İlk Çalgı İlk Harf İnsan Sesiydi
Bilgiyle, bilginin yarattığı ışıkla yol aldığımız yaşam pratiğinde, bencillik, ihtiras, kin gibi duygularımızdan arınmak isteriz. Ruhumuzda yalınlığı arayarak iyi kullanılmış günün her ânıyla adım atan bizler, güzeli arıyoruz! Bu arayışta aklımız, yüreğimizin derinliklerinde bulduğumuz gücümüz ve ruhumuzun dengesi olan güzellikler öncümüzdür. Sanat kavramına yakın duruşumuzla, içimizde, ruhumuzun derinlerinde bir yerlerde gizlenmiş, bulunmak için bekleyen o yaratıcı enerjiyi keşfederiz. Biricikliğe yol gösteren, güzellikler yaratmaya, güzelliklerden yararlanmaya yönlendiren sanat kavramı, öznenin var oluşundan başlayarak onun ayrılmaz parçası olmuştur. Yaşam pratiğinde düşünce, ahlak ve sosyal alanlarda ilerlemeye, kendimizi tanımaya, bilgilenmeye, kendimizi olgunlaştırmaya koyulurken karşılaştığımız sanat kavramında “Aklı” buluruz. Sanatın, özneye bir yandan estetik ve düşünsel boyutlar kazandırdığı, bir yandan da kendiyle yüzleştirerek değişim-dönüşüm için cesaret, güç verdiğini görürüz. Sanat bu işlevini: “Haz” duygu ve beğenilerini geliştirerek, özneyi daha duyarlı, uyumlu kılarak yerine getirir. İşte tam da bu noktada karşımıza “Güzellik” anlayışı çıkar. Haz alma aracı olmasının yanı sıra sanat: Bilgilenme aracıdır da! Sanat yoluyla soluklandığı dünyayı anlama ve anlamlandırma sürecini yaşayan özne, bu yolda onun bir parçası olur. Elbette ki sanatın her zaman için bir toplumsal boyutu ve devrimci amacı da vardır. Sanat üreticisi, var olandan duyduğu sürekli kaygı, yetinmeyişliği, farklı olana yelken açışıyla geleceğin habercisi, bugünün yargılayıcısıdır da! Bu eylemleriyle sanat üreticisi geleceğe yönelik istek ve umutları, beklentileri canlandırıp yansıtmayı sanat yoluyla olanaklı kılar. Böylesine bir gücü ve yaratıcılığı sanatın tüm disiplinlerinde buluruz. Sanat üreticisi ve tüketicisine düşen görev: Onu biricik kılmak, ucuzlatmamaktır!
Sembollere bürünen ve yedi sesi üreten; ritim öğesi öznede düzen ve ölçü, ezgi öğesi de dostluk ve birlik duyguları yaratan “Müzik” ve “Müzik-Edebiyat” ilişkilerine, bu disiplinlerin derinliklerini de dikkate alarak yakınlaşmaya çalışacağım. İnsanoğlu iki ayağı üzerine kalktığı, elini kolunu kullanmaya başladığı günden bu yana kültürel etkinliklerde bulunmuş, avına yaklaşırken çıkardığı ses, tarlasını sürerken güç bulma anlamında geliştirdiği ritim duygusu ve sesleri, rüzgârın, denizin, kuş seslerini sesinde yinelemesi, taklit etmesi, ezgilerin doğmasındaki ilk adımlar olmuştu. İlk çalgı, ilk harf insan sesiydi! İnsanın içinde, derinlerinde, bulunduğu ortama uygun yansıttığı, içinde var olan ses, harf! İnsanoğlu sesini kullanabilmeyi, nesneleri birbirine vurup ses yaratabilmeyi, hayvan kemiklerine üfleyip sesini gürleştirmeyi başardığında müzik tarihi de günümüze doğru yola koyuluyordu. Antik çağlarda dans, ses ve çalgılarla her çeşit törenin vazgeçilmez konuğu müzikti. Yaşamın, düşündürücü, duygulandırıcı, devamla tüm alanlarında her zaman karşımıza çıkan müzik! MÖ 300-500 lerde müzik, toplumları bütünüyle etkisi altına almış, sevinç ve hüznün ifadesinde önemli yer tutmuştu. Helenistik dönemde müzik, dans, şiir, dinsel törenler iç içe geçmiş bir bütündü. Sonraları insanoğlu o gün içinde bulunduğu ruh haline uygun, doğayı yansıtan, yalnızlığını dile getiren, doğa güçlerine tapınma eyleminde mırıldanan, tepkili anında çığlıklar atan, sevincinde neşeli, zorda hüzünlü ezgiler yaratmış, içinde bulunduğu kültürel davranışı müzik bağlamında günümüze dek ulaştırmış, geliştirmiştir. Ciddi anlamda müziğin doğuşuna yönelik bilgiler bizi MÖ 3000’li yıllarda Mezopotamya ve Mısır’a götürür. Yine son zamanlarda yapılan araştırmalarda ise Mısır ve Mezopotamya öncesi Anadolu’da müzikle karşılaşırız.
Müzikte Yolculuk
Ortaçağ’da müzik sanatı bin yıl gibi uzun bir süre din baskısı altında kalarak kilisenin belirleyiciliği ile gelişme gösterebilmiştir. İşte bu süre içinde “Halk Müziği”ne kapanan müzik sanatı, manastır içi bir sürece ve gelişmeye girmiş, teorik boyutu ile Rönesans dönemi erken barok döneme zemin hazırlamıştır. Ortaçağ, kilise egemenliği altında milattan 15. yy başlarına dek sürer ve bu dönemde ilkçağa ait çalgı müziği papazlara göre putperestliği ve dünyevi zevkleri çağrıştırmaktadır. Ancak VI. yy da, halk müziğinin kilise kapısından içeri girmeye başlaması, papazların endişelenmesine neden olur. Bu endişe Papa Gregor’u, tüm Hıristiyan dünyasının kiliselerinde yapılacak törenleri birleştirme işine götürür. Bu da kilisenin tek sesli tören melodilerinin o günden sonra bugün de Gregor Melodileri olarak anılmasına neden olacaktır. Kilise müziğindeki bu birlik çabası sonraları bilimsel çalışmalara neden olmuş ve 16.yy’a esin kaynağı olmuştur. Gregorian Ezgileri, anılan döneme ilişkin önemli örneklerdir.
Akıl ve ilim sentezi içerisinde, bilimsel düşünceye yönelik olan insanlık kardeşliğinin başlangıcı, önce insanın kendisidir. Mutlu olmalıyım ki mutluluğu yayabileyim; kendimde biriktirdiğim mutlu enerjiyi tüm insanlığın hizmetine sunabileyim. İnsan hatalarını, kusurlarını gidermeye çalışacak, yeteneklerini iyiye kullanarak kendini geliştirecektir. İşte Rönesans ruhu da artık kilise otoritesinden uzaklaşan insancıl bir ruh taşır. Coğrafi keşifler, bilim, görsel sanatlar, edebiyat önemli gelişmeler gösterir. İnsan yaşamında büyük yeniliklerin yer aldığı yaşama sevincinin, coşkusunun her sanat yapıtına yansıdığı görülür. Bu, müzik tarihinde de 1450-1650 dönemini kapsar. Bu dönemde müzik sanatı tek seslilikten kurtularak yenilenmeye yol almaktadır. Barok Öncesi dönem, besteci Antonio Vivaldi, Johann Sebastian Bach ve daha pek çok barok dönem ustalarına esin kaynağı olma yolundadır. İngiliz besteci Henry Purcell’in müzikleri, sözünü ettiğim: “Ortaçağ kilise egemenliğine göre, ölümden sonrasına