03 ŞUBAT, ÇARŞAMBA, 2016

Odalar

Sonuna doğru, “Beni odama götürün” diyormuş Schubert: “Şu yerkürede benim bir yerim yok mu?”. Kardeşi, “odam” derken tam neden söz ettiğini, nereden, kavrayamamış.

Odalar

I

“Zaman, şu yengeç” derdim, diyecektim; Oktay Rifat’ın sık andığım akrebi sıçradı zihnime, oyalanmaya koyuldum. Akrep, gece, iner oysa; tırmanırken. Her halde, ‘yukarısı’ ile ‘aşağısı’ arası bir harekettir. Yengecin yanlamasına ilerleyişine bağlanmıştır bütün eğretilemeleri. Bocalatır insanı. Nereye yöneleceğinizi kestiremezsiniz. Hem bilemezsiniz: Göğüslemek mi, karşılamak ve yüzleşmek mi niyetiniz, yoksa gerçekte, kaçınmak, yolundan çekilmek mi?

Buna, “tereddüt” diyoruz. İşin içinde ikilem, ikircim, ikirciklilik var; bağlı olarak kararsızlık, doğurduğu: Duraksama. 

Duraksama halini önemsiyorum.

İçeriğinin bileşkenleri tek tek tökezletiyor. Ayağımızın takılması ile bir tutulamaz tökezin böylesi: Göre göre, bile göredir. Dalgınlık başka: Bir seferinde, prova sonrası, kafasında Winnie’nin çukuruna, gerçekte otoparkta, düşüp yaralanmış  - iki kırık kaburga.

Prudent saldırısının az aşağısı.

wish ı was here photoblog

II

Üçlemenin son cümlesine ilkinden gelindiğini söyleyeceğim, sonra: “Annemin odasındayım”. Barthes, annesini düşünürken, cim karnında nokta olmazdan önceki durumunu varoluşsuzluk (“inexistence”) kavramıyla karşılamıştı, mıhlandı kaldı, annemi düşünedurayım. Soruşturmanın, asıl, ölümlerinin ardından yoğunlaşması tuhaf ve değil: Nasıl olur da, ben hâlâ buradayken, dölyatağının sahibi göçüp gidebilir, işin içinde işin içinden bir çıkılmazlık var.

“Karanlıkta sırtüstü yatarken” kurmak: C’de, ikinci tekil şahıs üstünden söylenmeye durduğunda, doğduğu odaya, ilk odaya yönelir, büyük olasılıkla orada cereyan etmiş bir cima sahnesinin ucunda, evet gene faşşş, nokta oluşagelmişti varsayımına dayanır.

Pencereyi yoklar imgelemi. Oradan görünen ‘manzara’yı, bir dağ kesitine açılan ufkunu. Dışından çekilmiş bir fotoğrafı karşımda ilk ev’in: Ters açıdan görüyorum pencereleri, dahası hangi pencere söz konusu bilmiyorum - biliniyorsa bile.

III

Sonuna doğru, “beni odama götürün” diyormuş Schubert: “Şu yerkürede benim bir yerim yok mu?”. Kardeşi, “odam” derken tam neden söz ettiğini, nereden, kavrayamamış.

Kış Yolculuğu”nu çok yakın bulduğunu, sık dinlediğini, son döneminde ona uzaktan sokulmaya çalıştığı metinlerinden, biliyoruz: Wanderer’lerden biri değil miydi?

Kışlar biribirine benzemez.

Kışlarımız aynı.

Gece, bulutlar hızla akıyor üzerimden, başımı kaldırıyorum. İçimde baş edilemeyecek bir kabarma: Kendime kapaklanmaya hazırım.

Şehir haritasını açmış, ufarak güzergâh ölçümleri ve bir sıralama yapıyorum.

Rüzgâr şiddetini arttırıyor.

Sesini, soluğunu.

Ürperti katsayısını.

İçim yeniklik sargılarıyla kaplı.

IV

Yağmurlu, serin bir kış günü, Rue des Favorites’deyim. Yanlamasına genişlemeyi sürdürüyor izlenimi yaratan bir yapı, 23 yıl boyunca, penceresinden rayları gördüğü, yedinci kattaki odada yazmış, yarı yarıya yaşamış da orada. Ne demişti Suzanne?: “Biz bekâr bir çiftiz”. O ölesiye birlikte yaşayacakları, Boulevard Saint-Jacques’daki daireye geçtiklerinde de, bir süre daha, odayı tutmuş. U’deki sığınak-evi yaptırmış arada. Bana mı öyle geliyor: Aynı odayı durmadan taşıyordu.

Kare, dikdörtgen, yamuk: Yeryüzünde, geçici, ayırabildiği uzam. Zaman zaman “sahne” kılığına bürünen. İki ucu açıkmış gibi duran, oysa bütün uçları kapalı, siyah büyük bir küp.

Küp, kare.

Kutu kutu içinde Dünya.

Yedinci kattaki oda, Dünya’nın bütün odalarına bağlı, bütün odalardan bağımsız,  yalıtılmış, boşlukta sallanan.

V

“Neden bazı oyuncuların yüzü bembeyaz, bazılarının kırmızı?” sorununu yönelten tiyatro yönetmenine, “neden Werther’in ceketi yeşilse” yanıtı verdiğini unutmuyorum: “Don’t sick motivation everywhere” - adamın durumuna düşmek istemiyorum.

Gene de, yazısının dışarıdan içeriye, kapalı uzamlara yöneldiğini görüyorum. Hiçbir şey demek olmayabilir, bir şey olabilir de.

Rue des Favorites’ten ayrılınca “son adres”e yöneliyorum. Yağmur, ara ara sürüyor.

Tiers Temps. Kuruluş, ağır seçim yapmış ‘sağlık hizmetli huzurevi’ni açarken: İlki, ikincisi nedir, nasıldır ki bu üçüncüsü olmuş?

Suzanne öldüğünde geçmiş buraya, sanırım artık kendi kendisiyle ilgilenemeyeceği gerçeğine toslamıştı: “Bana burada iyi bakıyorlar”.

Hem de âşinası olduğu mahalleden tam kopmamış: Mecali olduğunda, elinde bastonu, René Coty ve Saint-Jacques, yürüme mesafesinde. Gizliden gizliye çalışan fotoğrafçıdan kareler: Bakınca, suç işliyorum duygusu kaplıyor içimi.

Gene de giriyorum kapıdan.

VI

Bu kadar yaşlı ve neşeli görünen (erkek müşteri gözüme çarpmıyor ilk bakışta) kadının arasında nasıl barınmıştı acaba? Yönetici hanım, “ziyaret”imin “mahiyet”ini öğrenince heyecanlanıyor, arşiv dolabında fotoğraf ve belge arayadursun, anlatıyor: “Ne yazık ki, o tarihten bu yana ciddi değişim geçirdi burası, odasının yerinde açık bir bölüm var şimdi”. Beni kaybolan odanın bulunduğu yere götürüyor: “Önünden çimen dokulu yapay bir halı geçiyordu, Gazon Street adını vermişti oraya. Tam penceresinin karşısına denk gelen şu duvarın dibinde cılız bir erik ağacı vardı”. 

Tanıdıkları uğradığında viski ikram ediyormuş onlara, bir kadehle eşlik ediyormuş.

Her gün kısa bir yürüyüş yaparmış, fazla uzaklaşmadan.

Beyzbol maçlarını izlemek için portatif televizyonu odasına taşırmış.

Beşinci ayın sonunda, bir akşam fenalaşmış.

“Sizi yalnız bırakayım - dilediğiniz kadar kalabilirsiniz”.

Tam odanın kaybolduğu yerde, mıh.

VII

Demek burada da gelip onu bulmuş ağaç.

Roger Blin, Godot’yu hazırlarken, ilk önerilen tiyatroyu ağaç sahneye sığmadığı için geri çevirmiş. Düzgün yer bulasıya aylarca beklemek gerekmiş.

Birkaç yıl sonra, ağacı bu kez Giacometti yapmış. Ne olmuştur ona, duruyor mudur bir yerde, yoksa erik ağacı gibi kayıplara mı karışmıştır?

Ovidius’tan Shakespeare’e, oradan kendisine, yürüyen ve duran ağaçları bilmiş, tanımıştı.

Son ağacı götürüp Montparnasse’daki taşın, calme bloc, başına dikmeliydi bir el.

“Ayakta ölme” hikâyesi.

İnsan yatmadan, düşmeden ölemiyor. Fenalaşınca götürmüşler, Tiers Temps’daki odasında, yatağında sönmeliydi, öyle olmamış: Hastane odası asıl son küp.

VIII

Odaları, “sahne” görünümlü -bence- açık hava odaları, “sahne”ye yüklediği, ekrana çivilediği odalar: Pek az ayrıntı her birinde, gelgelelim son hücrelerine dek betimlenmiş kareler, küpler. Doğrudan, kendi eliyle gerçekleştirdiğinde düpedüz less is more: Hepsi, aslında, Quad’ın yetkin karesinin, karanlıkla (Dünya ile) kuşatılmış birer değişkeni.

Uzantı getirenler, sözgelişi Kosuth ya da Levitt gibiler, temel doğrudan sapmamışlar, görüyoruz.

Şu var: Duvar, öne çıkıyor bu işlerde. Üstü başı ayna gibi tasarlanmış olsa da.

Beckett’in odalarında ya yoktur duvar, ya da nereye baktığını öğrenemeyeceğimiz bir pencere uğruna oradadır.

Trinity College, Dublin - ‘olay’ın başlangıç yeri.

Kırk yıla yakın komşusu olduğu La Santé hapisanesinin kunt duvarları, sonra: Dolaşırken gidip eliyle yoklamamış olsun, olacak şey mi?

Penceresinden: Volta alanı.

Kukuletalı kendi, durma, içine girip çıktığı üstü açık oda.

0
8906
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage