Hikmet Hükümenoğlu ile hayatını ele geçiren öfkesiyle boğuşan bir karakterin 90’lardan bugüne uzanan hayat hikâyesini anlattığı son romanı Atmaca üzerine konuştuk.
Hikmet Hükümenoğlu’nun Atmacaromanını okurken kapıldığınız o ilk duyguyu tarif edebilmeniz zor olacak. Yıllardır içinizde tutarak büyüttüğünüz bu ilk duyguya bir seferde “öfke” diyebilmekte zorlanacaksınız, evet. Çünkü öfkenin bir duygu olmadığını, bir Atmaca misali, eğitilse bile başına buyrukluğu sayesinde hayatta kalabildiği, bastırıldığı zaman kendi kendini yediği, bastırılmadığı zaman ise önüne çıkanı parçalayabildiğini biliyoruz. Yıllardır içimizde biriken, dışarıya çıkaramadığımız tepkilerin tecellisi olarak, çok karakterli yapısı, uzun zamana ve dönemlere yayılan olay örgüsüyle Atmaca, sizi kendinize getirecek kadar sarsıcı, duygularınızı –artık- anlamlandırmanız açısından son derece etkileyici.
Hikmet Hükümenoğlu ile Atmaca, odağında yaptığımız söyleşi için şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yaşadığımız son yirmi yılda Atmaca’nın içinde biriktirdiği öfkesinin bireysel, ailevi, toplumsal ve nihayet ülkeyi kaplaması açısından nelere yol açtığını kapsamlı bir içerikle okumak isterseniz kaçırmamanız gereken bir söyleşi ile karşı karşıya olduğunuzu bilmenizi isterim.
Edebiyatçılar bozar, mühendisler toparlar gibi bir görüş vardır. Fizik bölümü mezunusunuz ve on yıl kurumsal alanda çalıştıktan sonra işinizi tamamen bırakıp edebiyat dünyasının içine giriyorsunuz. Sizin için bu durumun nedenleri nasıl oluştu?
Bendeki huzursuzluk 2000'lerin başındaki bankacılık krizi sırasında başladı. Kurumsal alanın bana göre olmadığını ve çok bunaldığımı farkettim. Aslında kurumsallıktan çok kurumlardan, daha doğrusu içinde bulunduğum sektörden bunalmıştım. Zaten sabahtan akşama kadar arızalı insanlarla uğraşıyorsunuz, üstüne bir de yaptığınız işin felsefesi (buna felsefe de denmez, işin özü diyelim) size ters geliyorsa hayat çekilmez oluyor. Üniversiteden sonra finans yerine fizikle ya da bilimle ilgili bir şeyler yapmaya yönelseydim, belki şu anda hâlâ o yolda devam ediyor olacaktım ve edebiyatla ilişkim de okurluk düzeyinde kalacaktı. Sorunuzun başına dönersek, aslına bakarsanız yazmak bana dağınık bir uğraş gibi gelmiyor. Sık sık kafam darmadağın olsa da en azından ipler benim elimde, kendi dünyamı kurup kendi kararlarıma göre yönümü belirliyorum. Tabii bu sadece işin masa başındaki defter-kalem kısmı için geçerli, yoksa yayıncılık sektörünün kurumsal olarak diğerlerinden pek bir farkı yok. Arızalı insanlar ve ilişkiler her yerde var. Neyse ki yazarlar için edebiyatın o "iş" kısmı fazla uzun sürmüyor, her kitapta bir iki ayımızı alıyor. Minimum hasarla masamın başına, defterlerime ve kalemlerime dönebilme lüksüm var.
Atmaca, 1995 yılından başlıyor ve 2001, 2015, 2019 yıllarını ve dönemleri baz alarak ilerliyor. Roman uzun bir süreci kapsıyor. Hikâyeyi anlatırken neden bu şekilde bir kapsayıcılığı tercih ettiniz? İçinizi böyle dökebileceğinizi mi düşündünüz? Belki de romanın başına ilk oturduğunuzda bu kadar uzun bir dönemi yazacağınızı siz bile düşünmüyordunuz ama olaylar bir anda gelişiverdi. Ne dersiniz?
Böyle uzun zamana yayılan bir anlatımı ilk Körburun'da denemiştim ve hoşuma gitmişti. Yazması zahmetli ve epeyce hazırlık gerektiriyor ama bir yandan da karakterlerle aranızda oluşan bağ, diğer anlatımlara kıyasla çok daha güçlü oluyor. Genelleme yapmayayım, bu iki romanı yazarken bana öyle geldi diyeyim ya da yapayım; örneğin şu anda çok sevdiğim bir yazarın 600 sayfalık yeni romanını okuyorum ve kahramanlar hapşırsa, "Eyvah, yoksa hastalanacaklar mı," diye endişelenecek kıvamdayım. Tabii ki sayfa sayısı tek başına belirleyici değil, o sayfaların iyi yazılması gerekiyor, yoksa sıkıntıdan patlarsınız. Lafı çok dolandırdım, aslında demek istediğim şu: Bu şekilde yazmak hoşuma gittiği için böyle bir yol izledim ama artık yeter. Kurgu olarak değilse de kronolojik olarak Atmaca, Körburun'un bittiği noktada başlıyor. O mantıkla, bir sonraki romanı 2020'de başlatıp 2050'lere doğru uzanmam gerekir ama öyle bir şey yazmak şu şartlarda çok anlamsız geliyor bana.
Romanın 24 yıl içerisindeki seyrini bireyin hayatı, aile kavramı, bunların etkisi sonucu oluşan toplum yapısını, politik duruşları ve sonuçta siyasi seçimler nezdinde oluşan atmosferin yine bireyin, ailenin, toplumun yaşayışı üzerine nasıl etki ettiğini görerek okuyoruz. Yukarıdaki soruda yaptığım yorumda olaylar bir anda gelişmiyor elbet. Tüm yaşananlar ve karşılığında oluşan öfke uzun zamana yayılan bir durum. Böylesine sancılı bir gerçekliğin içinde sonuç mutluluk üzerinden tekabül edemezdi zaten, öyle değil mi? Romanın öfke üzerinden vücut bulmasını, duyguların öfke üzerinden kendini ifade edişi bu yüzden tesadüf olamıyor, ne dersiniz?
Haklısınız, böyle bir dönemde mutluluk bir izlek olamazdı. Romanın kahramanı Ömer, öfke kontrolü açısından sorunlu bir kişi. Belki çoğumuz onun kadar sorunlu değiliz fakat özellikle 2010'lardan sonra hayatımızın merkezindeki en belirgin duygulardan biri öfke. Belki daha önce de öyleydi ama internet ve sosyal medya sayesinde artık birbirimizin öfkesine her zamankinden daha yoğun bir şekilde tanık oluyoruz. Tanık oldukça öfkeleniyoruz, tam bir kısır döngü. Kaldı ki mutluluk, romanlardan çok kişisel gelişim kitaplarına konu olur bence.
Ömer karakterine gelmek istiyorum. 1995 yılında lise son sınıf öğrencisi olan, arkadaşlarıyla dergi çıkarmaya heveslenen, bu arada üniversite sınavlarına da hazırlanan fakat okulun bahçesinde tek başına kalarak arka arkaya tokatlar yiyen Ömer! Sonraki yıllarda da bu tokatları sistemden de yemeye devam eden ve bir türlü hayatla barışamayan Ömer! Duvara kafa atılmaz ve yumruklanmaz denen öğretiye karşılık duvara kafa ve yumruk atmak isteyen Ömer karakteri ile karşı karşıya kalıyoruz. Ömer başına gelenlerden mütevelli bir şekilde roman boyunca onu asla sevmemizi istemiyor ya da sevilmemek adına elinden geleni yapıyor. Ailesiyle kavga içerisinde, sosyalleşirken kavga içerisinde, sevgilileriyle kavga içerisinde, toplumla zaten hiçbir şekilde barışık değil. Ne dersiniz?
Ömer'i okura sevdirmek gibi bir çabam olmadı. Ustalarımız hep der ya, roman kahramanlarını sevmemiz gerekmiyor, dertleri nedir anlayalım kâfi. Ayrıca sizin belirttiğiniz gibi, Ömer de zaten kendini sevdirmek için çaba harcayan bir insan değil. Benim derdim, sürekli kendisine acıyan, ağlayıp sızlayan bir karakter yazmamaktı. Edebiyatta da gerçek hayatta da kendisine acıyan insanlarla aram hiç iyi olmadı. Özellikle edebiyattaki şu popüler "tutunamayan" erkek tiplemesi bana tatsız geliyor. Tutunamayanlar, komik olduğu için çok değerli bir roman, ağlak olduğu için değil. Ömer'i benim için ilginç bir karakter kılan, tüm hatalarına ve salaklıklarına rağmen "iyi" bir insan olmaya çabalaması. Bunu hangi ölçüde becerebildiği, bana göre romanın omurgasını oluşturuyor.
Baba-oğul yani otorite-birey konusuna gelmek istiyorum. 90’lı yıllardan başlayarak 2000’li yıllarla beraber ne olursa olsun her daim saygı duyulması gereken, haklı olsan dahi sorulan soruya sesimizin titremesine engel olmaksızın cevap verdiğimiz beybaba, efendi baba figürü etkisini yitirmeye başladı. Ve çocukların baş role geçtiği bir dönem başlamış oldu. Fakat buna rağmen Ömer’in babası, lise müdürü bir figür olarak bir otoriteyi temsil ediyor ya da bunun uzantısı olarak yeni kuşakta ciddi değişiklikler olsa da yirmi yıldır içinde bulunduğumuz siyasi yapı otorite üzerine kuruluyor. Bu yüzden bu kuşağa geçiş döneminde arada kalmış kuşak diyebilir miyiz, aynı Ömer gibi, ne dersiniz?
Benim kuşağım, gençlik dönemini 80 darbesinin yıkıntısında yaşadı. Başkaldırının unutulup yeniden keşfedildiği, çoğumuz tarafından tam da keşfedilemediği bir dönem. Ve dediğiniz gibi çocuğun hayatın merkezinde olmadığı, çoğu zaman kendi başının çaresine bakmaya bırakıldığı bir dönem. Ben çocukken canım sıkıldığımda kendi kendimi oyalayıp eğlendirirdim, başka kimsenin böyle bir görevi yoktu. İnternet yok, oyuncaklar kısıtlı, televizyon saatli, video kasetleri haftada bir geliyor apartmana. Kitap okumak o yüzden çok değerliydi. Atmaca'daki karakterler, benden bir sonraki kuşak olsa da iyi kötü aynı şartlarda büyüyor. İnternetsiz hayatı da internetli hayatı da biliyorlar. Onlar büyürken teknoloji çağ atlıyor. Üstüne bir de sermaye el değiştiriyor. Kültür değişiyor. Kimlikler değişiyor. Derken hakikat ötesi dönem, iklim krizi falan filan... bu kargaşada beyin kimyamız nasıl bir evrim geçirdi, çok merak ediyorum. Belki de evrim değil tersi olmuştur. Benim gençliğimde geleceğe dair hayaller kurmak daha kolaydı, onu rahatlıkla söyleyebilirim.
Romanın kurgusuna gelmek istiyorum. Hikâyesi böyle olan, yani klasik roman formatına uygun bir şekilde yazılmış, (çok karakterli, uzun soluklu anlatımı kendine baz almış , dönemleri kapsayan) bu şekilde akıp gittiği takdirde hikâyenin yapısında hiçbir bozulma yaşanmayacakken kıssadan hisse hikâyelerle (Ay ile ilgili anlatılan) Ömer’in kendini uzaya fırlatıp oradan kendine bakması ve kendine (sanki başkasına hitap ediyormuşçasına) “sen” diye hitap ettiği kısımlar ve Ömer’in gördüğü rüyaların hikâyeye etkisi romanın klasik hâlini bozarak bambaşka bir formata bürünmesini sağlamış. Böyle bir kurguyu nasıl belirlediniz?
En başından beri kafamdaki motiflerden biri Ay'dı. Daha doğrusu, elli yıl önce konserve kutusundan pek de farkı olmayan bir aracın içinde Ay'a gitmeyi hayal eden ve bunu başaran insan, nasıl oldu da şimdi dünyanın düz olduğuna inanıyor? Ve buna tanık olup öfkelenmemek mümkün mü? Bu fikri çok fazla göze sokmadan romana dâhil etmenin bir yolunu bulmak istiyordum, Ömer'i Ay ve bilhassa Apollo 11 seferi konusunda takıntılı bir karakter yaptım. Çocukluğunda annesinin kucağına alıp anlattığı efsanelerle başlıyor bu takıntısı. Annesi hakkında çok az şey hatırlasa da, o öyküleri hiç unutmuyor. Belki de aklında kalan bölük pörçük detayları birleştirip yeni baştan kurguluyor hepsini. Bu da romana katmak istediğim ikinci motifti: Hayat hikâyemizi nasıl kurguladığımız… Aslına bakarsanız, romanın yapısı son kısımda aniden değişiyor. Her ne kadar sürprizlere dayalı bir kitap olmasa da çok fazla detaya girmeyeyim ve şu kadarını söyleyeyim: Romana son bölümde katılan bir karakter, öykünün şeklini değiştiriyor. Aslında hep orada karşımızda duran ama varlığını son anda öğrendiğimiz bir karakter bu. Ömer'in anlatısının klasik kalıpların dışına çıkmasının sebebi de o aslında. Özel birisi için kurgulanmış, geveze bir hayat hikâyesi.