hazırlanması gereken insanoğlunun en kutsal çalgısı kendi sesi olmalı!” düşüncesinden uzaklaşan ve yaylı çalgılar çok sesliliğini insanlığa armağan eden örneklerdendir. (Ayrıca Purcell, müzik edebiyat örgüsü bağlamında: Abdelazer’in İntikamı adlı tiyatro müziğiyle de günümüze ulaşmıştır.) Sanatçı, bu dönemde kişisel duygularını dile getirmenin, kendini ve çevresini sorgulayabilmenin özgürlüğünü tatmaktadır. İlerlemek için kendimizi tanımalıyız! Ortaçağ’ın yalnızca cennete hazırlık yapan ortamı yerini, bu dünyanın yaşanası güzellikte olduğu düşüncesi ve yaratısına bırakmıştır. Barok dönemde, varlıkların güzelliğinden duygusal etkileşim ön plandadır. Bu etkileşim varlıkların en ince ayrıntılarını en soylu şekilde yansıtma kaygısını taşır. Bir yanda gelişen yaylı çalgılar, diğer yanda insan sesi, müzik sanatında Antonio Vivaldi Mevsimler / Gloria; J.S.Bach Passionlar vb. farklı rüzgârlar estirmekteydi. Elbette örneklediğimiz bu isimler çoğaltılabilir.
1750-1827’ler arası Klâsik ve Erken Romantik Dönem’den söz etmeye başlıyoruz. Orkestra ailesi kurulmuş, orkestrasyonlar, senfonik yapıtlar gelişmiştir. Artık yalnızca müzikte değil Klâsik Stil’den söz ediliyordu ki hâlâ bugün güncelliğini hiç yitirmemiştir. Bu dönem Romantizm’in kapılarını aralayacaktır. Dinde doğallık önem kazanır, sağduyu ön plandadır. Bireysel özgürlük yavaş yavaş otoritenin yerini alır. Tüm örgütler, bilim, sanat, din, tüm kurumlar bireye hizmet eder.
Sıradan insana ulaşmak, sanat yapıtını ona taşımak kaygısı hakimdir. Bu dönemde yaşanan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, Fransız Devrimi, Endüstri Devrimi önemli toplumsal olaylardır. Yine bu dönemde müzik sanatı soylulardan halka ulaşır ve halkın içine siner. Müziğin görevi: Doğayı olduğu gibi, zarif anlatımla yansıtmak, gerçeğin güzel seslerini duyurmaktır. Klâsik ve Erken Romantik döneme örnek olan iki önemli besteci: W.A. Mozart ve L.v. Beethoven. Klâsik dönemin kurucularından olan Mozart, Klâsik dönem ustası Beethoven’a esin kaynağı olmuştur. Mozart müziğinde orkestra, yaylı çalgılarla birlikte nefesli çalgılara da ailesinde geniş yer verirken ilk çalgı olan insan sesini de unutmamıştır. Günümüze ulaşan Mozart’ın Requem adlı eseri orkestra ailesi ve insan sesinin önemli örneklerindendir. Ancak Beethoven’ı klâsik dönem bestecilerinden ayıran en önemli özellik demokratik cumhuriyet arayışı akımından büyük ölçüde etkilenmiş olmasıdır. Onun elinde müzik artık soylular eğlencesi değil, toplumun tüm katmanlarının ortak duygu ve düşünce birikimini temsil etmektedir. Onu, müziğiyle patronlara karşı duran bağımsız, yaratıcı kimliğiyle tanırız. Hatırlayalım, bugün çocuklarımızın dahi çok iyi bildiği bir senfonisinin son bölümü. Ozan Schiller’in “Neşeye Övgü” şiirine ustaca yer verdiği ve kendi ahlaki felsefesini yansıttığı senfonisi! Bugün de Avrupa Birliği’nin ifade edildiği o ünlü yaratısı: 9. Senfoni.
