Yıllar önce, on yıl olmalı, hiç beklemediğim bir zamanda çantasından çıkarıp bir nar vermişti, benim için hangi ağaçtan koparmıştı, henüz olmamıştı ama kırmızıydı, nar’dı işte, körpecik! Yazsonuydu, belki de sonbahar gizliden düşüvermişti, siyah elbisesinin altındaki güneşten yanmamış bacakları, sanki nar’ın çağrışımı gibi kösnüllüğün imgesiydi. Sonra, rüzgâr eteklerini savuruyor, elleriyle beyaz çekiciliği örtüyordu, bir ândı her şey, bir ân, kısa bir zaman parçası, öylece geçmişte kaldı.
Bellekte de kaldı; kolay mı unutmak, ilgili okur için belirteyim, kaçınılmazdı, o sıra yazdığım bir romanın içine de girdi, son romanım değil de bir önceki, ipucu en fazla bu kadar, kuşkusuz meraklısına, ancak o nar hâlâ masamda, o zamandan beri hep masamda, tabiî ki kurudu, büzüldü, rengi kırmızıdan kahverengine döndü ama koyduğum yerden, masamdan hiç ayrılmadı; ev taşındı, eşyalar toplandı paketlendi, o kaybolmadı, o yerinde, yine masamda…
Şimdi Nar Dükkânı’ndayım, adı böyleyse de kısaca Nar diyeceğim, çoktur edebiyatta çağrışımı. Birkaç yıldır Karaköy değişti, değişiyor, yeni kafeler, lokantalar açılıyor eski binalarda; bir zamanlar otoparçacısı falandı buralar, bu dükkânlar. Yeni projelerden olmalı, ne yazık ki bir yandan da rant ama biz onu bir kenara bırakalım ve Nar’ın keyifli ve örnek bir buluşma yeri olduğunu baştan söyleyelim.
Necati Bey Caddesi’nin hem denize doğru paralelindeki sokakta, şimdi internet çağı, bir adresi bulmak ne kadar da kolay. Yakınında da Kılıç Ali Paşa Camisi var, Sinan’ın yapıtlarından biri, İstanbul’un incilerinden. Bitişiğindeki otoparkı anlamak çok güç, neyse, onu da geçelim. Öyküsü hoştur, kısaca doldurularak deniz üstüne yapılan ilk cami olduğunu belirtmekle yetinelim. Bir de, bir söylenti vardı, Miguel de Cervantes Saavedra’nın bu camide tutsak olarak çalıştırıldığına dair. Şu dünya şaheseri Don Kişot’un yazarı. Cervantes gerçekten de İnebahtı Deniz Savaşı’nda (1571) esir düşüyor ancak Cezayir’de tutsak olarak beş yıl kalıyor. Orada da ünlü yapıtını yazıyor. Sol elini savaşta yitirdiğini de ekleyelim. Yanılmıyorsam kardeşi Osmanlı’ya fidye veriyor da kurtuluyor. Esir kaldığı süre dört kez kaçma girişiminde bulunmuş ama başaramamış! Bir başka bilgi de Kılıç Ali Camisi’nde tutsak olarak çalıştırılan on dokuz (ya da doksan!) İspanyol Saavedra’nın oluşu. Belli ki büyük bir aile, bir klan! Ama aralarında Don Kişot’un yaratıcısı yok! Yâni İstanbul’u görememiş!
İncelikli döşenmiş Nar, zarif bir elden çıkmış, güzel. Büyük bir mekân değil, sempatik bir kafe, yiyecek çeşitleri de var. İçerideki masalar sandalyeler ahşap, kafe sokağa doğru uzanıyor, dolayısıyla o bakımsız sokağı da güzelleştiriyor, renk katıyor, oradaki siyah masa–sandalye de çelik ya da benzeri bir madde, plastik falan değil yâni, masaların üstünde kareli örtüler, kırmızılı, mavili, görsel belleğimizde yer etmiş sanki bir “piknik” havası! Ama şık, estetik. Hollywood değil de bir Fransız filmi, “Gerçek Sinema”ya bile dâhil edebileceğimiz, öyle bir şey işte.
Sanki bir yılı geçti, bir yerlerde okumuş olmalıyım; adı ilgimi çekti doğal olarak, çevredeki yürüyüşlerimde iki kez önünden geçtim, “gir içeri” dercesine bir havası vardı, öyle bir izlenim edindim. Birinde zamanım yoktu, ötekisinde kafe kalabalıktı, sanırım öğle vaktiydi; ben sâkinliği severim de, o sâkinlikte yalnızlığın daha mı çok keyfi çıkıyor!
İçeride ahşap egemen, bir duvarında, girişte sağdakinde, aynalar var boy boy ve hemen yanında Semiha Berksoy’un portresi, otoportresi demeliyim. Aslında dükkânın içi farklı, şaşırtıcı motiflerle dolu, Venedik maskları, acem camları, “uçan kuşlar”, başka resimler, nesneler, sanırım her şeyi anlatmamalı, biraz da “gitmek isteyenler” için bırakmalı! Kuşkusuz, dekor, düzen vb. beğeniye göre değişir ama bir mekânın tarzı, estetiği olma, işte Nar’da öncelikli olan bu.
