Kitabın adından başlayalım dilerseniz. Romanın kahramanı Mürşit’in içindeki yumruyu tanımlayan duygu weltschmerz ya da sizin dünya ağrısı olarak kullandığınız, tam olarak neye karşılık geliyor? Bu duyguya “melâl” desem cevabınız ne olur?
“Melâli anlamayan nesle aşina değiliz” dizesi geliyor insanın aklına hemen. Bizim dilimizde weltschmerz’e yakın, onu hissettirecek çok kelime var, tamlamalar da üretebiliriz. Mesela ben weltschmerz’i kitap içerisinde sebepsiz keder diye kodladım. Biliyorsunuz bu, Alman romantiklerinden Jean Paul Richter’in bulduğu bir kavram ama sonrasında anlam algısı o kadar genişlemiş ki, çok etkilemiş insanları. Günümüzde hâlâ yaşıyor. Felsefeciler de, psikologlar da kullanıyor. Kullanışlı bir kavram. Melâl buna yakın bence, sebepsiz keder yakın, hatta duruma bağlı olarak zaman zaman melankoli bile yakın.
Dünya Ağrısı’nda bu kavramı hangi niyetle kullandınız?
Yaşadığımız dünya ile çözülmeyen problemlerimizin içimizde yarattığı ağrı olarak kodladım. Tabii ki, başkarakterimizin geçmişi açısından baktığımızda bunun somut bir sebebi var, ama somut sebebi olmayan insanlar açısından baktığımızda da bir şeyleri aşamıyor, mutlu ve huzurlu bir nefes alamıyor olmaları hissi... Bunun ille toplumsal, sosyal veya ailevi bir şeylerden kaynaklanıyor olması gerekmez. Varoluşçu bir tarafı var. Tabii biraz da kitapta Emil Cioran’ın etkisini düşünecek olursak, var olmanın sancısı, var olduğumuz için zaten bir ağrı ile yaşıyoruz şeklinde bakabiliriz. Benim genel temalarım içerisinde düşündüğümüzde ise özü şu: Biz doğduğumuz anda bir travma yaşıyoruz. Var olduğumuz en mutlu yerden koparıldık, yeryüzünde anne rahminden daha güvenli bir yer yok. Dolayısıyla bu travma bitmez ve bizim de dünya ile hesabımız bitmez. Aslında ait olmadığımız bir yerdeyiz.
Roman bir ‘içe bakış’. Kitabın kahramanı Mürşit’ten ödünçle, “iç ağrıtan” bir roman. Böyle bir romanı üçüncü şahsın ağzından anlatmanın zorlukları ve imkânları nelerdi?
Anlatıcının kim olacağı beni çok meşgul etti. Belki de kitabın en uzun zamanını buna ayırdım, karar verdim, vazgeçtim yeniden ele aldım. Biraz mesafeli bir anlatı gerekiyordu bu romanda. Üçüncü şahsın ağzından anlattığınız zaman arada bir katman oluyor ve duygulara bir sınır çekebiliyorsunuz. Karakterin ağzından anlattığınız zaman ise birincisi, daha fazla açıklama gereği hissediyorsunuz; ikincisi, ben bir soğukkanlı anlatıcı bakışıyla Mürşit’in bulunduğu atmosferi tarif ettim, onun süzgecinden geçirerek. Halbuki onun zihninden anlatsam belki de benim işaret ettiğim şeyleri onun görmemesi gerekir. Çünkü bu, sadece Mürşit’in dünyasını anlatan bir kitap değil, bir taşranın kitabı ve aslında kaderlerine terk edilmiş insanların hikâyesi. Kendilerine bir ümit bulup onun peşinden koşmaya ve altın umuduyla ayakta durmaya çalışan bir taşranın hikâyesi. Dolayısıyla, Mürşit’in bunu tamamıyla kavramasının imkânı yok. Dışarıdan bir göz gerektiğini hissettim. Bir de Mürşit bir sanatçı, bir yazar değil. Felsefe eğitimini terk etmiş talihsiz bir adam. Eğer onun ağzından anlatsaydım daha konuşkan ve daha duygulu bir metin olma tehlikesi vardı. Atmosferi ortaya koymak için biraz sade olmasını istedim.
