Mutsuzluğun edebiyatla çok yakın bir ilgisi var. Çünkü ‘mutsuzluk’ edebiyatın en büyük ilham kaynağıdır ve mutsuzluğun halinden de en çok edebiyat anlar...
Başlığında ‘mutsuz evli’ olan bir yazıya, ilk akla gelen, roman sanatının en meşhur başlangıç cümlesiyle başlamak gerek... “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Aşksız evliliğinden muzdarip Anna Karenina’nın hikayesini bu cümleyle başlatır Tolstoy. Anna Karenina yüksek dereceli bir devlet memuru olan kocası Aleksey’le mutlu değildir ve renksiz hayatına mahkum gibidir. Ama genç kont Vronski ile tanışınca hayatta “aşk” diye bir şey olduğunu keşfeder. Kocası bu ilişkiden haberdar olduğu zaman Anna’yı toplum önünde rezil etmeyi (biraz da kendi itibarını da önemsediği için) düşünmez, ondan ilişkisini sessiz sedasız bitirmesini ister. Ancak Anna ve Vronski’nin ilişkisi sürer. Ama Anna, Vronski’ye kavuşsa bile mutlu bir hayata yaklaşamayacaktır yine de. Neden? Eksik olan nedir ki? Birbirine bağlılık yemini etmiş iki insanın ömürleri boyunca mutlu olması çok mu imkansız?
Amerikalı bilim kitapları yazarı Jared Diamond, Pulitzer ödüllü Tüfek, Mikrop ve Çelik (Guns, Germs and Steel: The Fates of Human Societies) adlı ünlü kitabında “Anna Karenina İlkesi” diye bir kavramdan bahseder. Yazar, Tolstoy’un bu cümlesini şöyle açar: “Bir evliliğin mutlu olabilmesi için çeşitli bakımlardan iyi yürümesi gerekir: cinsel arzu, para konularında anlaşma, çocuk terbiyesi, din, hısım-akraba ilişkisi ve daha diğer önemli konular... Bu temel konuların birinde başarısızlık evliliğin sonu olabilir. Bu evlilik diğer bütün olumlu maddeleri barındırsa bile...”
Dramaturji derslerinde karakter yaratmakla ilgili konuşurken, karakterin, kişiliği oluşturan fizyolojik-sosyolojik ve psikolojik boyutlarını sıraladıktan sonra, bunlardan bir tanesinde bile bir değişiklik ya da farklılık yaratmak istemesinin bir hikayenin oluşması için yeterli sebep olabileceğini anlatırız. Evli bir karakterin evliliğindeki her şeyin yolunda gidiyor gibi görünmesine rağmen bir arayış içine giriyor olması, aslında her şeyin o kadar yolunda gitmediğini anlatır elbet. Nitekim sinemada bunu anlatabilmek pek de kolay değildir, ciddi bir maharet ister, ama edebiyat bunun için önünüze sonsuz olanaklar koyar.
Vefasız Peri
Sanmayın ki bu olanaklar her seferinde her yazar tarafından çok iyi değerlendirilir. 1971 yapımı kült film Vanishing Point'ın senaristlerinden de biri olan, Kübalı film eleştirmeni, çevirmen yazar Guillermo Cabrera Infante’nin Vefasız Peri (La ninfa inconstante) adlı romanında da 1950’li yılların Havana’sında bir gazetede film eleştirmenliği yapan evli bir adamın, Estela adında annesiyle yaşayan 16-17 yaşlarında gencecik bir kızla tanışması ve onunla yaşadığı gelgitli aşk ilişkisi anlatılmakta. Aslında hikayesiyle Nabokov’un Lolita'sının ‘sadece bir kısmını’ andırsa da Infante’nin asıl derdi Margaret Kennedy’nin 1943’te sinemaya da uyarlanan romanı Vefalı Peri'nin (The Constant Nymph) ters yüz edilmiş bir halini sunmak.
