ve ilk gençlik yıllarını anlattığı anı romanı Masalını Yitiren Dev üzerine bir deneme.
On beş yaşında bir genç, bir akşam inşaatı henüz tamamlanmamış Diyarbakır Öğretmen Lisesi’nin ışıksız, tırabzansız merdivenlerini yüreği heyecan dolu bir şekilde çıkar. Üst katlarda birkaç gün önce bir yer keşfetmiştir ve loca adını verdiği bu yerden yazlık sinemanın perdesi ‘ayna gibi’ görünmektedir. Oynayan film Romeo ve Juliet’tir. Genç adam bu şekilde tek başına, sırtını tuğlalara yaslayarak ve her akşam yeni bir şey keşfederek pek çok defa izler bu filmi.
“Sözü yaratıcı çağrışımlar derinleştirir,” diye yazacaktır anılarına yıllar sonra. Shakespeare’in eseri zaten dünyaca ünlüdür, Juliet’i oynayan Norma Shearer’ın güzelliğine de diyecek yoktur ama genç adamı asıl etkiyen şey film boyunca duyduğu sözler, onların derin anlamı ve çağrışım kuvvetleridir. O, sözcüklerle neler yapılabileceğini asıl bu gecelerde keşfetmiştir sanki. Kelimeler ve deyimler Shakespeare’in kahramanlarının ağzında bin bir ışıltıyla dökülürken.
“Açın lokması dünyadan büyüktür”
Diyarbakır günlerini yıllar sonra kaleme aldığı anı romanı Masalını Yitiren Dev’de anlatan usta edebiyatçımız Adnan Binyazar, kitabının girişinde “Yazılışı tehlike yaratacak bir hayat yaşadım ben,” der. Zira Diyarbakır günleri, yazarın çocukluk / ilk gençlik döneminin nispeten iyi günleridir. Öncesinde İstanbul vardır, açlık, yokluk, çocuk yaşta Beşiktaş pazarında hamallık, fabrika işçiliği, aşçı yamaklığı, mezarlıklarda geçirilen yaz geceleri… Bu bakımdan Mehmet Kemal’in, Binyazar’ın anlattıklarını Gorki’nin yazdıklarıyla ‘eş tutarak’ anması hiç de yanlış değildir.
Mesela, bir ilkokulu ilk kez gördüğü o bahar gününde çocukların okul bahçesinde neşeyle koşup oynamalarını ve sonra da azıklarını çıkarıp yemelerini seyrederken onlara her anlamda özenir Adnan. Masalını Yitiren Dev’deki “Açın lokması dünyadan büyüktür” cümlesi çok çarpıcıdır. Doğrusu, dünyanın büyüklüğü ile insan tekinin bu büyüklük karşısındaki durumuna dair söylenmiş daha iyi bir kıyaslama cümlesi duymadım ben.
Yazarın sözünü ettiği tehlikeye gelecek olursak; bu, daha çok, İstanbul’da geçen o çile dolu günlerle ilgilidir. Adnan Binyazar, yaşadıklarını anlatırken melodrama düşmek, ağlak bir anlatıma kaymak konusunda kaygılar taşıdığı için anılarını yazmayı hep ertelemiştir. Zira onun yaşadığı hayat, çocukluğunda kardeşi Cengiz’le çektikleri, yazarın bu melodram tuzağına düşmesi için fazlasıyla malzeme barındırıyor. Ama Binyazar gibi Türkçenin yüz akı bir edebiyatçının böyle bir kaygı duymasına tabii ki gerek yoktur; çünkü burada da belirleyici olan dildir. Yazarın tertemiz üslubu ve kullandığı arı duru Türkçe anlatının düzeyini hep korur. Yazınsal anlamda doyurucu, sosyal anlamda öğretici ve çarpıcı bir kitap olup çıkar Masalını Yitiren Dev.
Açalım: Adnan ve Cengiz henüz çocuk yaşta pazarda hamallık yapmaya gönderilirler. Soğuk hava başlıca düşmanlarıdır. İnsanın parmaklarını donduran o kış günlerinden birinde iyi yürekli bir kadın müşteri eşyaları taşıdıktan sonra Adnan’ı bırakmaz. Evine davet edip ona çorba ikram eder. Ama daha öncesinde kadının getirip masaya koyduğu ‘bir tas ılık su’ sanki Adnan için daha değerlidir:
…suyun içine girince parmaklarımda uyuşma titreşimleri oldu. Çok sürmedi bu; az sonra parmaklarım üşümeyi hiç yaşamamış günlerdeki mutlu halini aldı. Dünyada her şey yolundaydı; o anda parmaklarımı soktuğum ılık su ne ise, çocuk yüreğimi avuçlarında ısıtan kadın da o idi. Mutlulukla mutsuzluk arasındaki yol ne kısaydı. Bu kısa yolu ne çok uzatıyorlardı!