En şaşırtıcısı kafenin kitapla dolu oluşu, hemen hemen her masada. Aynalı duvarın karşısındakinde, yâni girişte soldaki duvarda da küçük bir kitaplık, içinde kitaplar; kaç kafede bir kitaplık var, doğrusu azdır; ama ne güzel, görür görmez sevinç ışıltısı. İlk gittiğimde içeride oturdum, hava güzeldi ama mekânı görmek içindi daha çok içeride oturmayı seçişim, kapıdan girişte hemen soldaki ilk masa, küçük, iki sandalye. Yanımdaki masada kitaplar üst üste sıralanmış; biraz ileridekinde de, ötede de, tam karşımdaki duvarda şu aynalı olan, tavana yakın siyaha boyanmış çelik bir raf var, üstünde kitaplar.
Yanımdaki masada üst üste dizilmiş kitaplara bakarken, aralarından biri ki sırtını görüyordum, özellikle kendini okuttu, nasıl okutmasın, otuz yıllık arkadaşım Oktay Taftalı’nın bir kitabı: Acının Işığında Yaşama Felsefesi! Rastlantının böylesi!
İlk gittiğimde Ekim’in başıydı, yapraklar kızarmamıştı; ama doğa ipucu veriyordu, şimdi ayın ortasına geldik, artık sonbahar ama İstanbul’un sonbahar keyfini alamıyoruz, çok tatsız günler yaşıyoruz, yazmak içimden gelmiyor, öte yandan hayat da sürmeli, belki inadına yazmalı. Oktay’ın kitaba koyduğu adın ilk elden çağrışımları ne kadar bugünlere denk düşüyor, yetmedi mi çekilen acılar, dökülen kan; barış ve huzurlu bir yaşam kurmak gerekmez mi…
Bir de, bir başka arkadaşım Haydar Ergülen’in Nar’ı vardır; dahası Haydar, Nar’ın babasıdır. Nar büyüyor; aydınlık bir ülke dileyelim onun için, akranları için, gençler için… evet, inadına yazmalı. Söz Haydar’a gelmişken, hele de konumuz nar ise, onun “İçlenbik” şiirinden birkaç dize:
Nar
Üçümüz müyüz
üçüz bir aşk mı bu
yoksa Nar’dan mı doğduk
yeniden biz?
Binbir Gece Masalları’nda da nar çok geçer. Hani bize çocukluğumuzda öğretilen, “çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane” tekerlememsi bilmecenin yanıtı olan meyvedir nar, iştahla yenildiği anlatılır ama daha çok nar suyu övülür. O da keyfine varılan bir iştah açıcıdır. Hem içilen hem tatlıların, başka yiyeceklerin üstüne dökülen nar suyunun Masallar’da doğrusu çok özel bir yeri vardır. Farklı bir lezzet katar nar suyu, tadı zenginleştirir. Uzun uzun betimlenir. Bazen de kötü niyetle kullanılır, içine ilâç atılır, zehir konur, yâni entrikanın aracıdır…
Oturduğum masanın hemen arkasında iki eski koltuk, kendinizi bir ev’de duyumsatan, o kitaplığın önünde, ortasında küçük eski bir masa, kim bilir kimden kalmış, kim bilir kaç zaman öncesinin, kendi masam da çok eski, ne güzel on iki yaşımdan beri hep benimle, daha öncesi var da, o da başka bir öykü. Aslında oraya oturmalıydım ama genç bir kadın bir şeyler yiyordu içeriye girdiğimde, genç ve güzel. Bir süre sonra anladım ki kafenin ara vermiş çalışanlarından biri; hatta sonrasında birkaç laf bile ettik. İşte o karşılıklı iki koltuk, ortasında yıllanmış küçük masa, bence buluşma yerinin de odağı. Kalbimiz nasıl aşkın odağıysa, bu iki koltuklu masa da öyle, buluşma için bence birebir, özellikle seçilmeli.
Nar ile narsizm arasında ilişki kuranlar da vardır, olur da; ancak sözünü ettiğim Nar’ın öyle kendine tapınması falan yok, her şeyden önce kitaplar ile kareli örtüler “yalın bir yaşam”ın ipuçları; plastikten uzak durduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Mekânın eski bir yapı içinde olması –ki Karaköy’deki yeni mekânların bir kısmı böyle–, o eski hâliyle bırakılması da bir başka anlam katıyor; söylemek istediğim daha çok “yaşanmış olan”ın korunuyor oluşu; zaten o masa ile iki koltuk bunu imlemiyor mu? Şairin dediği gibi her şey yerli yerinde, doğallık var, bir samimiyet var Nar’da.
