Sevgili Feridun, öncelikle seni Türkçeye bir kalem kitabı armağan ettiğin için kutlarım. Hıfzı Topuz'dan Faruk Duman'a 45 yazar ve şairin katkı verdiği bu kitap, 'kalem edebiyatı'mıza da 45 öykü kazandırmış oluyor böylece. Sağol. Ayrıca yazar ve şairlerin ve onların çalışma masalarının, ortamlarının, el ve yazılarının fotoğraflarını çeken Filiz Kumru da özel bir teşekkürü hak ediyor. Kitabı destekleyen, yayımlayan ve grafik tasarımını başarıyla gerçekleştiren ADEL, Varlık Yayınları ve Sevtap Yakın'a da katkıları ve titizlikleri için teşekkür borçluyuz.
***
-Konu kalem olunca, benim kuşağım ve daha üst kuşaklar için olduğu kadar, genç kuşaklar için de bu kitabın özel bir değeri olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz bir 'kullanım değeri' var, ama estetik değeri, koleksiyon değeri, nesne değeri ve bir tasarım olarak sanat değeri de çok önemli kalemin. Kitabın “Kalem Ucuyla” yazdığın önyazısında da belirttiğin gibi, Kalem Kitabı (Varlık Y., Ağustos 2014) yazın ve yayın tarihimizde bir 'ilk'. Kitabın şimdi yayımlanıyor olmasında, teknolojinin bunca gelişmiş olmasının kalemi her açıdan daha 'değerli' kılmasının da payı/etkisi olabilir mi?
Algı çok önemli. Çünkü, insanların şöyle düşünmesini hiç istemem/istemedim de: kaleme ağıt! Gerçi, kitabı kurma düşüncesini tasarlarken yazdıklarım/konuyu açtığım yazarlardan böyle bir bakış/karşı duruş görmedim. Yalnızca kalemle yazmayı bıraktıklarını (!), yazmayı bıraktıklarını dillendirenler olduğu gibi; bilgisayar olmasaydı yazar olamazdım diyenler de çıktı. Doğaldı bunlar benim için. Ne bir tarihçe ne de bir övgü kitabı kuralım diye yola çıkmadık. Sen, ben ve diğer yazarlar…yani yazdıkça yazanlar kalemle yolculuklarımızı anlattık… Yalnızca kalemle/kalemli yazı/yazarlık öykünüzü dillendirin, dedim. Bu yolculuğunuz nasıl başladı, bugün kalemle nasılsınız…Sizi nerelere taşıdı, siz onu nerede tuttunuz hayatınızda…Özcesi tümüyle bunlar yansısın istedim. Bir ölçüde de yansıdı sanırım!
Öte yanına gelince, teknoloji kalemi hayatımızdan silip götürüyor, izlerini yakalayalım gibi bir kaygıdan yola çıktığımı söyleyemem. Çünkü, kalemin işlevi bambaşka… İstanbul’u resimlemek için gelen, “dahi bellek” diye adlandırılan Stephen Wiltshire’’ın çizgilerine bakıyorum, çizerken ki kalem tutuşuna… Bunları hiçbir teknolojik aygıtla/araçla çizmeniz mümkün değil. Üstelik, kalem yalnızca çizdirmez/yazdırmaz; düşüncenizi duygunuzu taşır oraya. Yani “kalem” hâlâ değerli/anlamlı/gerekli, biraz bunun görülmesi/anlaşılmasını istedim. Üstelik yazının/edebiyatın içinden bakarak…
-Sen de her ne kadar iletişim teknolojisinin kolaylıklarından yararlandığını söylesen de bir 'kalem erbabı'sın. Önemli bir denemeci ve edebiyatçı olarak 'kalem kuşağı'na mensup olduğunu düşünüyorum. Bir 'Kalemperest' yani. Gerçek anlamıyla bir yazı yolcusu olmanda kalem-kâğıt ilişkisi ya da ikilisiyle yaşadığın ve sürdürdüğün serüvenden söz eder misin biraz?
Çizgili bir hayatım oldu hep, öyle ki bu yaşam ritüeline dönüştü giderek… Yaşama mekanımdan düşünme biçimi, gündelik hayatımın seyrinden yolculuklarımın beni taşıdığı yerlere/mekanlara kadar belirleyici oldu. Nürnberg’e mi gittim, ilk aradığım yer bir kırtasiye dükkanı/kitapçı/müze oldu. Lezzet mekanlarını bile bunlardan sonraya bıraktım. Sonra bir kahvehane/cafe bulup defterimle kalemimle o yere dair, orada okuduklarıma dair yazmaya başladım. Bazen çizdiğim de oldu. Bu başka bir ivme, gözün/algının ivmesini gerektiriyor. Yazının olmasa da, çizginin acemisiyimdir halen. Ama çizgili hayatım hep var; masalarımda, çekmecelerimle (masalarım ve çekmecelerim de) buna tanıktır.
Kalemi kâğıtsız/deftersiz düşünmek, masanızdan ayrıldığınızda bunlarsız sokağı çıkmak… Benim için pek mümkün değil. Görme yolculuğumda belleğim çoğu şeyi kaydetse de, çizmek/yazmak vazgeçilmezim. Kendimi böyle yetiştirmişim, herkesin kalemle yolculuğunda farklı ritüeller vardır kuşkusuz. Gene de benimkinin hayatı anlama yolculuğunun araçlarından/aynalarından biri olduğunu düşünürüm.
-Çok güzel bir saptaman var, çok da hoş bir biçimde, oyunlu kurmuşsun cümleyi de: “Kalemin yerine ne(yi) koyarsak koyalım; yazının ucu gene bir yerde kaleme değiyor.” Benim için şiirde değiyor en çok kalemin ucu kağıda ya da yazının ucu kaleme. Sana sorsak ne derdin?
Kalmak… kalıcı olmak…kayda geçmek veya kale(m) gibi olmak…Bence, hayatımızdaki her nesnenin metaforik yanı vardır. İşi/işlevi ve bakışımıza göre tabii ki… Değen, dokunan hayat iyi bir hayattır. Bir insanın sevgisinin, aşkının dokunması gibidir. Kalem(e) de dokundukça yazma duygum çoğalır. Örneğin; elime/önüme aldığım kaleme dokunarak konuşmak veya okumak ya da düşünmek, ara ara çizmek, bir iki sözcük düşmek bir kağıda… Bu biraz da hayatla/düşünmeyle, evrenle kurduğunuz bağın işaretleri gibi gelir bana. Yani kamenin ucuyla dokunursun her bir şeye. “İlk insan”, o keşfeden/bulan/yaratan insan alışkanlıklarından kolay kolay vaz geçmiyor. Steve Jobs bir söyleşisinde anlatmıştı. Elmaya dokunduğunda diğer elinde de kalem olduğunu, çizdiğini… Bugün bizi nelerle buluşturdu bakın…
Galiba, biz yazanlar/okuma düşkünleri, zaman zaman kalemin ucuyla hayata bakmayı seviyoruz. Bir kimyagerin laboratuvarında çalışması, bir fizikçinin deney tezgahında ve doğadaki gözleme uğraşı gibi biz de kalemin ucuyla hayatı ve doğayı anlamaya/yorumlamaya çalışıyoruz… İşte bu noktada kâğıt… ne büyük bir nimet! Onun pütürlü yüzeyi, rengi, kokusu, kalemle buluştuğundaki hışırtısı… Yaratıcılık sanki asıl bu buluşma/karşılaşmada başlıyor…
-'Kalem koleksiyoneri'sin, galiba başta Doğan Hızlan olmak üzere, Ahmet Telli, Orhan Tekelioğlu, sen, bildiğim tutkunlar arasındasınız, kitaptan öğrendiğim kadarıyla Emre Kongar da... Bu yalnızca yazanlara özgü bir tutku değil sanırım. Eski, yeni bildiğin kalem tutkunları kimler ve onlar da kendi aralarında kalemine göre farklı gruplara mı ayrılıyorlar?
Çevremde kalem koleksiyoneri olan bildiklerim, tanıdıklarım var, ayrıca dostlarım…Bazıları adlarını saklı tutuyor nedense. Zaman zaman ben de düşünürüm, evime hırsız girse içim en çok
kalemlerimden yana titrer. Açıkta olanlar da vardır, saklı duran ya da (deli) koleksiyonerlerin yaptığı gibi dizi dizi çekmecelerde duranlar da…Bir de açık defterlerin ucunda yazıcısını bekleyenler…bunlara başka ellerin dokunduğunu ya da çekip oradan onu bir elmas kaçırırcasına alıp gittiğini düşünün…Bu karabasanımı bilen yakın bir dostum; “Merak etme bu ülkede başka hırsızlıklar varken kalem hırsızlığına alışan yoktur henüz," demiş şunu eklemişti bir de; “kalemini satanlar var ama kalemini çaldıranlar pek yoktur bu ülkede…” Sahi, “Aşk Hırsızı” diye bir film da vardı; ama “kalem hırsızı” olmadı hiç, değil mi? Ama kalem gene de baştan çıkarıcıdır her anlamda, bunu yalnızca işin “erbapları” bilir …
-Uzun yıllardır yazı, öykü seminerleri de yaptığın için senin de iyi bildiğin bir şeyden söz edeceğim. Oradaki yöntemlerden biri de, öğrencinin çok sevdiği bir metni, şiiri, bir kitaptan bir bölümü elyazısıyla yeniden yazmasıdır. Bu bana olduğu kadar öğrenciye de ilginç gelir. Ama yazmayı sevdirdiğine hiç kuşku yok. Kitapta Maria Konnikova'nın bir saptamasını anıyorsun, elyazısının çocuğun yetişme çağında zihinsel gelişmesindeki önemini vurguluyor. Elyazısı deyip geçmemeli sanki değil mi, alınyazısı gibi bir yandan da?..
Kesinlikle. Yazdıkça o yazıyı/yazgıyı biçimlediğimizin kaçımız farkındayız acaba? Şimdilerde düşmüşüz şu okulda türban, bunda imam yetişsin diye. Siz önce kalemle yazdırmayı öğretebiliyor musunuz? Geçen gün bir dersimde, Hugo Chavez’in Cervantes’in “Don Kişot”unu 1 milyon bastırıp dağıttığından, ama şunu söylediğinden söz ettim: “Haksızlıklara karşı nasıl mücedele edilebileceğini görmeniz için okuyun bu romanı, biz Latin Amerika’da bunlarla nasıl mücadele ediyoruz görün…” ama şunu da ekledim; olanağım olsa üç şey yaparım bu ülkedeki eğitimde: Montaigne’nin denemelerini, Cervantes’in Don Kişot’unu ders olarak okutur, elyazısıyla yazmayı ilk ders yaparım. Yolu elyazısından geçmeyenin “insan” olabileceğini pek düşünemem.
-Kurşunkalem için ne güzel demişsin, 'içi mineli bir ahşap'. Tarık Dursun K. da ilginç bir şey söylüyor, 'fiyakalı pezevenk' diyor sevgiyle. Hilmi Yavuz Muhyiddin-i Arabi'nin sözünü hatırlatıyor: “Allah'ın ilk yarattığı şey Akıl'dır ki, o da Kalem'dir.” Nursel Duruel'in sözü de çok etkileyici, “Elyazısı yazılandan fazlasını gösterir” diyor.
Kalem-kâğıt üstüne senin kadar olmasa da, bir kaç yazı da ben yazdım. Yukarıda da değindim. Hayli düzyazı yazıyorum ve 4 yıldır da artık doğrudan bilgisayarla yazıyorum, doğrusunu istersen pek içime sinmiyor yazdıklarım. 4 yıl önce kalemle yazar, sonra bilgisayara çekerdim, çift dikiş, çeliğe su verildiği gibi aslında yazıya da değer vermiş gibi hissederdim kendimi. Şimdi öyle değil. Ama şiir başka, aşk gibi, o yüzden mutlaka kalemin kağıda değmesi gerekiyor...Ne diyorsun bu duygulara?
Kâğıt ve defterler…Yazılı bir hayatın vazgeçilmezi değil midir Haydar? Severim Aşık Veysel’in “elim değse yavaşça yavaşça” imleyişini…Koyun kuzuyla gezer mi yoksa, değil mi? Ayrı gayrı olacak elbette; hatta birbirini itekleyecek, tetikleyecek; biri ötekine bakıp özenecek. Ben hep kalıcı olandan yanayımdır; iz bırakandan…bu nedenle o iki işi severek üstlenirim. Çünkü bilgisayar benim gözümde “son işlemci”dir hâlâ. Bazıları para biriktirmeyi sever; ama ben yazdığım defterleri, yazacağım defterleri, yazmaya kıyamadığım defterleri biriktiririm…Kâğıt tutkunuyumdur, bir de renk renk mürekkepler…
-Doğan Hızlan için küçük bir portre yazısı yazmıştım, başlığı “Kalem Efendisi”. Sen de hem 'kalem erbabı'sın, hem de “Kalem efendiliği'ni severdim. Kızlara caka satmak değildi çabam. Sanırım tek derdim okuyan çocuk olduğumu hissettirmekti” diyorsun kitapta. Hem okuyan hem de yazan bir çocuk. Biraz da kalem tutkunu biri olarak okuma, yazma serüveninden konuşsak...
Okurluğumun hep yanıbaşındadır kalem ve kâğıt/defter. Çizgiyle başladım, annem öyle anlatır. Kadın terzisiydi annem, onun çalışma ritüelleri, ellerinin hüneri etkilemiştir beni. Babamın camaltı resimleri çizmedeki tutkusu gibi… Sanırım okuma ve yazma eğilimimi tetikleyen bir durumdu bunlar. Tabii ki ortaokuldaki resim öğretmenimizle karşılaşmamız asıl yol/yön açıcı oldu. Sanırım erken yaşta bir potaya yöneltti bizi. Akıl almaz bir sanat eğitimiydi onunla yaşadığımız.
-Son sorum, yazılarından tanıdığım ve senin büyük bir vefayla anlattığın, andığın resim öğretmenin Fuat İğdebeli'yle ilgili. Artık senin kalemle yazılmış bir Fuat İğdebeli portresi, biyografisi ya da anlatısı hazırlaman şart oldu. Yalnızca resim öğretmenin değil ama, aynı zamanda okuma, yazma öğretmenindi sanıyorum...
Bu, gidilemeyen bir ülke gibidir. Hani bir zamanlar seni beslemiş, büyütmüş ve gitmelere salmıştır ya…Bir daha dönemezsin, gidemezsin oralara. İğdebeli Hoca biraz da öyledir benim için. Yazdıkça tükenmesinden, hatta ölebileceğine inanmaktan korkuyorum. Onun ötede bir yerlerde yaşadığını bilerek yaşamayı seviyorum. Yaşıyor da elbette. Ona dair “Sandıktaki Resimler” diye bir kitap kurmaya başladım epeydir… Bu aynı zamanda görsel hafızamız da olacak bizim. Biliyorsundur, Hüseyin Haydar ile biz onun öğrencileriyiz, Hüseyin ortaokuldan beri arkadaşım, dostum, kardeşimdir. 1960’lı yılların Türkiyesi’nde, Doğu’da, bir taşra kentinde verilen sanat eğitimi “model” olacak düzeydedir. Hocamızın hocası Bedri Rahmi Eyuboğlu bizim okuldaki “iş salonu” adı verilen resim atölyemizi gördüğünde şunları söylemişti ona: “Fuat, ben bile Akademi’de böyle bir yer, böyle bir eğitim veremedim…”
Varın ötesini siz düşünün, abartı değil, yazılası bir öyküdür bu. Orada her şey vardı: resim, müzik, heykel, fotoğraf, edebiyat, doğanın keşfi, yeri tanımanın yolculukları… Ve kalem elbette, fırça, boyalar…
-Eklemek istediklerin...
Eğer zaman ayırabilirsen böyle iki kitap daha kotarmak istiyorum: ilki yazar defterleri, diğeri de yazarlar ve kentleri…
-Çok teşekkürler, kalemine sağlık...