Yazar, romanında ana karakterinin bütün ruh halini ve Estela’ya olan önleyemediği tutkusunu, buna karşılık son derece ‘bilgisiz’ görünen Estela’nın umarsız, farkında değilmiş gibi taşıdığı Brigitte Bardot güzelliğini uzun uzun anlatır. Ama genç adamın evliliğine dair neredeyse hiçbir şey anlatmaz. Hatta karısının da olduğu sadece birkaç cümle geçer. Belli ki Infante’nin amacı romana adını veren Vefasız Peri'nin benzerleri gibi kendi güzelliğinin gücünün farkında olmadığı izlenimi veren, kaygısız bir genç kıza kapılan ve idare kendinde sanıp da sonunda fena halde tersinin olduğunu kanıksayan adamın hikayesini anlatmak. Hikayenin kahramanı olan adamın tek derdi henüz hayata dair neredeyse hiçbir şey bilmeyen tazecik bir genç kızla birlikte olmak, kendisini ve egosunu tazelemek.. Ama ona nasıl bağlandığını yıllar sonra onu kaybedince anlayacaktır... Infante hikayesini anlatırken sık sık edebiyat ve filmlerden benzetmeler ve dil oyunları yapmakta, 1950’lerin büyüleyici Havana’sından bahsetmekte. Bu da hikayenin özünün biraz fazla gölgede kalmasını sağlıyor.
Vefasız Peri'nin Infante’nin ölümünden sonra yayımlanmış (2008) bir roman olması, yazarın kitabından çok da memnun olmadığını düşündürtüyor doğrusu. Nitekim sık sık dağılan yapısıyla, ana karakterinin ‘ev hali’ne hiç ama hiç temas etmemesiyle, Estela’nın dünyasına da fazla dışarıdan bakışıyla hedefi ortasından vuramıyor maalesef.
Ama hedefi tam onikiden vuran Alberto Moravia’nin Küçümseme'sini (Il Disprezzo) bugünlerde tekrar raflarda görebilirsiniz. Çünkü büyük oranda 1950’lerin Capri adasında geçen ve okumaya başladığınız anda akıp giden romanda da ilk senaryosunu yazmaya hazırlanan film eleştirmeni Riccardo’nun çöken evliliğine yanaşacak, çoğu sayfasında üzüntü duymanıza rağmen müthiş bir edebi tat alacaksınız.
Küçümseme ya da Nefret
1963 yılında Jean-Luc Godard’ın Le Mépris (bizde Nefret adıyla bilinen filmde Emilia’yı güzelliğinin doruğundaki Brigitte Bardot oynar) adıyla sinemaya uyarladığı Küçümseme, karısının sevgi ve saygısını yitirmiş, evliliği üzerindeki inisiyatifini tümüyle kaybetmiş bir adamın hikayesini anlatır... Bir yandan paraya ihtiyaçları olduğu için Riccardo, sevmediği bir yapımcı olan Battista’nın senaryo teklifini kabul etmek durumundadır. Yazması gereken senaryo, Odysseia'nın çağdaş bir uyarlamasıdır. Bu onun için bir ızdıraptır. Çünkü o da karısı Emilia’ya tekrar ulaşabilmenin çaresizce yollarını arıyordur.
Riccardo’nun gerçekle yüzyüze gelişi, Emilia’nın kendisini küçümsediğini söylemesiyle olur. Onun bu duyguya nasıl eriştiğini çok merak eder. Evliliğinin bittiğini, üstelik de kendi elleriyle nasıl da bitirdiğini bir türlü anlayamaz ve göremez.
Küçümseme'de Riccardo’nun çalışmaya zorlandığı Alman yönetmen Rheingold ona Homeros’un başyapıtı Odysseia'daki Odysseus’un yolculuğuna başka türlü bir okuma yapmak istediğini anlatır ve Riccardo’nun yazacağı senaryoyu da buna göre yazmasını ister. Ona göre Odysseus aslında karısına ulaşmak istemiyordur ve bu yüzden önüne çıkan tüm engeller aslında onun olmasını istediği ve karısına gidişini yavaşlatması gereken engellerdir. Riccardo yönetmenin bu fikirlerini ilk duyduğu andan beri reddetse de aslında uzun zamandır kendi evliliğinde çok da farkında olmadan yaptığı şeyin bu olduğunu biz okur olarak çoktan anlamışızdır bile. Emilia ile Battista’nın adeta yakınlaşması için zemin hazırlayan Riccardo, Battista’nın yazlık evinde kaldıkları süre içinde karısının sevgi ve saygısını tekrar kazanmak için ‘kendince’ bir şeyler yapar ama bunlar çok yetersizdir ve altında da öyle tutkulu bir istek de yoktur. Her yaptığı işin karısı ve evlerinin borcunu ödemek için yaptığını söyleyen Riccardo, bize bunun aslında onun bencil düşüncelerinin bahanesi olduğundan şüphelenmemizi sağlar.
Çağdaş İtalyan edebiyatının güçlü yazarlarından biri olan Moravia, evlilik üzerine yazılmış en güzel romanlardan birine imza atmıştır aslında. Yazar, Riccardo’nun anlatıcılığıyla onun beyninin içini öyle dolu dolu tasvir eder ki, okur kendi benliğinin kimi karanlık köşeleriyle de yüzyüze gelebilir bir anda.
Ama romanın son bölümü olağanüstü güzellikte yazılmış bir hayalden oluşuyor. Godard filme dahil ederek bozmak istememiş belki de... O son bölüm yüzünden kitabın ingilizce çevriminin adı A Ghost at Noon'dur.
Bir Gün Tek Başına
İnsan doğasına ne kadar uygun olup olmadığı yüzyıllardır tartışılan evlilik kurumunu konu alan en unutulmaz edebiyat ürünleri, melankolik kahramanlarının ruh hallerine en iyi ayna tutanlar oldu hep.
Vedat Türkali’nin daha ilk romanı olsa da okuyucusunda büyüleyici bir etki bırakan Bir Gün Tek Başına mesela... 1950’li yıllarda Türkiye’de, 27 Mayıs 1960 darbesinin koşullarını hazırlayan zamanlarda karısı ve çocuğuyla korunaklı hayatını sürdüren Kenan, bir zamanlar içinde olduğu siyasi mücadeleden vazgeçmiştir artık. Ama direnişçi bir gencecik kız olan Günsel’e aşık olması onun bütün dengelerini bozar. Türkali’nin daha ilk romanında türkçeye olan hakimiyeti baş döndürücüdür. Özellikle de Kenan’ın Günsel’e aşık olduğu o meyhane sahnesi, resmen ‘kelimelerle yazılmış sinema’dır. Kenan’ın evliliğinin profili de en az onun Günsel’le yaşadıkları kadar detaylı ve doyurucudur üstelik. Vefasız Peri ve Küçümseme'den farklı olarak bir dönem profilini de ustalıkla taşır Türkali’nin romanı. Bu özelliğiyle Türk edebiyatının en iyi aşk romanlarından biri olmakla kalmayıp en iyi politik romanlarından da biridir. Bir türlü mutluluğa ulaşamayan bir arayışın hüzünlü romanıdır.
Richard Yates’in Hayallerin Peşinde'si (Revolutionary Road) ise bizi bütün kurtuluşu Paris’e taşınma kararı almakta bulan April ve Frank çiftiyle tanıştırır. Bu sefer de 1950’lerin Amerika’sındayızdır ve birbirlerinin prangası olduklarını düşünen evli bir çiftin mutsuzluk içinde debelenişini okuruz. Bu derin mutsuzluk Paris’e taşınma hayaliyle ötelenir bir süreliğine ama aradıkları kurtuluşa ulaşabilmeleri pek de mümkün değildir... Yates’in rahat dili ve samimi üslubu Hayallerin Peşinde'yi film izler gibi okumanızı sağlıyor. Yönetmen Sam Mendes’in sinema uyarlaması da hiç fena değildir ama kitabın ‘zamansız’ bir lezzeti vardır.
Dikkat ederseniz Anna Karenina'dan sonra burada adını andığımız bütün kitaplar, 1950’lerde yaşayan mutsuz evli insanların hikayelerini anlatmaktalar. Farklı dönemlerde ve farklı coğrafyalarda yazılmış 1950’lerin mutsuz evliliklerinden manzaralar sunan bu romanlar, bugün bile çok rahat karşılıklarını bulmaktalar hayatta. Flaubert’in Madame Bovary’si gibi derin bir hayalkırıklığı yaşayan tatminsiz kadınlarla, Ibsen’in Tesman’ı gibi karısı tarafından kullanılan adamlarla, Reşat Nuri Güntekin’in Mürşit Efendi’si (Acımak) gibi yanlış bir kadınla evlenen ama boşanma cesaretini gösteremeyen erkeklerle, Uşaklıgil’in Bihter’i gibi kendisinden yaşça ve kafaca yaşlı bir adamla sıkıntılı bir evlilik yaşamaya mahkum edilmiş gencecik kadınlarla dolu bir dünya bu... Evet hâlâ öyle...
Ve edebiyat varoldukça da, evli olsun ya da olmasın, insanın mutsuzluğu, yine en iyi kitaplarda anlatılacak her zaman...