24 EYLÜL, PERŞEMBE, 2020

“Ne Olursa Olsun Oyun Hep Var, Umut Hep Var”

Tülin Kozikoğlu ve Hüseyin Sönmezay ile iki farklı yolculuk öyküsünü bir araya getirerek savaşın sonuçları karşısında durabilmek için empatinin gücünü hatırlattıkları Dönme Dolap’ı konuştuk. 

“Ne Olursa Olsun Oyun Hep Var, Umut Hep Var”

Geçtiğimiz günlerde Doğan Egmont etiketiyle yayımlanan Tülin Kozikoğlu’nun kaleme aldığı ve Hüseyin Sönmezay’ın resimlediği Dönme Dolap, bu kısacık resimli öykü, her yaştan okura iki farklı dünyayı yan yana okuma fırsatı veriyor. Bir yanda bir anne ve oğul ile bir yanda bir baba ve kızın eş zamanlı ilerleyen öykülerinde anne oğul bir sabah lunaparka gitmek üzere evden çıkarken baba kız ise başka bir ülkeye göç etmek üzere yollara düşer.

Tülin Kozikoğlu’na sorular:

Öncelikle kitabınız çok hassas bir konuyu oldukça incelikli bir biçimde anlatıyor. Böyle bir kitap yazma fikri nasıl aklınıza geldi?

Son yıllarda kitap etkinliklerine gittiğimiz okullarda sıkça mülteci ailelerin çocuklarıyla karşılaşıyoruz. Dilini bilmedikleri bir ülkede yaşama çabalarını bire bir gözlemliyor, öğretmenlerinden yaşanan zorlukları dinliyoruz. Çocuklar kadar, hatta daha yoğun olarak ebeveylerin geçtiği sıkıntılı süreç bir süredir aklımı kurcalıyor, içimi acıtıyordu. Bir gün evimizin sokak kapısından çıkmamızla sokağımızın köşesini dönmemiz arasında tam dört kez kızımı uyardığımı fark ettim. Hızla gelen bir motosiklet, budanan ağaçların üstümüze düşen dalları, bir inşaat alanı ve yerdeki köpek kakası... Tam dört kez “Dikkat et!” dedikten sonra, ağzımdan şu cümle döküldü:  “Yürümek bile mümkün değil bu şehirde. Sokakta mıyız, savaşta mı?” Gerçekten savaşta olan veya savaştan kaçan insanların yaşadıklarının yanında bu serzenişimin ne kadar şımarıkça olduğunu farkettiğim an Dönme Dolap’ın öyküsü zihnimde akmaya başladı. 

Dünyanın iki farklı yerinde iki farklı çocuğun hikâyesini eş zamanlı anlattığınız bir kurgu inşa etmişsiziniz. Neden böyle bir anlatım tercih ettiniz?

Yukarıda dediğim gibi, hikâye aklıma iki farklı dünyayı karşılaştırdığım an düştü. Kendi günlük yaşantımla savaştan kaçan bir ailenin yaşadıkları arasındaki farkı farkettiğim an bu öyküyü yazmaya karar verdiğim için karşılaştırmalı bir kurgunun işimi kolaylaştıracağını düşündüm. Bu edebiyatta sıkça kullanılan bir yöntem. Metindeki bu paralel yapıya “kiasmik” adı veriliyor ve kökleri İncil’e, Kuran’a kadar gidiyor. Çocuk edebiyatında da sıkça kullanılıyor. İki farklı dünyanın, iki farklı karakterin, iki farklı zamanın vs. paralel yürüdüğü öykülerden onlarca bulabilirsiniz çocuk kitapları arasında. Bazen alt-üst, bazen sağ-sol şeklinde bir paralellikle resmediliyor bu kitaplar. Her iki seçeneği de değerlendirdik kitabın editörü Keriman Güldiken’le beraber. Alt-üst seçeneğinde bir hiyerarşi oluşuyordu. Bunu hiç istemedik. En ufak bir hiyerarşi öykümüzün büyüsünü bozacaktı. Sol-sağ seçeneğini tercih ettik çünkü öykünün görsel akışına sadece kurgusal değil, aynı zamanda  estetik olarak da çok uygun düştü. Kitabın ortasına hayali bir ayna yerleştirmeye çalıştık. Kitabın çizeri Hüseyin Sönmezay bu aynanın iki yanını büyük bir ustalıkla çizdi. Umarız okurlarımız da o aynaya cesaretle ve şefkatle bakar, empatinin gücünü keşfederler.

Kitaba ismini de veren Dönme Dolap’ı bir sembol gibi düşünebiliriz bir yandan. Ancak bunun sizdeki karşılığı nedir? Neden dönme dolap?

