‘’Bir Arının Mırıltısı
Bir Cadı büyüsü –beni filizledi–
Soracak olursanız neden–
Daha kolay ölmesi–
Söylemekten’’
19. yüzyılın en önemli şairlerinden Emily Dickinson’ın kişiliği, şiir dünyası ve altı şiirinin çevirisi.
19. yüzyılın hiç kuşkusuz en önemli Amerikan şairlerinden Emily Dickinson (10 Aralık 1830 - 15 Mayıs 1886) hayatının büyük kısmını Amherst, Massachusetts’teki odasıyla bahçesi arasında geçirirken doğayı ve hayatı kelimeler aracılığıyla en yakınımıza getirmiş, bizimle ‘konuşturmuş’ bir peri. Bir kadın olarak şiirlerinin fazla ciddiye alınıp alınmayacağıyla ilgilenmeden su gibi sessizce kayaları aşındıra aşındıra yazmış bir edebiyat insanı.
Şiirlerinden sadece on ikisi hayattayken yayımlanmış olmasına rağmen, bin sekiz yüzü aşkın şiirini ölümünden sonra kız kardeşi Lavinia’nın gün yüzüne çıkarmış olması sayesinde bugün hâlâ okuyabiliyoruz. Ne yazık ki okuyamadığımız birçok şiiri ve kişisel yazışmaları ise vasiyeti gereği yine Lavinia tarafından yakılmış.
Dickinson’ın münzevi karakteri onu doğanın kelimesiz ve kavramsız dilini dinlemeye çekmiş ve zamanla insanlarla konuşmaya olan ilgisini neredeyse tamamen kaybetmesine sebep olmuş. Zamanla diğer insanlarla ilişkisini sadece gerektikçe, o da odadan odaya konuşmakla sınırlı tutmaya başlayan Dickinson, toplumun kendisine açıkça veya kapalı olarak dayattığı eş, anne, sevgili ve hatta kadın şair olmak gibi etiketlerden hiçbirine ihtiyaç duymayarak doğanın insan şuuruna sunduklarını özümsemiş ve bu özden yalın, renkli, gerçekçi ve bir o kadar da hassas bir şiir dünyası meydana getirmiş.
Kasaba ahalisince tuhaf, deli, ayrıksı biri olarak nitelendirilmiş olması da onu kendi bildiği biçimde yaşamaktan alıkoymamış. Dickinson’ın kendisini kelimelerden büyüler yapan bir cadı olarak benimsediğini ve böyle olmaktan dolayı hiç de çekinmediğini anlıyoruz. Öte yandan Dickinson’ın bu inatçı ve içe kapanık dünyası üslubunu hırçın, karamsar ve öfkeli bir romantik havaya bürümek yerine duru ve canlı bir ezgiye dönüştürmüş. Tıpkı giymeyi tercih ettiği beyaz elbisesiyle bahçesine yelken açarken rüzgarın yolunu takip etmesi gibi, Dickinson’ın dili de odasından doğaya açılan beyaz bir pencere.
Dickinson William Wordsworth, Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau gibi yazarlardan, romantizm ve transandantalizm gibi düşünce akımlardan etkilenmiş olmakla birlikte doğanın kendisini ve bireyin şifa bulmayan yalnızlığını idealize etmemiş, dış dünyayı hep tüm sadeliği ve gündelikliği içerisinde tasavvur etmeyi tercih etmiş. Bunu yaparken şiirinin gösterişsiz ama bilmecelerle, türlü cinliklerle, sürprizlerle dolu bir sesi olması ona Amerikan edebiyatındaki kendine has yerini bahşediyor. Kısa ve uzun çizgileri özgünce kullanan, mısralarını beklenmedik yerlerde keserek, herkesten önce kendisini, ama aynı zamanda okuyucusunu en basit ve sıradan şeyleri tekrar tekrar düşlemenin ve düşünmenin sırlarına çağıran Dickinson, belki de bize mekân ve uzamla yazma eylemi aracılığıyla topografik bir ilişkiye girmenin gerekliliğini fısıldıyor.
Göreceğiniz üzere benim burada sizlere sunduğum çeviriler ekseriyetle Dickinson’ın doğa ve ‘‘hayvanlar’’ üzerine yazdığı şiirlerden oluşuyor. Belirtmek gerekir ki Dickinson’un şiirlerinin tümünde ‘‘hayvan’’ sözcüğü bir kere bile geçmemekte, çünkü onun söyleyişinde bizim kendimizden ayrıştırdığımız tüm canlılar dile kendi isimleri ve karakterleriyle dile geliyor.
Şairler dünyada var olmanın ne demek olduğunu sezdirerek ve hissettirerek anlatmanın yolunu arayan dil gezginleri. Bu yolda Dickinson gibi şairlerin en yakın yoldaşları insanlardan ziyade, varoluşu en az insanlar kadar idrak eden fakat bunu hiçbir zaman bizim gibi dile getirme ihtiyacı duymamış olan canlar, canlılar ve hatta cansızlar. Dilsiz olmaları şuursuz veya dil kullanma yeteneğinden yoksun olmaları değil, eşyayı kelimelerle dile getirmeye muhtaç olmadan yaşamaları. Bu yüzden Dickinson’ın şiirlerinden yola çıktığımızda hayvanların bilinci, dili, sosyal ilişkileri, duyguları var mıdır gibi sorular tam olarak bir anlam da ifade etmiyor, zira Dickinson’ın kalemi ‘‘hayvanlar’’ üzerine yazılan felsefî denemelerin konunun tabiatına uygun biçimde soramadığı, dile getirmekte zorlandığı, daha ziyade edebiyatın elinin uzanabileceği ufuklara dokunmakta. Belki de bundandır ki, Dickinson doğaya ve ‘‘hayvanlara’’ bir şeyler söyletmeye çalışmak yerine, onların aslında nasıl var olduklarını düşlememize olanak tanıyor.
Dickinson var oluşumuzun kalıplarından çıkıp kendimizi, bir dala yumuşakça konan bir kuş, rüzgarda yolculuk eden bir kelebek, gece ağını örmek derdiyle çırpınan bir örümcek, yolunu bulmaya çalışan bir arı, göklerden bir sır saklayan bulut, sabah vakti yaprakta gururla pırıldayan çiy damlası, yol ile muhabbet halinde olan bir çakıl taşı olarak hayal etmemizi sağlıyor. Kaçınılmaz olarak hayatı insan olma gözlüklerinden görecek olmamıza rağmen, Dickinson öncelikle hissederek, sezerek, sabırla, kuşların, rüzgarların, arıların zamanıyla görmeye; canlısı cansızı canlılığın kendisiyle, insan olmayan tüm eşyayla hakiki, samimi, ve gürültüsüz bir muhabbete bizi davet ediyor.
Türkçede günümüze dek şiirleri seçmeler biçiminde yayımlanmış, Selahattin Özpalabıyıklar, Dost Körpe, Ayşe Lahur Kirtunç, ve Dilek Değerli’nin değerli kaleminden dilimize çevrilmiş Dickinson’ın geri kalan şiirleri hala Türk okuyucusuyla buluşmayı bekliyor. Şimdi artık bırakalım da şiirler de bizimle konuşsunlar.
(155)
Bir arının mırıltısı
Bir cadı büyüsü –beni filizledi–
Soracak olursanız neden–
Daha kolay ölmesi–
Söylemekten–
Tepenin o kırmızısı
Arzularımın hırsızı–
Dudak bükecek olursanız
Sağlıcakla– zira Mevla burada
Bundan ibaret hepsi
Şafağın sökmesi
Menzilime lütfetti
Soracak olursanız nasıl–
Beni böyle karalayan – dâhi –
Kendisi söylemeli!
(1510)
O küçük taş ne kadar mutludur
Yolunda tek başına gezinip durur
Yoktur ekmek derdi tasası
Muhtaç olmak korkusu–
Dönüp duran felek ki
Bir örtü sırtında toprak rengi
Hürdür güneş kadar
İster arkadaş olur ister yalnız ışıldar
Getirir fermanın gereğini yerine
Zahmetsiz bir sadelikte–
(328)
Bir kuş yürüye–kondu
Bilmedi ki gördüğümü–
İki lokmaya böldü yer solucanını
çiğ çiğ yedi
zavallı dostu
Sonra müsait bir parça çimenden–
Bir gıdım çiy yudumlandı
Duvara doğru hoplayıp
Bir böceğe yol–verdi
Fıldır fıldır gözlerinde
Acele bir bakış gezdi–
Ürkek boncuklara benzettim
Kadife başını salladı ivedi
Tehlike içinde sanki pür dikkat
Bir ekmek kırıntısı uzattım
Kanatlandı evine bir yelken gibi
Okyanus aşan küreklerden de yumuşak
Bir armuz için mesela
Fazla gümüştendir kendisi
Ayın kıyısında su sıçratmadan yüzen
Kelebeklerden dahi
(111)
Korkmuyor benden arı
Kelebeği tanıyorum
Ormanın cilveli ahalisi
Beni sıcacık karşılıyor
Dereler daha güçlü çağıldıyor geldiğimde
Rüzgar daha çılgın oynaşıyor
Lakin gözlerimdeki gümüş dolu bulutlar
Nedendir söyle ey yaz günü
(1723)
Yeryüzünden yükseklerde bir kuş duydum,
Üzerinde yürüdüğü ağaçları
Havadan sudan bilmiş
Minik bir esintiyi gözledi önce,
Doğanın itiş kakış terk ettiği
Bir rüzgar öbeğine konuverdi sonra,
Şen şakrak bir ahbap sesinden belli
Hem nimetli hem işveli
Tasasız halinden öğrendim ki
Meğer muhtaç bir yuvaya baba idi
Yapraklarla kaplı bir gövdede
Bu anlaşılmadık neşesiyse
Meğer yorgunluklarının şifası
Oysa bizim soluklanmalarımız
Onunkinden ne kadar da farklı!
(1627, 2)
Balın şeceresi
İlgilendirmez arıyı
Ona her daim
Bir yoncadır, aristokrasi–
Çeviren: Onur Karamercan
Kullanılan fotoğraflar: Brooke DiDonato