Bireysel Bilinç Dönemi olarak anacağımız Romantik Dönem bireyselciliğin geliştirilmiş biçimidir. Öznelliğe, kişisel duyarlılığa dayanır. Ben nasıl duyuyorsam öyledir. Duygularım bana öyle söylüyor. Romantizmin duygusal kavrayışı! Bugünün modern sanat ürünleri coşkusal iç tepkiler, modern insanın tüm ruh durumları ve işlenişleri, incelik ve çeşitliliklerini, romantizmin doğurduğu duyarlılığa borçludur. Modern sanatın tüm taşkınlığı, kargaşası ve şiddeti, sarhoş ve kekeleyen lirizmi, ölçüsüz, kısıtlanamayan teşhirciliği de bu duyarlılıktan kaynaklanmıştır. Anton Bruckner, Robert Schumann, Johannes Brahms, Frederic Chopin, Felix B. Mendelsshon, bu dönemin en önemli temsilcilerinden sayılabilir. 19.yy’ın sonuna dek müzik romantizmin etkisinde kalmıştır.
19.yy’ın ikinci yarısı gelişen ve “Sanayi Devrimi” olarak adlandırılan hızlı sanayileşme süreci el sanatlarını geriletmiş, sanatsal beğeninin başlıca ölçütlerinden olan “İnce İşçilik” eski önemini yitirmiştir. Kaba ve ucuz ürünlerin sanat adına ileri sürülmesi beğeni düzeyinde gerilemeye yol açmıştır. Bu da müzik alanında hafif müziği ve dans müziğinin yaygınlaşmasını ve o güne kadar elde edilen ahengin bozularak, beğeni salgınında ilk sıraya yerleşmesini sağlamıştır. Elbette ki bu gerileyişe “Dur” diyebilmek adına düzeyli beğeni, ahenk çabası bizi geç romantizmle tanıştırmıştır. Artık 1800’lerin ikinci yarısını geçmiş 1900’lere varmak üzereyiz. Franz Liszt, Richard Wagner, (Besteciliğinin yanı sıra şairdir de. Bestelediği operaların metinlerini kendi yazmıştır.) Richard Strauss, Gustav Mahler geç romantiklerin önemli isimleri olmuşlardır. Romantik döneme damgasını vuran Alman besteci Johannes Brahms’ın eserlerinden üç numaralı senfonisi ve onun üçüncü bölümü anılan döneme iyi bir örnektir. Bu dönem, isimlerini saydığımız diğer bestecilerin eserleriyle de taçlanmıştır.
19.yy sonları yeni akımların doğuşunda resim sanatı öncüydü. İzlenimcilik akımı Claude Monet ve arkadaşları, Paul Cezanne, Edgar Degas, Pierre A.Renoir gibi ressamlarla ortak açtığı sergideki tabloların biri İzlenim (Impression) adını taşıyordu. İşte İzlenimcilik giderek bir akım adını almış, ressamları atölye çalışmalarından dışarıya çıkararak açık hava çalışmasını benimsetiyordu. Gerçek bir an ve yinelenemezdi! Yaşam, özünde dinamik, gelişime yönelik bir tavra sahipti ve sanatçı bunu ele geçirmeliydi!
Müzikte de Claude Debussy, Maurice Ravel, İzlenimcilik dönemini taçlandıran besteciler olmuşlardır. Fransız besteci Debussy’nin Daphne et Chloe / La Mer adlı eserleri bunlardan bazılarıdır.