Evet, Dönme Dolap bir şeyleri sembolize ediyor. Tam da bu sebeple büyük harfle yazdık öykünün içinde Dönme Dolap kelimelerini. Sadece dönme dolap değil, başka semboller de var kitapta. Mesela balığımız var. Hüseyin Sönmezay’ın imzası bir nevi balıklar. Birçok illüstrasyonunda balık görebilirsiniz. Fakat bu kitabın kurgusuna öyle güzel uydu ki tüm öyküye taşımaya karar verdik balığı. Ve lunapark var. Niçin bir lunaparkta buluşuyor iki aile? Evet, tüm bunlar bir şeylerin sembolü. Ve evet, biz yazar-çizer-editör üçlüsü olarak birlikte ter döktüğümüz süreçte bunların bizler için neyi ifade ettiğini bolca konuştuk, tartıştık. Şimdi sizinle bunları paylaşmak istiyor muyum? Hayır. Çünkü dönme dolabın veya balığın veya lunaparkın benim için (bizler için) neyi sembolize ettiğini söylersem bu söyleşiyi okuyacak okur için kitabı okumanın zevkini, Dönme Dolap’ın ona ne ifade ettiğini bulmanın heyecanını kaçırmış olurum. Kitap okumak bazen biraz bulmaca çözmek gibi. Bırakalım herkes kendi bulmacasını çözsün. 

Bir yanda bir anne-oğul diğer yanda bir baba-kız var. Çok farklı niyetlerle yola çıksalar da aslında ne çok ortak şeyi paylaştıklarını gösteriyor bize bu hikâye. Siz bu farklılıklar ve benzerlikler üzerine ne söylersiniz?

Ne kadar farklı dünyaların insanları olursak olalım temel ihtiyaçlarımız aynı. Çocuğun temel ihtiyacı oyun. Ebeveynin temel ihtiyacı ise çocuğu için umut. Kitabın arka kapak yazısında söylediğimiz gibi: “Ne olursa olsun oyun hep var, umut hep var.”  En nihayetinde hepimiz aynı geminin yolcusuyuz, aynı gökyüzüne bakıyoruz, aynı havayı soluyoruz. Biraz önceki Dönme Dolap’ın benim için neyi sembolize ettiğine dair sorunuza da böylece bir ipucu vermiş olayım. 

Hikâyeyi zenginleştiren bir diğer şey de çizimleri kesinlikle. Hüseyin Sönmezay ile yollarınız nasıl kesişti? 

Hüseyin’in çizimleriyle ilk Aile Bakanlığı’nın çocuk dergisi Sevgi Bir Kuş’ta karşılaştım. Editörüm Keriman Güldiken’le birlikte Hüseyin’in Instagram sayfasındaki resimleri incelerken “sahile vurmuş çocuk” resmini gördüğümüzde bu kitabın çizeri belli olmuştu. Hüseyin’in çizdiği o resme baktığınızda o çocuğun tüm hayat hikayesini, hatta ailesinin hayat hikayesini, hatta tüm ülkesinin, hatta insanoğlunun hayat hikayesini okuyorsunuz. O resim tek başına bir kitaptan fazlasını anlatıyor. Meğer Hüseyin de göç etmiş bir ailenin oğluymuş. “Onu ararken bunu bilmiyordum” diyebilirim size. Fakat geriye dönüp baktığımda “O resmi ancak göçü yaşamış biri çizebilir” diyorum. Yani bilinçaltım biliyordu belki de. Nitekim bu kitabı da ancak göçü yaşamış biri çizebilirdi. Daha doğrusu, bu kitabı ancak göçü yaşamış biri bu kadar güzel çizebilirdi.

Birlikte çalışmak sizin için nasıl bir deneyimdi?

Öncelikle şunun altını çizelim: resimli kitap yapmak üçlü bir çalışma deneyimi... yazar-çizer-editör. Ve söz konusu olan çocuk kitabı olduğu için çalışmalarımız pamuk şekeri kıvamında geçiyor sanılmasın. Tamam, şeker ama akide şekeri daha çok. Bazen güllü, bazen meyvalı ama bazen de tarçınlı. Sürekli fikirden fikir ürettiğimiz, zihin açıcı tartışmalar yaptığımız, tam “bitti” derken ilerleyecek yeni bir kanal bulduğumuz, birbirimizi oldukça yorduğumuz, bazı bazı “Yeter artık, bitsin bu kitap” dedirten bir süreç. Ama oyun arkadaşlarımız kafa dengiyse, birbirinin dilinden anlıyorsa, hoplaya zıplaya çalıştığımız, sayfalar hem metin hem de resim olarak oturdukça hayranlıklardan hayranlık seçtiğimiz, olağanüstü doyurucu bir deneyim. Şöyle özetleyeyim;  “Dünyanın bir yerinde ve dünyanın bambaşka bir yerinde...” diye başlıyor ya Dönme Dolap, işte bu kitap sadece dünyanın bu yeri değil, aynı zamanda dünyanın bambaşka yerlerindeki saat dilimlerinde de çalışarak yazıldı, çizildi, düzeltildi. Sizlerin uyuduğu saatlerde bizler Dönme Dolap’ı tek tek vidalıyor, cilalıyor, boyuyorduk. Ve bundan çok ama çok keyif alıyorduk.

Göç ve savaş gibi iki önemli meseleyi çok şiirsel bir ifadeyle anlatıyor bu kitap. Bu süreçte bilhassa hassasiyet gösterdiğiniz noktalar neydi?

Hem hassas hem de güncel, hâlâ devam etmekte olan bir mesele göç. Dolayısıyla göç üstüne bir kitap yazarken dilediğinizce hayal aleminde gezinemiyorsunuz. “Keşke”lerinizi uç uca getirip öyküleştiremiyorsunuz. Çünkü “gerçek” tokat gibi çarpıyor yüzünüze. Gerçeklikten kopmadığınız noktada da umudu kitaba yerleştirmek güçleşiyor. Umut olmadan da çocuk kitabı olmuyor. İşte bu iki ucu dengelemek, üstelik bunu resimli kitabın izin verdiği miktarda metinle yapmak ve metindeki kısıtlamadan dolayı resimlemenin sırtına binen sorumluluğun hakkıyla yerine getirilmesi... İşte bu dengeye çok ama çok hassasiyet gösterdik. Aslında özetle, “Sen umudun resmini yapabilir misin, Hüseyin?” dedim diyebiliriz. Şaka bir yana, bunca soyut kavramı ve sembolü asgari metin ve azami resimle anlatmak meselesine çok kafa yorduk. Ve tabii bir de sadece insani değil, aynı zamanda siyasi boyutu olan bir mesele olması itibariyle kitabın “çocuğa görelik” ölçeğinde doğru konumlanmasına dikkat ettik. Bu tür üst seviye muhakeme gerektiren konularda çocuk kitabı yazmak “yazarın kendi kendine konuştuğu” bir metin ortaya çıkması riskini beraberinde getiriyor. Bunun bir çocuk kitabı olduğunu, çocuğun göz seviyesine inerek konuşmak zorunda olduğumuzu sürekli hatırlattık kendimize.

Bunu çocuklara anlatabilmek noktasında da önemli bir iş bu çalışma. Dünyamız gitgide daha zor bir gezegene dönüşüyor. Bu noktada çocuklarla iletişimde nelere özen göstermek gerekiyor sizce? Onların bu konudaki sorularını yanıtlarken anne babalara ya da öğretmenlere ne tavsiye edersiniz?

Çocuklarla iletişimde yukarıda da söylediğim gibi “çocuğa görelik” kavramı çok önemli. Çocuğun muhakeme seviyesine uygun bir anlatım gerekiyor. Bu da en etkili örnekleme metoduyla yapılıyor bence. Çocuğa aktarmak istediğiniz mesele her ne ise onu çocuğun günlük hayatından bir olayla, objeyle, kişiyle vs. örnekleyerek aktarmak işimizi kolaylaştırıyor. Bu çocukla hem edebiyat üzerinden hem de günlük iletişim kurarken geçerli. İkinci önemli husus ise çocuğa “anlatmak” yerine “göstermek”; davranışlarımızla örnek olmak. İşte kitaplar tam da bu noktada önem kazanıyor. Farklı kahramanlar üzerinden farklı davranış modellerini gözlemleyebiliyor çocuklar. Kendileri yaşamasa da kahramanlar üzerinden olayları deneyimlemiş, aşılanmış oluyorlar. Dolayısıyla kitaplarda vaaz veren kahramanlar değil, yaşayan, yaşayarak okura örnek olan kahramanlar çocuk üzerinde daha etkili oluyor. Bu yüzden parmak sallayan, didaktik kitapları değil, kahramanın yolculuğunu sergileyen kitapları tercih ediyor okurlar. Böylece benzer bir durumla karşılaştığında, benzer durumları yaşayan kişilerle tanıştığında empati gösterebiliyor. İşte bu sebeple Dönme Dolap’ın “çocuk okuru göç meselesine maruz bırakan” bir kitap değil, “çocuk okura göç meselesini hem zihinsel hem de duygusal boyutta yaşatan” bir kitap olmasına özen gösterdik. 

Hüseyin Sönmezay'a sorular:

Hüseyin Bey, Tülin Hanım size böyle bir hikâye ile geldiğinde ilk ne düşündünüz?