Romanın adı neden Atmaca? Ömer’in ve ailenin ve toplumun ve siyasi yapının zamanla tutkulu bir yapıdan tutkusuz, beklentisiz bir yapıya dönüşmesinin ironisi olarak mı böyle bir isim koymak istediniz? Bir de yazmadan geçemeyeceğim bir tespit: Romanın en ince çizgilerinden biri olarak, Atmaca’yı romanın bir karakteri gibi kullanmıyorsunuz aslında. Ömer’in içinde var ediyor ama ince bir çizgi eşliğinde Ömer’in önüne geçmesini istemiyorsunuz. Bu yüzden ve buna rağmen romanın isminin neden Atmaca olduğunu merak ettim.
Etobur olduğu için, bir miktar eğitilebilse de başına buyruk olduğu için, kartal kadar yüksekten uçmadığı için… atmacayı Ömer'in öfkesine benzettim. Bastırıp sakladığı zaman içini yiyor, bastıramadığındaysa dışarda önüne ne çıkarsa parçalıyor. Ayrıca atmaca çok sevilen, sahiplerinin tutkuyla bağlandığı bir kuş. Öfkemize de tutkuyla bağlanmaz mıyız? Atmaca güzel uydu diyordum ama şimdi fark ediyorum ki sosyal medyada etiketlemek için çok şahane bir tercih değilmiş. Romanım, yerli ve milli silah endüstrimizin haberleri arasında kayboluyor.
Romanın 274’üncü sayfasında öfkesini Atmaca’ya benzeten Ömer’in, Atmaca ruhunu zamanla kaybetmesi ve aslında bir Atmaca olmadığını anlaması öfkesinin nirengisini de tanımlıyor. Kitabın sonu bu anlamda çok önemli. Öyle bir kuşak var ki (belki de iki üç kuşağa yayılacak bir dönem bu) her şeyin yanlış algılandığı, yanlış ifadelendirildiği, bu yüzden duygusal erezyonun öfke tarafından patlak verdiği bir kuşak/kuşaklar. Bu durumu savaşlara, yokluklara, bir türlü yerine oturmayan siyasi çalkantılara ve bu sebepten kaynaklı olarak bitmek tükenmek bilmeyen bir belirsizliğe mi yormak gerekiyor, yoksa tüm bunlara rağmen hayır daha iyi tercihler yapıp, daha iyi sonuçlar elde edebilirdik der misiniz?
Demin de dedim ya, Ömer'i benim için ilginç kılan "iyi" bir insan olmak istemesi ve buna rağmen sürekli kendisine ve sevdiklerine zarar vermesi. Evet bazen içinde bulunduğumuz koşullar, daha iyi tercihler yapmamıza imkân tanımıyor ama insanın kendisini sürekli kurban olarak görmesi çok hastalıklı bir durum. Tabii sahiden müthiş bir çaresizlik söz konusu değilse. Çok geniş bir konu bu; işin içine eğitim sistemi giriyor, aile giriyor, kültür giriyor, ekonomi bile giriyor. Fakat genel olarak duygularımızı ifade etmek konusunda da, kontrol altında tutmak konusunda da sağlıklı olduğumuzu hiç düşünmüyorum.
1995’te başlayıp 2019 Kasım’ın da sonlanan bir çember Atmaca. Tamamlanmış bir çember gibi bahsediyorum ama Atmaca’nın hikâyesi bence bitmedi. 2019 Kasım ayıyla birlikte tüm dünya henüz farkında olmadığı, etkilerini 2020 Mart ayında göreceği pandemi süreci ile karşı karşıya geldi. Kardeşler kitapçılarını açabildiler mi, açtılarsa da yürütebildiler mi, bence bir roman daha yazılabilir karşı karşıya kalınan bu bahtsız durumla ilgili. Dünya neden böylesine bir pandemi sürecine girdi sizce? Dünya nasıl çıkacak bu süreçten ya da çıkılırsa eğer nasıl bir dünya bizi bekliyor?
Bu roman bir açıdan çok şanslıydı: Kafamdaki kurgu 2019'da bitiyordu. En başından beri öyleydi. Öyle olmasaydı yazdıklarım çöpe gidecekti. Pandemi başladığında Atmaca'nın düzeltmelerini yapıyordum ve o şartlarda kurguyu 2020'nin gidişatına uydurabilecek gücü ve isteği kendimde bulamazdım. Şimdi de sorunuza verebilecek bir cevabım yok. Bırakın bizi nasıl bir dünyanın beklediğini, yarın sabah uyandığımda neyle karşılaşacağımı bilmiyorum çünkü. Biliyorum diyenlere de inanmıyorum. Biraz yavaşlayıp sakinleşmeden önümüzü görmemiz çok zor ama böyle yokuş aşağı yuvarlanırken nasıl yavaşlayacağız?