20.yy’a geldiğimizde önümüzde yeni bir müzik vardır. Bu yy, bilimde, teknolojide, toplumsal yaşamda sıçramalar çağıdır. Bu bağlamda, sanatta da yaratıcı deneysel çabalar, bilim ve teknolojiyle koşutluk taşır. İnsanın tanımında eskiyle yetinmeyip yeniyi yaratmak vardır. İşte “Yeni Müzik” anlayışı burada başlar. Rönesans: Hümanizm, Klasisizm: Aydınlanma, Romantizm: Bireysel Duyuşlar gibi kavramlarla tanımlanmışsa da yeni müzik çoğulcudur. Artık güzel ve uyumlu olanın yanı sıra uyumsuz olanı, gerçeği, onun çirkinliğini yansıtmalıdır. Çirkinlik dediğimiz tezat, yaşamın, doğanın gerçek bir parçasıdır ve yadsınamaz!
Geçen zaman içinde Sanayi Devrimi’yle başlayan kaba ve ucuz ürünlerin sanatsal kimliğe bürünmesiyle sanattaki yalpalanma, 20.yy’ın ikinci yarısında iyiden iyiye ayyuka çıkmış, beğeni düzeyi gerilediği gibi günümüzde sosyo-ekonomik koşullar çerçevesinde tüketim açısından da gerilemiştir. Toplumsal gelişmeler ya da gerilemeler gibi toplumda sanatsal gelişme ve gerilemeler de mümkün. Yapıdaki bu gel gitler, “Eski” ile “Yeni”nin birbiri üzerindeki baskısından kaynaklanır. Bu baskıda “Eski” ağırlığını koruyorsa: Sanatta gerilemeye; korumuyorsa: İlerlemeye ve gelişmeye yönelir. Günümüzde toplumsal gelişmeyle sanatsal gelişmenin paralellik arz etmemesi, ekonomik gelişmeyle, toplumsal bilinç arasında oluşan dengesizlikler, sanatta 20.yy’ın ikinci yarısında ortaya çıkan beğeni düzeyindeki düşüşü artırmış ve günümüzde büyük sermayenin sanatsal-kültür yaşamını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirişine sahne olmuştur.
Tüm sanat dallarında güncel yönelişler elbette ki o toplumun, o coğrafyanın kendi derininde başlayacaktır. Yani toplumun, hatta her bölgenin kendi gelenek-görenekleriyle, ezgileriyle örtüşen tavrında. Ülkemizde sanat yapıtlarının, popüler kültürden hareket ederek, ulusal kültüre oradan da evrenselliğe ulaşması gerekirken bu yönlenişin tam tersi olduğunu görüyoruz. Ülkenin her köşesindeki yörenin kendine özgü halk dansları, türküleri, o yörenin sanatsal-kültürel yapısını, beğenisini ortaya çıkarırken, ülke aydınlarının, sanatkârlarının da dokunuşuyla tüm coğrafyalardaki bu farklı sanatsal-kültürel yapının ulusal kültüre, ulusal kimliğe dönüştürülmesi; nihayetinde de evrenselleştirilmesi gerekmektedir. Oysa cumhuriyet tarihimizle başlayan evrensel sanat disiplinleri, devlet yapısı altında soluk alırken bir yandan da siyasi-ideolojik baskılar altında bugün geldiği noktada memuriyete dönüşmüş ve gelişme gösterememiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri de yeniden doğuş, reform, aydınlanma, sanayi devrimi gibi toplumsal hareketleri zamanında yaşamamış olmalarından kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Ülkemizde Popüler Kültür’ü özümseyerek ürün veren bestekârlarımız Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Nüvit Kodallı, Ferit Tüzün, Ferit Anlar, Muammer Sun, Selman Ada, Turgay Erdener, Fazıl Say ve daha bir çokları, verdikleri bu ürünlerle Anadolu’dan topladıkları ve “Ulusal Kimlik” bağlamında damıttıkları esintileri: Tüm dünya sahnelerinde “Opera” “Senfoni” gibi çok sesli müzik sanatında ülkenin evrensel bir duruşu, sesi, kimliği olarak inşa etmişlerdir. Cumhuriyet Türkiye’sinin Türk Beşleri’nden Ahmet Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu yerelden evrenselliğe geçişin seçkin örneğidir.