Teknik olarak bir göçmen sayılırım. Tülin Hanım telefonda, göç ile ilgili bir hikâyem var dediğinde yüzümde oluşan ifadeyi anlatmaktan ziyade çizmem daha kolay olur. Muhtemelen benim de bir göçmen olduğumu bilmiyordu. Sözlü olarak dile getirdim mi hatırlamıyorum ama zihnimden oluşan ilk cümle “Kesinlikle benim çizmem gerekiyor bu hikâyeyi!” oldu.

Hikâye kısa ama oldukça etkileyici. Bunu resme dönüştürme aşamasında sizin önceliğiniz olan ya da ön plana çıkarmak istediğiniz şeyler neler oldu?

Bölgesel farklılıklar olsa da hepimiz birbirimize çok benziyoruz aslında. Hayatlarımız, sevinçlerimiz, hüzünlerimiz, beklentilerimiz çok benzer… Yaşayan, hisseden bir kalple  baktığımızda karşımızdakini anlamak, empati kurmak çok zor değil. Resimlerde de bu empatiyi kolaylaştıracak, bağ kurmamızı sağlayacak, dünyanın farklı bir yerinde olsa bile aynılığımızı, benzerliğimizi gösteren sahneler kurgulamaya çalıştık.

Bu kitabın hazırlanması süreci sizin için nasıl bir iş birliğiydi?

Üç kelime; kan, ter, gözyaşı… Şakası bir yana her kitapta olduğu gibi fakat konunun hassasiyeti sebebiyle üzerinde ekstra beyin fırtınası yaptığımız sancılı bir süreç oldu. Kitabın her aşamasında yazar, çizer ve editör olarak sürekli iletişim hâlindeydik. 

Dönme dolap kadar balık da anlamlı işaretler olarak çıkıyor karşımıza. Akvaryumdan çıkıp o da yolculuğa dahil oluyor hatta. Size ne hissettiriyor bu balık?

Yaptığım her resmin bir köşesinde mutlaka bir balık olur. Benim imzam gibi oldu artık. Bu kitap için de kullanmasam olmazdı. Tabii bu kitapta balığa farklı bir anlam yüklendi ama onu burada söyleyerek okuyucunun zihninde bendeki anlamıyla yer etsin istemem.

Peki nasıl bir düşünme ve hayal etme sürecinden geçti bu çizim aşaması?

Metni ilk okuduğumda zihnimde canlanan sahneleri kabaca eskizledim öncelikle. Göç ve savaş ile ilgili kitapları, fotoğrafları inceledim. Filmler, belgeseller izledim. İlk eskizlerin üzerine alternatif sahneler denedim. Yazar ve editörle bir araya gelip sahneleri yorumladık ve görsel olarak son halini aldı.

Anlatılan konu göç ve savaş üzerine. Bunu çizimlere yansıtırken sizin bilhassa hassas olduğunuz ifadeler oldu mu?

Açıkçası kimseyi kırmadan, dökmeden bir şeyler anlatmak için çok çabaladık. Çabaladık diyorum çünkü kitabın her aşamasında yazar, editör, çizer üçlüsü olarak kafa kafaya verip çalıştık. Başta da dediğim gibi amacımız eleştirmek değil empati kurdurmaktı.

Çocuk edebiyatı söz konusu olduğunda resimler ve çizimler de bir o kadar önem kazanıyor şüphesiz. Öyle ki çocukların kitap sevgisini kazanmasında da büyük önemi var diyebiliriz. Sizin bu konudaki yorumlarınız nelerdir?

Renkler, normal hayatta var olmayan karakterler, sahneler çocukların ilgisini çekiyor. Bir çizer olarak bunu söylemem abes olabilir ama kitapların resimsiz de çok sevilebileceğini düşünüyorum. Metin doğrudan hayale hitap ederken kitaptaki görsel de çizerin hayal dünyasının bir yansıması aslında. Kısmen çocuğun hayalini sınırlamış olabilir bir çizer. Bunun aksi de söz konusu olabilir tabii. Çocuğu daha önce deneyimlemediği çok farklı alemlere doğru bir yolculuğa çıkarıp, hayal alemine zenginlik katabiliyor…

Çocuk kitabı resmetmek söz konusu olduğunda sizin için önemli olan şeyler nelerdir?

Çocukları korkutan, üzen hatta ötesine geçen çok fazla unsur var dünya üzerinde. Hayat kitaplardaki kadar planlanmış ve kurgusal değil ama ben bir çizer baba olarak hiç olmazsa çocuklar kitaplarda rahat nefes alsınlar istiyorum. Resimlerimde kullandığım renkleri, dokuları, karakterleri bu hassasiyetle seçmeye çalışıyorum. Belki bir kitap hayatını tamamıyla değiştirmez ama bir gününü değiştirebilir, iyi hissettirebilir. Bence buna değer.

0
9393
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage