Selçuk Erez’in kurgusu, dili, anlatımı ve konuları ile dikkat çeken kısa öykülerinden oluşan kitabı Benimle Çıkar mısın? üzerine bir deneme.
Selçuk Erez'in yeni çıkan öykü kitabı Benimle Çıkar mısın? Oğlak Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Erez'in okuduğum ilk kitabı İstanköyaltı Bodrum'du. Bir şehir, inceleme, şehir tarihiydi bu kitabı. Bodrum'u sevdiren, orada yaşayanlarıyla hayat bulan sahil kentini, hem tarihi hem de coğrafyasıyla tanıtan bir kitaptı. Devamında öykü ve romanları geldi. En bilinenleri Garo Dayı, Makriköy'e Dönüş, Dünyanın Sonu Gelmeyecek adlı romanları ve öykü kitaplarıdır. İlgi çeken bir diğer çalışması da Tokat Seramikleri üzerine A. Marcelli ile ortaklaşa yazdıkları sanat kitabıdır. Seramiklere ilgi duyanların, özellikle bölgesel, yöresel seramikler üzerine çalışanlar bu değerli çalışmayı baş ucu kitabı olarak saklayacaklardır.
Erez'in gazete yazıları ve kitaplarını takip edenler bilirler, ince bir alay örtük olarak hep vardır. Bu humor, düşündüren, yönlendiren bir üslup olarak evrilir onun yazın hayatında. Hayatla, insanla, insanın o yapıp etmeleriyle, insanın o "arada olmaklığı"yla[1] ve bu "arada olmaklığı"ndan sıyrılamamasıyla derin bir dalga geçer. Yazar, okuyucuya "hayat nedir ki" der gibi soru sormakta ve sorusunun yanıtını kendi düşünceleriyle de vermektedir. Hayatı çok ciddiye alırsan, sürekli hüzünleri yaşamın önünde taşırsan bir yere varılmayacağını söyler gibidir. Biraz zevk ve neşe insanın sonlu yazgısıyla dalga geçmesi gibi durur. Ve tabii "özne" olabilme eylemleri, hem düşünme hem de eyleme...
Benimle Çıkar mısın? kitabı, kısa öyküler olarak nitelendirebileceğimiz yazın tarzını içeriyor. Erez bu öykü kitabıyla, belki de tekrar insan-insan, insan-hayat, insan-diğer canlılar üzerine düşünmemizi sağlamak istiyor. Eş, aldatma, yalan, başarı, ölüm, ilişkiler gibi kavramları önümüze koyarak bu kavramlarla yüz yüze kalmamızı ve bu kavramları nasıl alt edebileceğimizin ip uçlarını sıralıyor.
Önsözün ardından yirmi öyküden oluşuyor kitap. Selçuk Erez kısaca önsözde edebiyatın estetik bir kurguyla sunuluşundan bahseder. "Türü, tarzı, tipi ne olursa olsun, edebiyat insanı alıp götüren, bazen de uçuran bir müzik parçası gibi olmalı, mesela Bach'ın 1 Numaralı keman konçertosu gibi, Dava Bruberck'in Take 101 gibi etkilemelidir bizi" diyerek düşüncelerini belirtir. İşte! Bu etkidir edebiyatı ve/veya sanatı sanat yapan. Yoksa uçar gider söz de yazı da...
Erez, öykülerinde insanın kimi zaman karşı karşıya kaldığı çaresizliğini, o çaresizliğinden kurtulmak isteyişini yazar. İlk öykü, kitaba adını veren öyküdür: “Benimle Çıkar mısın?” Yazar burada tam da Şavkar Altınel'in dediği gibi "haris dene o yazı" ile bir bağ kurarak, yazar-öykü kişisi arasındaki çekişmeyi irdeler. Öykü kişisi, yazara da haber vermeden kendi hayatını/öyküsünü kurgular. Yazar, sadece yazar, ona hayat ver(e)mez. İnsana öğretilen günlük rutinlere de bir gönderme yapar bu öyküsünde Selçuk Erez. "Evine vardığında buzdolabında ne bulduysa atıştırdı. Bir de bira. Bu saatte düşünmenin de taşınmanın da pek verim sağlamadığına ve diş fırçalamanın uykusunu kaçıracağına inandığından kendini doğrudan doğruya yatağa attı, bir iki döndü ve uyudu". (sayfa 12) Her akşam dişlerimizi fırçalamak zorunda mıyız? Günlük rutinler ne içindir, hayat mı kurtarır?
Devam eden öykülerde, insanın diğer canlılarla olan ilişkisini bir örümcek üzerinden anlatır. Bu da bize sığındığı köyde, mercek yontuculuğuyla para kazanan Spinoza'yı hatırlatır. Elbette Spinoza’nın aynı zamanda iç ve dış bükey konveks camlar üzerine çalıştığı bilinir, mercek yontuculuğu aynı zamanda kendi çalışmaları içindir sadece geçimini sağlamak için değil. Ama odanın köşesinde asılı duran ağda gezinen örümcekle dostluk kurduğu yazılır. İnsan da o ağa takılı değil midir? Aristoteles'ten bu yana kaplam ve içlem olarak nitelendirilen, canlının alt kümelerine bir göndermedir insan-örümcek öyküsü. Ve buna ek, “Koska'nın Kulakları” da böyle insan-diğer canlı yaşamına bir örnek teşkil edecek şekilde mizahi duyguyla yazılır. İç çizimler ve kapak çizimleri de Selçuk Erez'e aittir. Her öykünün başlangıcında nahifçe atılan çizgiler, kelimeler ve kavramlar kümesi için bir parça ön izi anımsatır.
Selçuk Erez, "Yağlı Sevişme" adını verdiği öyküsünde kadın-erkek ilişkisine yer verirken, bu öyküyü "aldatma" kavramı üzerinden kurgular. "Cinsel hayatınız, birbirinize karşı ilgi? İlk dört sene iyiydi, sorunsuzdu. Çiftler arasındaki çekim bir süre sonra adeta gevşiyor... Bütün evli arkadaşlarımızda böyle oldu, bizde de. Bir ekstra neden var mı? Duygu'ya göre ben, başka kadınlara fazla bakıyormuşum. herhalde gizli ilişkilerim olmalıymış". Öyküde derin anlamıyla sorgulanan, eşlerin birbiriyle konuşarak çözebilecekleri konuyu bir otoriteden yardım alarak çözmeleridir. Eşler, konuşur ama o herkesin kendine ait dünyası bir sınır çizer ikili yaşama. Elbette burası tartışılır, eşler birbiriyle her şeyi paylaşmalı mı, yoksa herkesin kendi kişilik sınırları içinde bir sır kümesi mi olmalı? Öykülerin örtük anlamı derinlik taşısa da Erez, bu öyküleri sade ve yalın bir dille kaleme alır. Öyküleri okurken ne zamanı ne de mekânı algılarsanız, kayar giderler. Tortusu kaldığında, düşünüp, bu düşünmelerinizi dış dünyada gerçeklik kazandırırken, işte o zaman insanın o yapıp etmeleri, olanaklar bütünü olan insanı, insanın hayat denilen bu çıkmazda "arada olmaklığını" bir kere daha düşünürsünüz.
Selçuk Erez'in bu öykü kitabı insanı anlatırken, öykünün yapması gerekeni de vurgular. Öykü, kendi kalıpları içine, yazı kuralları içine sıkışmak değil, nefes almalı. Erez'de bu öykülerinde öyküye nefes aldırıyor. Hem de derin bir nefes.
Görseller Maria Svarbova'ya aittir.
[1] Betül Çotuksöken, Antropontoloji tezi, detaylı bilgi için bkz.