Olga Tokarczuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasından sonra yayımlanan ilk romanı olan, doğa-insan, kadın-erkek, ölüm-yaşam çatışmalarını merkeze alan kitabı Empusyon üzerine bir yazı.
“Empusyon, sadece 20. yüzyıl başında mı geçiyor? Zaman akıp geçse de o günden bugüne 21. yüzyılda dünyada değişen ne?”
Bazı yazarlar vardır ki metinlerini okudukça kurdukları kurmaca dünyada nabzın tam da hayatın göbeğinde attığını hissedersiniz. Bu nabız hissi, sizi hem mutlu hem de tedirgin eder. Mutlu eder çünkü okur olarak böyle metinler okumak, okuma eyleminin yaşattığı hazların başında gelir, diye düşünüyorum. Yazarı ve anlattığını anlayabilmek, onun sunmaya çalıştığı kapsamı yakalayabilmekten bahsediyorum. Diğer yandan bu nabız hissiyatı bizi gerer çünkü okuduğumuz metnin algıladığımız dünyaya dair zihnimize yükleyeceği anlam(lar) var olan düşünce akışımızı sarsmaya adaydır. Bunu anladığımız andan itibaren, düşünce yapımıza nereden darbe yiyeceğimizi bekleyerek okuruz ve beklemek hayatın neresinde ya da hangi eyleminde olursa olsun insanı gerer.
Olga Tokarczuk’la Sür Pulluğunu Ölülerin Kemiklerini Üzerinde romanıyla tanışmıştım ve okuduğum metin beni ziyadesiyle sarsmıştı. Yukarıda bahsettiğim nabzı tüm okuma deneyimim boyunca hissetmiştim. Sonrasında kitabın az bilinen ve bence gayet başarılı olan film uyarlamasını da izledim. Fırsat bulursam kitabı yeniden okumaya da hevesim var. Sevdiğiniz kitapları yaşattığı duyguları hatırlamak için yeniden okunabileceğimizi düşünenlerdenim. Varsın hayatımız kısa, okunacak kitap çok olsun.
Empusyon, Olga Tokarczuk’un 2018’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıktan sonra kaleme aldığı ve 2022’de yayımlanan ilk romanı. Ülkemizde de Timaş Yayınları tarafından geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Tüm dünyaya adınızı duyuran edebiyatın, en önemli ödülünü kazandıktan sonra ne söyleyeceğiniz ve dahası ne yazacağınız merak edilir, dikkat çekici bir hâle gelir.
Kitabın önsözünde metni Türkçeye kazandıran Neşe Taluy Yüce, Empusyon’un paralellik gösterdiği önemli bir kitabı işaret ediyor. Kısaca Thomas Mann’in Büyülü Dağ romanının Tokarczuk tarafından yeniden yorumlandığını belirtiyor. Böyle bir önsöz okuyunca insanda ister istemez Büyülü Dağ’ı okumadan romanı okumasam mı acaba, diye bir endişe doğuyor ancak burada şunu söylemeliyim ki Empusyon’un ne anlattığını ve derdinin ne olduğunu anlayabilmek için Büyülü Dağ’ı okumanıza gerek yok. Aksine Empusyon, derdini ve anlatmak istediğini çok güzel anlatan bir roman. Olga Tokarczuk’un ne yapmak istediğini metnin sonuna ulaştığımızda anlıyoruz, kendi kaleme aldığı sonsözle de duygularımız perçinleniyor. Bu konuyu sonra dönmek üzere şimdilik burada bırakalım.
Roman, 1913 yılında tüberküloz hastası olan karakterimiz Mieczysław Wojnicz’in tedavi olmak için günümüzde Polonya sınırlarında yer alan Görbersdorf’a gelişiyle açılıyor. Kasabaya bir yabancı geliyor. Tarih itibariyle Avrupa cihan harbinin kıyısındadır. Karakterimizin, tüberkülozun tedavisinde yenilikçi bir yaklaşım sergileyen Dr. Semperweiß gözetiminde tedavisine başlanıyor ancak sanatoryumda yer olmadığından ayrı bir bakımevine yerleşiyor.
Bu bakımevi, hikâyemizin neredeyse tüm ana karakterlerinin kaldığı yer. Bakımevini işleten Bay Opitz’in eşi, işletmenin hizmetçisi gibidir. Yemekleri yapar, kalanların ihtiyaçlarıyla ilgilenir. Çok fazla şey yapar ancak bir hayalet gibidir. Hikâyemizi kıran nokta da burasıdır. Bayan Opitz birkaç gün sonra ölür. Bu esrarlı ölüm Wojnicz’i derinden etkileyecek olayların ilk halkası olur. Bay Opitz’in eşinin ölümünden hiç etkilenmemesi, bakımevinde kalan erkek hastaların ihtiyaçlarının karşılanması ve morallerinin düzelmesi için uğraşması, bakımevinde kalan herkesin kadınlar hakkındaki küçümseyen, aşağılayan ve yok sayan düşünceleri karakterimizin yalnızlaşmasına sebep olur.
Wojnicz, babası tarafından annesinin ölümü sonrasında katı bir disiplinle yetiştirilmiştir ve hayatına giren tüm kadınlar (bunlar onun büyümesi esnasında bakıcılığını yapanlar ve eğitmenleridir) onun sığınağı olmuştur. Bayan Opitz’in bu şekilde yok sayılması ve yeryüzünden adeta silinmesi, onun geçmişine dair pek çok şeyi hatırlamasına sebebiyet verir. Sanki sadece babasını mutlu etmek için yaşamıştır. Onun istediği şekilde yetiştirilmiş, onun istediği okullara gitmiştir. Vatanına faydalı olabileceği bir meslek sahibi olması beklenirken, o zayıflık gösterip hasta olmuştur. Tüm kırılgan çocukluğu ve gençliği bu hastalıkla taçlandırılmıştır. Onu adeta yok sayan babası, tedavi olması için gözden uzak bu kasabaya kendince hapseder. Tedavi sürecince kendi yaşamına bakma fırsatı bulan Wojnicz, tüm bu erkek egemen yaşamının verdiği yorgunluğu fark eder. Evinde hissettiği bu baskı, sadece orayla ilgili değildir; ev dışında da sürmektedir. Okullarda, hastanelerde, kaldığı bakımevinde aynı düşünceler etrafındadır. Bundan kaçış yoktur. Etrafı erkek egemen, baskıcı bir düşünceler ağıyla örülüdür.
Kitap boyunca, kadınlar hakkında o kadar incitici ve aşağılayıcı cümleler kullanılır ki bazen bu kadar olmaz diyecek noktaya gelirsiniz. Metnin bu denli kadınlara saldıran bir şekilde kurulmasının bir sebebi vardır ve Olga Tokarczuk bize bunu sonsöz bölümünde gösterir. Kitapta karakterlerin kurduğu cümlelerin gerçek sahipleri şu isimlerdir: Aziz Augustine, Conrad, Darwin, Freud, Hesiod, Lawrence, Milton, Nietzsche, Platon, Racine, Shakespeare, Swift, Wagner ve Yeats.
Olga Tokarczuk sanki kendimize şu soruyu sormamızı istiyor gibidir: “Empusyon, sadece 20. yüzyıl başında mı geçiyor? Zaman akıp geçse de 21. yüzyılda o günden bugüne dünyada değişen ne?”
Empusyon, her ne kadar ağır akan bir metin olsa da alt metni gösterebilmek için tüm fırsatları değerlendirerek bizi konu bağlamına hapseden sürükleyici bir roman. İyi niyetle öneririm.