Dünya Ağrısı’nı bir başkaldırış olarak da okumak mümkün. Romanınızı, Mario Vargas Llosa’nın deyişiyle “hem yaşamı ve gerçek dünyayı olduğu gibi görmeyi dolaylı yoldan eleştirip reddetme, hem de bunların yerine kendi hayalinin ve tutkusunun ürünlerini koyma arzusu” diye değerlendirebilir miyiz?
Kesinlikle değerlendirebiliriz. Fakat bir eksik var. Bizim ana karakterimiz Mürşit, “kendi hayalini ve tutkusunu” ortaya koyamıyor. Onun seçtiği şey, bir tür sessiz direniş. Onu da uzun bir sürecin sonunda fark ediyor. Bütün bu yaptıklarının bir tür direniş olduğunu göremiyor, ama eylemsizlik zayıfların direnişidir. Ben böyle kodladım, zaten Mürşit zayıf bir adam olduğunu söylüyor. Ama öyle kuvvetli bir babanın altında başka türlü bir oğul olamaz. Burada bir zincir var. Kuvvetli baba, zayıf oğul ve kuvvetli torun. Romanın böyle bir tarafı var, devredilen bir baba-oğul ilişkisi.
Mürşit zayıf bir adam olmasına karşın, karısı Şükran’a “Anlamazsın, çünkü kadınsın, dünyadan şikâyet etmek bir lüks ve bu lüks kadınlara tanınmamış.” diyen bir adam. Buna ne diyeceksiniz?
Bu kitapta hikâye öyle gerektirdiği için fazla yapmadığım ama yaptığım kadarıyla görülürse hoşuma gidecek olan şey bu. Bana soruyorlar, niye hep erkeklerin ağzından anlatıyorsun diye. Kadınlar o kadar gölgede ve içeride yaşıyorlar ki, onların hayatlarının dışarıda bir izdüşümü neredeyse yok. Fakat bunun acıklı bir tarafı var. Erkeği de var eden kadın. Her şey zıddıyla birlikte var oluyor. Yani kadınları o kadar içeriye kapatırsan ve onların dünyasını bu kadar kısıtlarsan, dışarıda dünya ağrısından muzdarip olacaksın, çaren yok. Mürşit’in karısına söylediği, pek çok erkeğin de zihninde saklı olan bu gizli bilgi, aslında erkeklerin kadınlara karşı bu kadar öfkeli olmalarının nedeni ve kadına yönelik şiddetin altında yatan şeylerden biri de bu. Erkek zıddıyla yani kadınla var olabilir, huzurlu bir dünya ancak böyle mümkün.
Romanda Mürşit’in sürekli gördüğü bir rüyaya gelmek istiyorum. Adorno “Rüyalar kendi aralarında ne kadar bağlantılı olursa veya kendilerini ne kadar tekrar ederse, bizim onları gerçeklikten ayırt edememe tehlikemiz de o kadar büyük olur” der. Mürşit’in sürekli rüyasına giren, ölüp ölmediğini bilmediğimiz Cumhur’u biraz açar mısınız?
Dünya Ağrısı’nın öyle çok dolaşık bir olay örgüsü yok. Gayet net bir tablo var. Bir gün bir linç girişimi karşısında Mürşit’in zihninde indirdiği şalter kalkıyor, varlığı Mürşit’i bunu kaldırmaya ve hatırlamaya zorluyor. Aslında Mürşit günahıyla yüzleşmesi gerektiğini biliyor ve kendi benliğinin yarattığı bir rüya bu. Benliği ona bir şeytan yaratıyor ve bu günahla yaşayamayacağını hissettiriyor. “Unuttun mu?” diye sorması bundan. Bu günahla yüzleşmenin zamanı geldi diyor ve bunu diyen o dinozor kılığındaki Cumhur. Romanın temel
sembolü Cumhur adlı karakter. Ama bir yandan cumhur dediğimiz şey halk. Cumhur iyi bir şey mi, bilmiyoruz. Bir yandan çok tehlikeli bir şey de olabilir. Sağı solu belli olmayan, insanın bütün insani birikimlerini yerle bir eden bir şeytana dönüşebilir. Nitekim dönüşüyor Mürşit’in hikâyesinde. Ama bu tehlike hep var. Romandaki peynirci hikâyesinde de var. Bu aslında devlet ve cumhur arasındaki ilişkinin tam bir konsensüsle oluşmadığını gösteriyor. Çünkü devlet dediğimiz şey, birtakım aygıtlardan oluşuyor ve bu aygıtlardan bir tanesi de adalet ve adalet duygusu cumhura, yani halka, yani topluma yerleşmemişse, cumhur mevcut adalete inanmamışsa her zaman kendi adaletini kendi arayacaktır. Dolayısıyla bu olumsuz anlamda bir konsensüs olabilir; devlet, iktidar kendi otoritesini bu tür kontrolsüz cumhurlardan da alabilir ve bu her zaman çok büyük bir tehlikedir.
Peki, kitaptaki cumhur?
Romanda gördüğümüz cumhuru anlamak için Türkiye tarihine de bakmak lazım, sadece cumhuriyet tarihini kastetmiyorum, Osmanlı tarihine, özellikle son dönemine, tarihimize bütün bir şekilde baktığımızda yapıcı değil yıkıcı bir tarih görüyoruz. Yaptığı, yıktığından daha az. İnsanlaştırma ve bireyleştirme üzerine değil, güruhlaştırma bir anlamda, cumhurlaştırma üzerine bir tarih. Bizim cumhuriyet tarihimiz cumhurlaştırma tarihidir aslında. Fertleştirme tarihi değil. Uluslaştırma çabasıyla kurulmuş, safları sıkılaştıralım, dokuları aynı olanlar sıkışsın, farklı olanlar ya kaçsın kurtulsun ya da yok olsun, erisin. Bu cumhur ve iktidar arasında bir anlaşma. Dolayısıyla benim istediğim de şunu sormak: Solcusu da sağcısı da halka yaranmaya çalışır, peki halk saf haliyle, medeniyetsiz haliyle hakikaten yaranmaya değer bir şey mi? Ya da halk oluşan bir şey mi? Tekâmül ettiğinde neye dönüşür? Bunlar hakkında düşündürmek istediğim bir romandı bu. Onun için de bir cumhur sembolü kullandım. O, çok değer atfettiğimiz halk ya da cumhur aslında rüyamıza giren dili pütürlü, ağzı salyalı bir şeytan da olabilir. Ona dikkat etmek gerekir. Özellikle linç kültürü meselesinin pek çok açıdan incelenmesi gerekir. Bu beni çok uzun zamandır rahatsız eden bir mesele. Ben Adapazarlıyım ve son 10 yıl içerisinde Adapazarı’nda üç linç girişimi yaşandı, bu bana o kadar utanç veriyor ki. Doğduğum şehrin bu kadar lince teşne bir yer olması çok rahatsız edici.
Dünya Ağrısı’nda yer verdiğiniz Maraş olayları, katliamı dile getirmekten öte, her şey olup bittikten sonraki insanın bilinç dışında ne olduğuyla, vicdanla ilgili diyebilir miyiz?
Kesinlikle diyebiliriz. Bütün toplumların tarihinde bir şeyler olup biter, ama önemli olan sonrasıdır, vicdani sorumluluk, yüzleşme nedir, nasıl ne kadar yapılır, sorun bu. Bunun dünya tarihindeki en iyi örneği Almanların Nazi zulmü ve sonrasındaki vicdan ve bilinç durumu. Dünyanın geri kalanının böyle bir sınav verip vermediğinden emin değilim. Yakın tarihe baktığımızda öyle küçük sınavlar verilir gibi oluyor ama bunlar insanlığın verdiği sınavlar değil. Benim için sorun Maraş olayları, Sivas olayları, Çorum olayları, Dersim olayları, her ne olursa, bu tür katliamların en azından zihinlerde devam ediyor olması. Bitmiş değil bu katliamlar ve bitecek gibi de değil benim gözümde. Yüzleşme ve vicdan ağrısı dikkate alınmadığı sürece bitmeyecek, bu zincir devam ediyor, olay olup bittikten sonra bunun vicdan yükü üzerine düşünülmüyor. Bu kitapta cumhur dediğim şey işte bu. Cumhur hemen unutmak ister. Şehir günahını hafızasına gömer ve yoluna devam eder.