Sözcük ile oynamaya başladıysak, bir örnek daha verelim. Nar ile naz’ın akrabalığı var mıdır? Anlam olarak bilmiyorum ama, nar öyle nazlı değildir, kabuklarını soyduğunuzda, sanırım “açtığınızda” demek daha çok yakışıyor, cömertçe ve bütünüyle size açılır. Ne yazık ki, şimdi anlatamam, çeşitli nedenlerle o genç kadına, bana nar veren genç kadına “açılamamıştım”! Ya da açılmamıştım! Oysa duygularım, arzularım; hele de nar’ı verdiğinde, hep geçmiş zamanın peşinde mi…
Kuşkusuz nara ilişkin öykü çoktur; din kitaplarında da geçer. Bunların en eskilerinden biri de mitolojiden gelen Persefone’ninkidir. Halkın sevgilisi Tanrıça Demeter’in güzeller güzeli kızıdır; adı önce Kore, sonra Persefone ya da Cehennem Kraliçesi! Öykü mâlûm, kısaca anımsatalım, yeraltının, ölüler ülkesinin egemeni Tanrı Hades, Kore’yi yeryüzünde çiçek toplarken ki topladığı da nergisdir, kapar yeraltına götürür, onunla evlenir ve ona nar yedirir, bu bir kuraldır, nar yiyince artık yeryüzüne dönemeyecektir; ancak annesi Demeter büyük uğraş verdikten sonra Zeus’tan izin koparır. Persefone yılın üçte birini yeraltında Hades ile, üçte ikisini kendisiyle yerüstünde geçirecektir. Böylece Persefone ilkbaharla yeryüzüne çıkar (döner), yâni ilkbahar onunla gelir. Hades de izin vermiştir, ne yapsın emir büyük yerden ama giderken yeraltını, kendisini unutmasın diye karısı Persefone’ye tek bir nar tanesi yedirir! Ne kadar da güçlüymüş bu nar!
Her masada çiçek, öyle yapay falan değil, özene bezene düzenlenmiş Nar. Filitre kahvenin yanında gelen suyun içinde taze nane yaprakları ile nar tanelerinin olduğunu da belirteyim; o nar taneleri, “unutturmamak” için mi? Nar adının ilk çağrıştırdığı bendeki o buluşma Beşiktaş sahilindeydi, verilen narsa hâlâ masamda. Kim bilir o şimdi nerede, kiminle? Arayıp bulsam onu, nerede olduğunu bilmiyorum ama günümüzde birini bulmak artık öyle zor olmasa, sanırım bu da pek iyi bir şey değil ya, neyse bulsam onu, çağırsam, Nar’a çağırsam, önceden kafeye telefon edip, kitaplığın önündeki o iki koltuklu masayı ayırmalarını istesem, ayırmazlar mı?
Yıllar önce Beyoğlu değişirken, yeni yeni mekânlar açılırken, şimdi artık yerinde olmayan, epey bir zamandır olmayan Bekâr Sokağı’nda Pia adlı bir kafe vardı; gerçekten de her salı, akşamüstü benim için yola bakan masalarından birini ayırırlardı, en sevdiğim masaydı. Üstelik hiç istememişimdir, kendiliklerindendi bu ayırma işi! Ne yazık ki şu ân yok, olsa, kuşkusuz bu köşede yer alırdı. Adı Pia idi ama Attilâ İlhan’ın şiirinden gelmiyordu sanırım, onca sormuştum kaynağını tam olarak doğrusu öğrenememiştim. Belki bir taşla iki kuştu onların ki…
ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın
ellerini bir tutsam ölsem
Bu dizelerle başlar “Pia”; on yıl önce yitirdiğimiz büyük şair Attilâ İlhan’ın romantik şiirlerindendir, adının esinini (açılımını) bir kenara bırakalım (meraklısı için kendisi açıklamıştır zaten), benim için “Pia” şimdi, Nar Dükkânı’nda otururken –ki içerideki atmosfer dışarı akarak sokağı güzelleştiren–, yıllar önce bana, masamdaki narı veren genç kadındır, evet odur, adını unutmadım, nasıl unuturum, biliyorum ama:
seslendiğini duysam pia'nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk
ellerini tutabilsem pia'nın
ölsem eksiksiz ölürdüm
Kuşkusuz nar ölümü de çağrıştırıyor, Hades’in, karısına yedirdiği nar tanesi, Persefone’nin tekrar dönmesi içindir; nereye, ölüler ülkesine, yeraltına, o zaman “Cehennem Kraliçesi”dir işte. Tabiî ki bu mitolojidedir, Persefone’ye yedirilen nar, metaforların en etkileyicilerindendir; biz de “metafor”dan iz sürerek, “Aşk’tan da ölmüyor muyuz?” diye soralım. Özcesi, siz siz olun, kitaplığın önündeki iki eski koltuklu o yıllanmış masayı “bir buluşma için” kaçırmayın!