Dünya edebiyat tarihinde önemli bir kilometre taşı olarak varlık gösteren Beat Kuşağı’nın kurucularından Jack Kerouac’ın Tristessa adlı eseri, Begüm Gür Erdost’un çevirisiyle ilk kez Türkçede yayımlandı. Eser, Kerouac tarafından 1960 yılında kaleme alındı. Yazarın diğer tüm eserleri gibi Tristessa da kendi hayatına dair pek çok yaşanmışlığı barındırması açısından önemli bir yere ve döneme şahitlik ediyor.
Hayatı anlamak, çeşitli yöntemler ve elbette zaman içerisinde şekillenen tecrübelerle birlikte bütünlüğe ulaşır. Ulaşma hali, kendi içinde bir tür yolculuk barındırdığı gibi mutlak hedefin sürekli olarak kendini yenilemesiyle birlikte devam eder. Kayıplar, kazançlar, düşüşler, acılar, sevinçler ve cümle insan duygusu, mevcut bütünlüğün yaratım süreçlerinden geçer. Kültür dediğimiz çok parçalı/sesli yapılar da aynı bütünlüğün paralelinde ilerler. Edebiyat söz konusu olduğu zaman karşımıza çıkan öz, sadece insanı kapsamaz; insana dair olan her şeyi sırtında taşıyan dünyanın da bir parçasına işaret eder; yaşamın mutlak dengesine ve sonsuzluğa. Jack Kerouac’ın eserlerinde karşımıza çıkan izler de çeşitli katmanlardan oluşan dengenin dönemsel olarak parçalarına değinmekte ve o parçaların ayrıntılarında dolaşmaktadır. Bir tür anlam arayışına dönüşerek temelleri atılan ayrıntıların oluşumu da tıpkı insanın kendisiyle olan mücadelesinde olduğu gibi zamanın kıyısından yol almaya devam eder. Daha doğrusu en büyük çabası bu yönde gelişir.
1955 yılında Meksika’da geçen hikâye, yazarın kendi yaşam deneyiminin en önemli dönemlerinden birine denk geliyor. Yaşadığı pek çok şeyi edebiyatının yükselen duvarlarına ekleyen Kerouac, deneyimlemek temelli bir dürtünün peşinden giderek evinden ayrılıyor ve yollara düşüyor. Bu yolculuk, tek başına macera amaçlı olmadığı gibi bütünüyle bir anlam arayışını da ifade etmiyor aslında. İletişimin gerçek düzlemlerde hayata geçmesinin gerekliliği burada önemli bir bütün olarak karşımıza çıkıyor. Kerouac, yaşadığı toplumun değerlerini olduğu gibi kabul etmek yerine itirazı, onay mekanizmalarının klasik anlayış şekillerinin karşısında ise ezber bozma mantığını geliştiriyor. Bunun için çıktığı her yol, aslında onun kendiyle olan tanışıklığını daha fazla su yüzüne çıkarttığı gibi karşısında olduğu toplumun gerçek yüzünü görebilmesini de mümkün kılıyor. Trisessa, yaşamın ve yazarın yarattığı karakterlerin yönelimlerindeki ezberleri bozan ilk adım olarak gösteriyor kendini. Buradaki mesele, daha çok aşk duygusu üzerinden işlendiği gibi, kavuşma dürtüsünün mümkün olmadığı inancına yaslanan deneme-yanılma yöntemlerini de harekete geçiriyor. Kerouac, girdiği dünyada yaşadığı her şeyin aslında bir dış etkiden kaynaklandığının farkında olarak anlatıyor hikâyesini. Uyuşturucu maddelerle kurulan hasarlı iletişim, zaman içerisinde alışılmış ve normal olana evriliyor. İtiraz ettiği sosyal yapıdan kaçarken kendi anlamını farklı boyutlar üzerinde yaşayan yeni bir toplum, pek fazla dillendirmese de ideali olup çıkıyor ancak aşk, bu idealin üzerini bir miktar kapatıyor. Bir öncekine göre daha hızlı, dumanlı, bela barındıran ve mutlak gençliğe yaslanan. Ancak ideal olanın içindeki aksaklık, üretimin olmadığı, sadece ve sadece kurtarılmış olduğuna inanılan bölgelerdeki zaman öldürmelerin idealize edildiği gerçeğini ne yazık ki perdelemiyor. Mutlak itiraz, yaratılan alternatifi tam anlamıyla karşılamıyor. Çünkü ihtiyaç duyduğu şey, tam anlamıyla tanımlanabilmiş değil.
“Hepimiz ölmek için doğmuşuz”
Metinde karşımıza çıkan bir diğer temel ise her şeyin farkında olma hali üzerine kurulu bir süreci kapsıyor. Yaşama ve ölüme duyulan inanç, arada geçen sürenin insan ve doğa eliyle ne şekilde ve hangi koşullarda şekillenebileceği düşüncesinden hareketle ilerliyor ve kendi içerisinde bir tür yeni anlam yaratma boyutuna yükleniyor. Her şeyin anlamsızlığı, ölüme giden kaçınılmaz yolculuktaki farkındalık halleriyle yan yana geliyor böylece. Yazar, biraz da bu mesele üzerinden aşkın ulaşılamayan tarafındaki zaman kaybına değiniyor. Son tahlilde karşımıza çıkan parçalar ise, asıl meselenin hissetmek üzerinden devam eden bir tür avuntu haline işaret ediyor. Çoğu zaman böyledir. Ulaşılmak istenilen her şey, büyük oranda söz konusu duyguyu yaşama ve ayakta tutma halinden beslenir. İhtimaller, tesadüfler, yaşamın insan emeğini aşan halleri ve yaklaşılan son, malum durumun dinamiklerini besler. Edebiyat dahil diğer bütün sanat alanlarında ele alınan aşk, kendini düzenli olarak yenileyen hamlelerden var eder ve buna da çoğu zaman yeni anlamlar eklenir. “…Ayağımıza geçirdiğimiz ölümlülük botlarımızın içinde tir tir titriyoruz hepimiz, ölmek için doğmuşuz, şu karşımdaki duvara ve hatta Amerika’daki tüm duvarlara yazmak istiyorum bunu: ÖLMEK İÇİN DOĞMUŞUZ…”[1] Alıntının devamında karşımıza çıkan biat hali, başka türlü bir kabul etme biçiminin de varlığını işaret eder. İnsan, doğumla birlikte ölüme hazırlanır ancak yaşamın da bir tür dengesi olmak zorundadır. Tristessa, erkeklerin gözdesi olarak sadece ulaşılmak istenen duygunun nefes alıp veren halini temsil etmektedir. Asıl mesele herkesin içinde ve yöneliminde farklı şekillerde boyutlanmıştır. Çünkü zaman durmaz. Yarattığı devinime güç katabilmek için insanların hayallerinden -bir anlamda- faydalanır. Kerouac’ın çizdiği tablo da biraz bu durumu ortaya koymaktadır aslında. Dönem itibariyle düşünecek olursak, her şeyin bir sonu olduğunu duyulan inanç, başka başka inkarların yolunu açmıştır sadece.
“Nirvana’mı bekliyorum ya da Tristessa’mı”
Jack Kerouac, arayış halinin bir insanla bütünleşen duygu toplamına dâhil ediyor okuru. Bir yolculuk başlıyor ve hiç bitmeyecekmiş gibi devam ediyor. Sonsuzluğu, ulaşılamayan maddi/manevi ihtimalleri, kendini, etrafındakileri ve etkisinde oldukları maddelerin güzellemesini çeşitli katmanlardan geçirerek anlatıyor. “Nirvana’mı bekliyorum ya da Tristessa’mı” diyor ve ekliyor: “İkisi de gelmiyor”
Tristessa, genel hatlarıyla bakıldığı zaman sevgi üzerinden hareket eden, ancak takıntılı alışkanlık hareketlerinin varlığını inkar etmeyen bir metin. Kendi zamanında sabitlenmiş insanlardan, tehlikeli sayılabilecek yaşam alanlarından, zamandan, sıyrılma çabalarından ve her şeyin bir sonu olduğuna duyulan inançtan besleniyor. Güzel olana, az da olsa bir inanç taşıyor ve bunu söylemekten geri durmuyor. Her zaman bir ihtimal vardır ve her şeye rağmen güzeldir. “Yine de diyelim ki gün gelip de herkes sonsuza değin özgür olma hayali ya da iç görüsü uğruna kendisini başkasına yardıma adasa, bir cennet bahçesine dönüşmez miydi dünya?”[2]