Peki, bir yazar yaşadığı dönemin sosyopolitik sorunlarıyla ne ölçüde ilgilenmeli?
Bence bunu bir kural olarak koyamayız. Öyle yazarlar var ki, sosyopolitik olayların o’suyla bile ilgili yazmamıştır, çok içsel olaylarla ilgilenmiştir, ama sıradan bir insandan hareketle yazdığı aslında bütün dünya politikasını, insanlığın tarihini kavramaktadır. Önemli olan yazarın ortaya koyduğu metnin iç ağrımızla, dünyanın, insanlığın, cumhurun acısıyla ne kadar ilişkili olduğu. Bir tür kâhin bile olabilir yazar. Kendi fildişi kulesinde farkında olmadan bir dünya ağrısına, insanlık dramına, acısına dokunuyor olabilir. Öte yandan bireye ait sandığımız sancılar acaba sadece bireye mi ait? Ben hiçbir acının tek başına tek bir yerden kaynaklandığını düşünmüyorum. Buna en sıradan aşk hikâyeleri bile dâhil, çünkü toplum bireyin basit aşk ilişkisini bile ilişkisini etkiler, belirler demiyorum. Hayatımız aslında bir kazan, herkes içine bir şey atıyor, toplum, ailemiz de atıyor, biz de atıyoruz ve o kazandan yemekteyiz ve yediğimiz lokmanın kimden geldiğini bilmiyoruz. Kendimiz de koymuş olabiliriz ama sonuçta ortada bir acı var. Buna dokunduğu anda nereye dokunuyor yazar, bence bu önemli.
Romanın kahramanlarından Madenci, duygusal bir taşlaşma çağına geçtikleri kanısında. İnsanın giderek daha az kelimeyle konuştuğunu, incelikli duyguları daha az hissettiğini, bu ikisinin arasında kesinlikle bir ilişki olduğunu düşünüyor. Bunu biraz açar mısınız?
Biraz önce bir kelime kullandık, “melâl”. Kim kullanıyor şimdi bu kelimeyi? Hiç kimse. Melâl çok ince bir duyguya işaret ediyor. Bu ince duygular bizi insanlaştıran şeyler, giderek kalınlaşıyoruz. Melâli hissetmeyen neslin çağında yaşıyoruz. Melâli hissetmeyen neslin organlarından bazıları taşlaşmıştır. Biz hayat karşısında aynılaştıkça, tekleştikçe, taşlaştıkça, buzlaştıkça başkasının acısını hissedemez hale geliyoruz. Çok yorgunuz bir yandan da, melâl kelimesini kullanmamızı gerektirecek durumları göremez hale geliyoruz, çünkü taşlaşmışız. Dolayısıyla dilin zayıflaması ile insanın duygusal taşlaşması arasında ciddi bir ilişki var ve insanların bugün birbirlerini anlamamasının, anlayamamasının, iletişim problemleri yaşamasının altında da bu var. Daha az kelimeyle konuşuyorlar. Bir süre sonra birbirini hiç anlamayan insanlar dünyasında yaşayacağız. Bunun sebebi kuşak farklılığı değil, tamamen taşlaşma olacak. İnsan inceldikçe yeni duygular keşfeder ve onlara yeni isimler koyar. Bu olumlu bir süreçtir. Bazı duygular kurudukça o duyguları ifade eden kelimeler de çekiliyor hayattan.
Roman okuru huzursuz ediyor. Anlatıcının “Normal insanlar huzurla, herhangi bir vicdan sızısı duymadan uyurlarken, Madenci ve ben ve bizim gibiler dünyanın derdi denen soyut, tarifsiz bir yükü çekmeye yazgılıyız.” diyor. Bunlar Pessoa’nın benzersiz eseri Huzursuzluğun Kitabı’nın girişinde arkadaşı Carneiro'ya yazdığı mektubu ve şu soruyu getirdi "hissetmek ne renktir acaba?"
Bu kitabı yazarken yaşadığım, huzursuzluktan çok sızı oldu. Mesela ben melankoliyi severim, lezzetli bir tarafı vardır. Melankolinin rengini bana sorarsanız, griye kaçan turkuaz diyebilirim, çünkü lodoslu havalarda İstanbul boğazının rengi budur ve çok melankolik bir şehirdir burası öyle zamanlarda. Ama buradaki başka bir şey, daha içerden bir varoluş acısı, ağrısı. Kitapta böyle bir araziyi, gri kahverengi kıraçlığını, seçmemin nedeni bu. Sembollerin, havanın, mevsimin bu kitapta bir karşılığı var. Buradaki renk tozlu kahverengi, tozlu gri diyebilirim.
Peki, toplum olarak tıpkı Mürşit’in dediği gibi “geçmişte yaşananları hiç unutmasak” yavaş yavaş tedavi edebilir miyiz kendimizi?
Buna inanıyorum. Biliyorsunuz, savunma mekanizmalarından biri unutmak. Benlik unutuyor, fakat şunu da biliyoruz ki, aslında durumu atlatıyor, o süreci idare ediyor. Sonrasında unutulan o şey, insana travma olarak geri dönüyor. Beynin savunma mekanizmaları dediğinizde pek çok şey var. Aslında toplum da bir benlik ve onun da kendine göre bir savunma mekanizması var. İlginç olan şu, biz bütün bu savunma mekanizmalarını kullanan bir toplumuz, inkâr, yansıtma, unutma… Hepsi var bizde. “Ben yapmadım sen yaptın”, “sen de bizim kadar yaptın” diyoruz, ya da bunları yapamadığımız yer de unutuyoruz. Dediğim gibi bunlar, travma öncesi durumlar. Dolayısıyla benlik kendini bu mekanizmalarla sonsuza kadar koruyamıyor, bunların bir şekilde ortaya çıkması ve benliğin kendini temizlemesi lazım. Toplum da öyle, unutmasak, konuşsak, çözümlesek kendimizi tedavi edebiliriz.
Mürşit’in “Ama nasıl unutabildi herkes?” sorusu Edward Said’in “Kişi hakikati nasıl söyler? Hangi hakikati? Kimin için ve nerede? Maalesef entelektüelin bu sorulara dolaysız cevaplar vermesini sağlayacak denli geniş ve kesin hiçbir sistem ya da yöntemin olmadığını daha en baştan söylememiz gerekiyor.” sözlerini hatırlatıyor. Özellikle günümüzde, entelektüel vicdanın aramızdan çekildiğini söyleyebilir miyiz?
Bunu daha önce de söylemiştim, bir merhamet yorgunluğundan muzdaribiz. Bunu entelektüel vicdan olarak da okuyabiliriz. Bence tanımlar birbirine girmiş durumda, kavram kargaşası yaşadığımız bir çağdayız. Önce şunu düşünelim, nasıl unutarak yaşayabiliyor herkes? Şu örnek geldi hemen aklıma: Kurşuna dizme cezalarında diyelim ki beş asker ateş ediyorsa, tüfeklerden bir tanesi boştur ve herkes boş olan tüfeği ateşlediğini sanarak kendini avutur. Yani bu türden, toplumun evinde bile oturduğu suçlarda, herkes kendini aklamanın bir yolunu buluyor ve unutmayı, vicdanla yüzleşmeyi engelliyor. Varoluşçular onun için, dünyanın öbür ucunda bir insan ölse sen sorumlusun diyorlar. Evine çekilip suçu kendinden atmayı, toplumdan, dünyadan kopmuş bir ilişki biçiminde algılamayı önlemek için söylüyorlar bunları. Dolayısıyla ben de buna inanıyorum. Hepimiz bir şekilde sıyrılmanın yolunu buluyoruz toplumsal olaylarda. Şimdi geldiğimiz yerde, bu toplumsal vicdanın yükü çok ağırlaştı. Ayrıca merhamet yorgunluğunu daha çok Avrupa için kullandılar, oradaki sistemin işleyişi şuydu: Atalarının zarar verdikleri, yerlerine torunları bir tür pansumana, günah çıkarmaya gittiler. Ama bir süre sonra bunların bir çözüm olmadığı, dünyanın çok ağır yaralı olduğu ortaya çıktı ve bu kadar yaralıya yetişemeyip vicdan yüklerinin altında ezilmeye başladılar.
Bu günümüzde de hâlâ da devam ediyor…
Evet, Suriye’de oldu ama dünyanın vicdanı kıpırdamıyor, çünkü öncesinde Bosna’da, Irak’ta, Afganistan’da, Mısır’da, Çeçenistan’da oldu. Bunların hepsi son 20 yılda olan şeyler. Dolayısıyla medeni dünyanın kimseye taşıyacak merhameti kalmadı. Bizim gibi ülkelere geldiğimizde ise, aydın yetiştirme tarzımız veya entelektüel oluşma tarzımızda zaten bir eksiklik ve yetersizlik var. Bence bizde bir entelektüel oluşumu problemi var, çünkü biz kompleksli entelektüelleriz. Periferik çocuklar olmaktan doğan, kendi orijinal sorunlarımızdan, kendi vicdan sorunlarımızdan hareketle bakmak yerine, kulağımıza tersten uzanarak Avrupa üzerinden bakıyoruz. Türkiye’deki meselelere bakarken ya fazla çığlık ya fazla ağlama ya da anlamama ve suçlama yoluyla bakıyoruz. Bu ülkenin entelektüel dünyasının hâlâ toplumsal sorunlara bakışında insanı tatmin edecek bir doygunluk olduğunu düşünmüyorum. Buna ben de dâhilim. Dünya genelinde, günümüz entelektüelinden taraf olma, safını belirleme beklentisi var. Anlama ve çözümleme bekleyen yok.
Cioran’dan ödünç aldığınız “insan bir uçurumdur” cümlesi roman boyunca okura eşlik ediyor, nasıl bir akrabalık kurdunuz?
Cioran’a dünya ağrısını hissetmesinde, kendime bir yakınlık buluyorum. Bence edebiyatçıları da etkilemiş bir felsefeci. Birkaç nedeni var, birincisi bir edebiyatçı gibi yazıyor. Sadece aforizmalarından bahsetmiyorum, hatta çok iyi incelediğimizde çelişik aforizmalarını da buluyoruz ama önemli olan zihnimizde çaktığı kıvılcım. “İnsan bir uçurumdur” da bende bir kıvılcım çaktı. Şöyle ki, hem içimizde bir uçurum var ve oraya ne koyarsak koyalım boşluğa düşüyor, bu bizim aslında varlığımızdaki boşluk. Bunu hepimiz bir şeylerle doldurmaya çalışıyoruz ama aslında dolmayacak. Bir yanıyla içimizdeki boşluk. Öteki yanıyla da kendimizi uçurumun yanında hissetmemiz. Bir de hayattan vazgeçmiş olanların uçurumlara olan ilgisini düşünün. Mesela romandaki karakterlerden biri kendini uçuruma atıyor. Aynı zamanda uçurum bizi bir medeniyet dışılığına götürüyor. Çünkü uçurum, şehirlerin olduğu yerde olmaz, sembolik olarak, medeniyetin bizi mecbur bıraktığı ilişkiler dışında olduğumuz bir yerdir ve aslında felsefi olarak seçimimizi orada yaparız. Var olma ile ilgili sınavımızı orada gerçekleştiririz. Sembolik olarak uçurum başındayken veririz sınavlarımızı.
Dünya Ağrısı bir taşra romanı. Kitapta anlatıcı “Buralılar en çok durgun huzurlarının bozulmasından korkarlar. Soyut olasılıklar hakkında konuşmazlar. Olmuşu konuşurlar ancak, değiştirmenin imkânsız olduğu, yaşanmış şeyleri, onları da tahrif ederek, çalkantılı bir dedikodu, şehrin üstünden esip geçmiş bir rüzgâr olarak.” diyor. Nurdan Gürbilek’ten ödünç alırsak romanlarınızdaki bu “taşra sıkıntısı”nda sizi çeken ne var?
Dünya ağrısı. Aslında taşra sıkıntısı dediğimiz şey orada çekilen ağrı. Ben Adapazarı’nda büyüdüm ama yönümüz hep İstanbul’a çevriliydi, yakın taşra olma hali. Ya da Ankara’nın yaşadığı da bir taşra sıkıntısıdır, başkent olmasına rağmen. Gittiğim her yere ben burada olsam nasıl yaşarım diye sorarım. Bu aslında neden yazıyorum sorusunun da cevabıdır. Kendimi oralı birinin yerine koyup hayatı kurgulamaya, bir atmosfer hissetmeye çalışıyorum. Çocukluğumda ben burada yaşayabilirim dediğim çok yer vardı, ne yazık ki artık yok. Üzücü bir şey bu. Belki bir süre yaşarım diye çabalıyorum ama olmuyor. Şunun da farkına vardım, bu duygusal taşlaşma ya da buzlaşmanın etkisi. Taşrada bence öfkeli bir eksiklik duygusu var artık. Hakkını alamamışlık, o eksikliği tamamlamak için doğan bir öfke. Bazen çok etkileniyorum, hüzünlü geliyor, ama çoğunlukla öfkeli buluyorum. Bazı taşra şehirlerindeki yarım, kırık kültürel hayat bana çok dokunaklı geliyor. Bilirsiniz, dergiler ikide bir taşra sayısı yapar, bu aslında bir eksikliğin, bir hakkı verilmemişliğin çığlığıdır.
Geçtiğimiz günlerde taşralı yazarlar bir sempozyum düzenlemişti, Hasan Ali Toptaş da “Edebiyatın merkezi, taşrası yoktur.” demişti…
Bence de öyle bir şey yok. Taşralı şair veya yazarların sıkıntısı, ulaşamamak ve iletişim kuramamaktan kaynaklanıyor. Onlar eskiden şöyle zannediyorlardı, İstanbul’da harika bir ortam var, hepsi bütün gün bir arada. Durmadan oturup konuşuyorlar. Harika şeyler üretiyorlar. Hâlbuki iki kişi bir araya zor geliyoruz. Tabi 40’larda 50’lerde biraz farklıydı. O zaman yazarlar bir komünite oluştururlardı, işbirliği içindeydiler. Çünkü tehdit altındaydılar. Yalnız görüldüler mi hapse atıyorlardı yazarları. Bu işin şakası tabii ama gene de bir arada olmaktan doğan bir güçleri vardı, entelektüel bir alışveriş içerisindeydiler, kalmadı bu. Bir süreç tablosu çizersek 40’larda, 50’lerde birbirini besliyorlar, zaten kaç kitap basılıyor, kaç dergi var ki. Bir kültürel alışveriş halindeler. Sonraki sürece baktığımızda, 60’larda sağlam edebi oluşumlar doğuruyor bu birliktelikler. Dostluklar da kuvvetli. Ama günümüze geldiğimizde ise sosyal anlamda ciddi bir yalnızlaşma yaşanıyor. Kimsenin kimseye ne tahammülü, ne de vakti var. Öyle ki, internet bütün dünyayı taşra, bütün dünyayı merkez haline dönüştürdü. Sınırlar kalmadı.
Romanda bir katledilen kızın fotoğrafta acı masumiyeti taşıyan görüntüsü sürekli yanımızda. Fotoğraf çektiğinizi de, biliyoruz, genel olarak nasıl bir ilişkiniz var fotoğrafla?
Fotoğrafın gerçekliği, beni çok etkileyen bir şey. Kurgu bile olsa fotoğrafçının gerçeklikten aldığı pay bana çok büyüleyici geliyor. Mesela arkadaşım Murat Gülsoy resimden çok beslenir, onun resimden aldığı hazzı bana fotoğraf veriyor, çok etkilendiğim bir sanat dalı.
Yazarlıkta 25. yılınızı, dönüp baktığınızda günahıyla sevabıyla nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yılların üstünde çok da düşündüğüm söylenemez. Çok çelişkili duygular içindeyim. Bazen diyorum, çok az çalışmışım daha çok çalışabilirdim, bazen de diyorum ki çok çalışmışım keşke biraz da tembellik etseydim. Onun ötesinde çok büyük bir hesaplaşmışlığım yok. Geçenlerde bir arkadaşla konuşuyorduk, Nathalie Sarraute son romanını yazdığında 90’larının sonundaymış, son romanından iki yıl sonra ölmüş. 25 yılın ne önemi var ki?
Keşke yazmasaydım dediğiniz kitabınız oldu mu?
Seven okurlarıma haksızlık olur ama mesela Kapak Kızı’nın ilk hali beni hiç mutlu etmemiştir. Sonraki hali de, üzerinde editörlük çalışması yaptığım, beni tam ifade eden bir eser değil mesela. Onun dışında keşke yazmasaydım dediğim olmadı. Fakat keşke Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi’ni daha uzun yazsaydım diyorum. Bin sayfa olabilirdi, ben niye yayıncıların kısıtlayıcı ticari kaygılarına yenik düştüm ki. İçten içe beni engelleyen bir duyguyla 500 sayfadan fazlası okunmaz diye bitirdim, halbuki bin sayfa olabilirdi. Hatta hayatımın sonuna kadar onu yazabilirdim.
Bir eseri bitireceğinize neye göre karar veriyorsunuz?
Metin bize nerede bitmesi gerektiğini söyler. Ama yine de eski kitaplarıma baktığımda şunda daha ekonomik olabilirmişim, şunu daha uzun yazabilirmişim dediğim oluyor. Mesela Aziz Bey Hadisesi bir roman olabilirdi mesela. Aslında ben onu öykü olarak kurgulayıp novella çıkarıp bırakmışım. Yazdığımız metinler hakkında sonrasında da hep düşünürüz, bu bitmez.
Novella veya öykü yazma fikriniz var mı peki?
Novella yazma fikrim var. Aslında ben hiçbir zaman kısa öykücü olmadım. En kısa öyküm 30 sayfa. Ayrıca ben kesit öykücüsü değilim, öykülerimde bütün hayatı anlatıyorum. Amacım bunun hakkını vermek, istediğim etkiyi yaratmak. Öykü açısından beni üzen bir şeyi söylemek zorundayım, öykü yazmıyorum değil, fakat benden öykü bekleyen okurlarıma şunu söylemek istiyorum Suzan Defter, Taş-Kağıt-Makas’ın içindeyken kimse fazla üstünde durmadı, roman adı altında basıldığında 6. Baskıya erişti. Bunu tek başına basmak benim kararımdı, Can yayınları saygı gösterdi. Suzan Defter bir novella idi ve yalnız basılmayı hak ediyordu. Onu tek başına bir kitap olarak düşünmüştüm ama YKY’ye yayınlandığında Taş-Kağıt-Makas’ın içinde yer aldı. Okura bu yüzden şunu söylüyorum, eğer öyküyü seviyorsan ispat et.
Londra, Newyork arasında mekik dokuduğunuzu biliyoruz. Burada yaşayan yazarların teknik arayışını fark etmişsinizdir. Bu deneyim eserlerinizde okuru şaşırtacak yeni bir tekniği beraberinde getirir mi?
Mekik dokuyorum denemez, fırsat buldukça gidiyorum, uzunca kalmaya gayret ediyorum. Hepsi bu. Başka ülkeler insana zihinsel bir genişlik veriyor çünkü. Okuru şaşırtma hakkımı da Suzan Defter ve Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi romanımda yeterince kullandım sanırım. Deliler Evi’nde mesela, okur kim bu romanın ana karakteri sorusunu cevaplayana kadar roman bitiyor. Bu yüzden yeni bir şaşırtma gözükmüyor. Metne başlarken öyle bir derdim de yok, tek derdim beni meşgul eden meseleyi en iyi şekilde ortaya koyacak biçim. Batı’daki teknik arayışlara da çok anlam veremiyorum, zaman zaman aşırı buluyorum, benim için önemli olan bir derdi bir meselesi olan kitap.
Kaynak: Kitap Zamanı