Memduh Şevket Esendal’ın insan ve mekân çeşitliliğiyle âdeta bir dönem panoraması sunduğu, çoğu Meslek gazetesinde yayımlanan hikâyelerinden oluşan Otlakçı adlı kitabı üzerine bir yazı.
Çok bilmiş olmakla yetinmeyip kimseye söz vermeyen, kendi sesinden başka ses duyduğunda kulaklarını kapatan adamların Muharririn-i Osmaniyye’den olma devri geçti mi? Değil mi azizim, geçmişin tatlı alışkanlıkları, sürdürülebilir ekonomisi, yaşanır mahalleleri bir yana, şimdinin çarpıklığı ve insan çeşitliliği bir yana. Geçmiş bayramınız da mübarek olsun…
Sözü alıp bırakmayan insanların devri geçmişte kalsa ve bir yerde anıya dönüşse keşke ama öyle olmuyor. Bugün bile gördüğümüzde yaka silktiğimiz, konuşmaktan, yan yana gelmekten sakındığımız bu insan modelini Memduh Şevket Esendal 1924 yılının mart ayında yazmış. Değil mi ama antika ve antikacılardan meslek erbaplığına; kaz ve hindiden yalan dolana, riyakârlıktan dürüstlüğe giden bir yolda bilmediği olmayan bu insanların nesilden nesile aktarımı da bir başka tuhaflık olsa gerek. Kimi için bu insan eğlenceli ve yaşanır bir bilgelik gibi gelebilir. Her konuda kendine has ve özgüven dolu cümleleri olan bilmişlerin, elbet toplum yapısı ve sosyolojiye dair de önemli saptamaları vardır. İthaki Yayınları’nın yakın zaman önce yayımladığı Otlakçı kitabında Memduh Şevket’in kahramanı yazar, tren yolculuğunda konuşarak esir aldığı insanlara dönemin İstanbul’unu bakın nasıl anlatıyor: Daha önce “Konferans” ve “Tıraş” başlığıyla yayımlanan öykü, “Söylüyor” başlığıyla yer alıyor bu kitapta.
“Anadolu, Anadolu dediler, ben de bir şey zannettim. Ne yapıp yapmalı, İstanbul’a dikkatle bakmalı. Eğer bizde dikkat kaldıysa… İstanbul’un ne kadar leblebicileri, turşucuları, helvacıları, kalemis yağı (Kitaptaki dipnottan: Galiye denen macundan çıkarılan güzel koku, galiyemisk.), karanfil yağı satan hafız bozuntularına kadar ne kadar esnaf, ayaktakımı varsa, toplamışlar, al sana Anadolu olmuş… Buraya Anadolu dememeli, esnaf dolu demeli. Memurin takımından başka bir tane de adama benzer bir adam görmedim ki…”[1]
Memduh Şevket dupduru bir Türkçeyle hayatlarımızın hikâyelerini yazıyor; baktığı yeri görüyor ve oradan abartısız bir hikâye çıkarıp kendimizle yüzleşmemizi sağlıyor. Fiyaka yok, süsleme yok, abartılı tasvirler, aşırılmış duyarlıklar yok… Olması gerektiği gibi, sokakta tanıdığımız o insanın alışkanlıkları, gündelik yaşamı, iş ya da evdeki hâlleri işte.
Hikâyeler Türkiye’de bir dönemin hayatını da açığa vuruyor elbet. Okudukça tanık olduğumuz olayların günümüze, hatta o gün başımızdan geçen bir olaya nasıl yansıdığına tanık oluyoruz. O “yazar” kişi gelip iş yerinizde ya da kahve içtiğiniz mekânda bütün gün bilgiç hâliyle konuşuyor ve Somalı madencilerin oy tercihlerini sorgulayarak ileniyor içten içe…
Köy romanları, köy hikâyeleri geride kalmış gibi ama bugün de hak edişini alamayan sanayi ve tarım işçilerinin hâllerini okuyoruz gazetelerde. Memduh Şevket’in 30 Haziran 1922’de yazdığı kitaptaki adıyla “Yirmi Kuruş” hikâyesi, ağadan parasını almaya çalışan bir marabanın çektiklerini anlatır. Yıllarca çalıştığı ağa kapısından askere gitmek üzere ayrılmak durumunda kalan Aşağıtaşlı köyünden Halil İbrahim, yaşı da biraz büyük yazılmıştır nüfusa, Sazlı köyünde Tevfik Ağa’nın yanında bekâr durur. Akış içinde tutarlı ve ilginç olmakla birlikte, geçen zamanın daha bir vahşileştiğine kanıttır.
Vereceğine karga olan ağa, alacağına şahin kesilir. Defterler açılır, giydiği çarıklar hesap edilir, yancılar yazılmışla yalancı tanıklık eder. Defter yalan söylemez ama tütün içmeyen Halil İbrahim’e çakmak fitili borç edilir.
Çoğu dönemin Meslek gazetesinde yayımlanan öyküler şehirden, kasabalardan, Anadolu’dan, adalardan, tren raylarında, aşktan ve Türkiye’den bahseder. Her hikâye hayatımızın ayrı bir çıkmazına sürükler bizi ve orada umudu yeşertmenin ayrıntılarını kurcalatır bize.
Otlakçı’daki kadın kahramanlar özellikle dikkate değerdir. Kocasının çalıp çırptığını bilen kadın kahraman, harpten dolayı her yerde kıtlık varken evlerine tenekelerle gönderilen yağın rüşvet olduğunu bilir ve buna itiraz eder. Meşrebincedir. Ambar kahve doludur ama nohut kavurur. Kürk giymekte ısrar eden hemcinslerine asla özenmez, kendinden emin ve vakurdur. Bir yalanın, rüşvetin, çalıp çırpmanın, insanları dolandırmanın saadetini yaşamaz kendinde. Harp kıtlığına rağmen evden taşan hiçbir şey onun gözünde değildir. Kendi ahlakı yön verir kadına ve gözünü kırpmadan boşanır kocasından.
Bir diğeri adada büyümüş yüksek sosyeteden olsa da hâli vakti yerindeki kumarbaz mühendis kocasını terk edip taşradaki bir istasyonda usta başı olarak çalışan adamla evlenir. Ailesi ve çevresi buna karşı çıksa da sosyetenin ne diyeceğini umursamaz, aşkın coşkulu huzuru ve ev kurmanın saadetiyle gider taşraya, klasik bir Türk ailesi olarak kocasının işten dönüşünü beklerken hazır ettiği yemeklerle, uykudaki çocuğun uyanmaması için çaba gösterir.
Memduh Şevket hikâyelerindeki kadınların gücü, açık sözlülükten ve doğru olmaktan gelir. Adamın hakimiyeti evde devam etmez, ne kadar istese de kadınlar izin vermez buna, sözünü sakınmaz, gerekirse çekip gitmeyi, yalnız ve yoksul kalmayı göze alır.
Bir ilin valisi kumandanın evinde yemekte oldukları hâlde, Haydar Bey’in suratından hoşlanmadığını söyler. Vilayet Mühendisi Haydar Bey eşi ve kızının yanında mahcup olsa da ses edemez valiye, değil mi efendim… Haydar Bey de gözlük taksın, sakal uzatsın, perçem bıraksın… Kahve, sigara, poker derken şenlik dağılıp eve çekildiklerinde dalkavuklardan da cesaret alan valiyi bir yaman paylar eşi hanımefindi. Vilayeti de böyle idare ediyorsa vay hâlimize..
Erenköy ile Göztepe arasında oturanların, kendilerine ya da çalışanlarına ayakkabı veya elbise alması için İstanbul’a gittikleridir Memduh Şevket öyküleri. Bir yerde sinematografik, bir yerde memleket gerçeği, bir yerde geçmişten şimdiye aktarılan insan çeşitliliği yer alır. Onun yazdıklarında her şeyden önce derinlikli bir gözlem, ince bir işçilik, sırıtmayan diyaloglar, umut, itiraz, neşe ve metin hazzı iç içe geçer.
[1]Memduh Şevket Esendal, Otlakçı, İthaki Yayınları, 1. Basım Temmuz 2024, sf. 126-127