Anadan öğrenilen dilin düşünce diline dönüşmesi
Adnan Binyazar’ın dilindeki berraklığın, sadeliğin kökeni sanırım yazarın okumayı öğrendiği ilk günlere kadar gider. Okuduğu kitaplar, ona kol kanat geren öğretmenler Adnan’ın dil bilincinin gelişmesini sağlayacaktır. Binayazar, Masalını Yitiren Dev’de nüfus cüzdanı olmadığı halde okula yazılmasını sağlayan ilk öğretmeni Nuri Onat‘ı saygıyla anar, Öğretmenlerden biri değildi, öğretmendi, diyerek.
Derleme Sözlüğü’ne Anadolu ağızlarından yüzlerce sözcük taşımıştır Nuri Bey. Dilindeki yalınlık, biçemindeki açıklık bu halk birikiminden kaynaklanır. Bu yönüyle anadan öğrenilen dili düşünce diline ulaştıran bir bilge kişiydi o.
Ankara’da Küçükesat’ta oturduğu daire, giriş katındaydı. Yoldan geçenler onu bol ışık altında, elinde kitapla görürlerdi. İçinin aydınlığını yeni ışıklarla donatırcasına okurdu, okurdu...
Yazar altını çok çizmez ama yukarıdaki ‘düşünce dili’ ifadesi dikkat çekicidir ve bize çok şey anlatır. Bir dilin düşünce diline dönüşmesi şüphesiz özel bir durumdur. Bu, cümlede de ifade edildiği gibi, ulaşılacak, ulaşılması gereken bir seviyedir. Gerçekten de, hep anadan öğrenildiği halinde kalan, orada donan bir dilden düşünce üretmesi ne kadar beklenebilir?
Tabii, yazı başka bir şey
Genç adam perdede Romeo ve Juliet’i defalarca izlemiş, senaryodaki diyaloglara, konuşmalara hayran olmuştur. Ama bununla yetinmez, eseri de okumak ister ve Romeo ve Juliet’i uzun müddet arar. Ancak o günün şartlarında herhangi bir kitaba ulaşmak o kadar kolay değildir. Burada bana ilginç gelen başka bir şey var: Binyazar’ın bu kitabın peşinde neden koşturup durduğunu anlatırken söyledikleri bugün edebiyatı, kitap okumayı, film yada dizi izlemeye tercih edenlerin seçimlerinin sebebini de açıklıyor sanki:
Romeo ve Juliet’i bir yıl sonra, Köy Enstitüsü’ne girdiğim yılın sonbaharında enstitü kitaplığında buldum. O gün sevinçten çıldırmıştım. Dönüp dönüp okudum. Bir kitabı anlamaya kulak yetmiyor. Harfleri gözünüzle görmelisiniz. Film izleyerek kitabı kavramak olanaksız. Ayrıntı, yazıdadır. El, kitaba değmeli. Mürekkebin kokusu alınmalı. Yazılar gözün derinliklerine ulaşmalıdır.
Yazar gibi, okur da kitabın yaratıcısı olmalıdır.
…O gün elime aldığım bu kitabı, ona Hamlet’i, Atinalı Timon’u da katarak yaşamım boyunca elimden düşürmedim. Bir de Cervantes’in Don Quijote’sini. Onların oluşturduğu çekim alanıyla nice kitaplara vardım. Kitap kitaba çağrı çıkarır. Okudukça okumanın yolları çözülüyordu. Kitabın ardından gittikçe kitap da bana ulaşıyordu. Dünya avuçlarımın içindeydi.
“Çocukluk dev bir masaldır”
Masalını Yitiren Dev anlatıcının Dicle Köy Enstitüsü’ne girişiyle bitiyor. İlkokula on dört yaşında başlayan bu ‘delikanlının’ çıkış noktası ve kurtuluş reçetesi olacaktır enstitü. Kitabın bu son bölümü, kısacık olduğu halde, Köy Enstitüleri’nin işlevi ve önemi üzerine insanı yeniden düşündürecek nitelikte.
Yazar, babasının evden ayrılışını, dedesiyle ilişkilerini ve ninesinin ağıtlarını anlattığı ilk bölümlerde masallarla insanın çocukluğu arasında bir paralellik kurar ve “Çocukluk dev bir masaldır,” der. Gelgelelim Binyazar’ınki masalı bozulmuş bir çocukluktur. Çünkü o, tüm çocukluğunu bir emekçi olarak geçirmiştir. İşte bu zorlu hayattan yıllar sonra bir Türk edebiyatı emekçisi çıkacaktır.
Görseller: Domenico Ruccia