Günümüz edebiyatının özgün dilini oluşturabilmiş yazarlarından Faruk Duman ile yazmak ve yazarlık üzerine kaleme aldığı denemelerden oluşan Yazmalı Defter hakkında konuştuk.
Faruk Duman’ın Marc Auge’nin “Yazmak, ölmek gibidir biraz” sözüyle başladığı; yazarlık ve yazmak hakkındaki düşüncelerini birbiri ardına sıraladığı denemelerinden oluşan Yazmalı Defter’i geçtiğimiz yılın Kasım ayında Alakarga Yayınları etiketiyle yayımlandı. Öykü ve romanlarıyla kurduğu kendine has dil ve anlatım tarzıyla çağdaş yazarlar arasında önemli bir yere sahip olan Duman, denemelerinden hareketle akıllarda bıraktığı soruları cevapladı.
Biraz kendi kendine dertleşme, biraz merak edilen ve çokça sorulan soruları cevaplama hissi veren Yazmalı Defter’in ortaya çıkışı hakkında konuşalım isterim. Ne tür bir ihtiyaçtan doğdu, ne kadar sürede ortaya çıktı?
Yazmalı Defter’i geçtiğimiz yaz, yanımda taşıdığım not defterime yazmaya başladım. Marc Auge’nin bir kitabını okuyordum, okumak ya da yazmak daha güzel bir ölüme hazırlanmaktır, bununla ilgili cümlesini not etmiştim. Aslında bütün kitap bu cümlenin peşinden geldi. Çünkü zaten var olan düşüncelerin tersi bu; ölümsüzlüğe değil, ölüme hazırlık, bizim alışık olmadığımız bir düşüncedir.
Denemelerinizin her biri bir konuya işaret ediyor hatta kimi konuları birkaç sayfada farklı örneklerle ve sonuçlarla tekrar ele alıyorsunuz. Bu denemelerin sıralamasını neye göre yaptınız? Okuyucunun zihninde bir aydınlanma ya da soru işareti bırakmasını istediniz mi?
Denemelerin bir sırası yok, düşünceler birbirini açıyor ya da çağırıyor, yazma gereksiniminin farklı nedenlerinin peşinden koşmak benim için biraz da eğlenceli oldu, o nedenle beklediğimden hızlı ilerledi, hatta bir bakıma, yarıda kaldı...
Kitapta yazma eylemini kurma-inşa etme ve arama-keşif kavramlarıyla ilişkilendiriyorsunuz. Bunlar bir süreci ifade ediyor. İlk metninizi ortaya çıkardığınız zamanla şu anki metinler üzerindeki yetkinliğinizi düşündüğünüzde bu süreçlerle olan ilişkinizi nasıl açıklarsınız?
Benim için hâlâ öyle; yazının sonunda bir keşif –yani önceki öykülerde olmayan bir şey- yoksa ortada benim açımdan yeni bir şey de yoktur. Tabii bu yalnızca benim yazmayı sürdürebilmemle ilgili bir şey, burada yazılanın yetkinliğinden söz edemem. Çocukluk günlerimde, bir şeyler araştırmak, resim yapmak, doğaya çıkıp elimde mercekle böcekleri incelemek, yazı yazmak, mahallede Karagöz oynatmak.. Bunlar tek bir şeyin parçası gibiydi. Zamanla hepsinin aynı duyguyla hareket ettiğini öğrendim. Pessoa en zengin ve olanakları en geniş, en gerçek sanatın düzyazı olduğunu söyler. Bende hepsi düzyazıda birleşti.
Yazmalı Defter’de bir yazarın yazıyla ilişkisini ölüme meydan okumak, ölümsüz olmak ve ölümle birlikte yazarın yazılarını sonsuz boşluğa armağan ettiğine dair denemelere yer vermişsiniz. Bir yazar yazarken yarına kalmayı ne kadar kafasına takar? Bir diğer yandan yazarı yazılarından ayırıp metinlerin toplumla anlam kazandığını söylüyoruz. Karşılıklı fayda meselesinden yola çıkarak, yazarın yazma gereksinimi okura da aynı oranda faydayı nasıl sağlar?
Aslında, yazmanın, okumanın ortak bir kültürel eylemimiz olduğunu söylemekte fayda var. Okumak, yazınsal bir eylemdir. Ancak okurun da, yazarın da buradan yararlanmaya çalışmaları, burada siz diyorsunuz ya “fayda”.. Bunun sanki biraz tartışılması lazım. Gençlikte hep düşünürdük, bu kadar okuyorum, ne faydasını gördüm bu kitapların? Gençlik sabırsızdır. Zaman verip bilgi satın alacağını düşünür. Oysa çoğu zaman etrafındaki sistem yanıltır onu. Yazmaya yeni başlayanlar için de aynı şeyi söyleyebilirim; yazdığınız sayfaların sayısı hiçbir şeydir. Önemli olan dili öğrenmektir, o da sayılara vurulacak bir şey değil. Fethi Naci anlatmıştı, Fransızca öğrenmeye çalışıyor. Bir gün bir Fransızca şiire göz atarken ağladığını fark ediyor. O zaman çok sevindim Fransızcayı öğrendim diye, diyor. Dolayısıyla, bizdeki yazar, okur için de öyle önce Türkçeyi öğreneceksiniz.
Zamanını aşmış, kültleşmiş ya da klasik eserlerin geneli yokluk zamanlarında, büyük devrimlerde, savaşlarda, baskıcı rejimlerde ya da kişisel buhranlarda ortaya çıkan eserler. Siz de “Yazmak köşeye sıkışmış insanın tepkisidir.” diyorsunuz. Tüm bu şartlarda ortaya çıkan eserlerin hepsi dönemini aşıp diğer yüzyıllara taşınmıyor. Bir yazarı taşıyan, çağını aşar kılan nedir?
Tabii ki formülü yok, yapıtın iyi yazılmış olması... Ama dediğim gibi, insanın yazıyla ilişkisi temelde yaşamı katlanılır kılma çabasıdır. Köşeye sıkışmış insan, biri olsa da ona derdimi anlatsam, diye düşünür. Ya da o anlatsa ben dinlesem...
Sözünü ettiğiniz yazıya en yakın öğrenilebilir uğraş olan eleştiri, yaratım süreçlerini örneğin bir yazarın metinle kurduğu ilişkiyi ne gibi argümanlarla çözümlemelidir? Ayrıca eleştiriyi eleştiri yapan temel, edebiyat zemininde tam olarak nereye denk düşmektedir? Yazıya mı, yazara mı?
Yazının nasıl yazıldığı kadar ne anlattığı da önemlidir. Bugünlerde biliyorsunuz bir “kurmaca” lafıdır gidiyor. Kimse okuduğu yazıya öykü ya da roman demiyor nedense; kurmaca... Bu sözcükte bir yapboz havası vardır. Bir oyun. O zaman yazının ne anlattığıyla pek ilgilenmiyormuşuz gibi bir hava oluşuyor. Eleştirinin de bir düşünce yazısı olmak bakımından, o yapıttan yola çıkarak bir şey söylemesi gerekir.
Yazarlığın ya da yazma eyleminin öğretilmeyeceği hususuna siz de değiniyorsunuz. Ama günümüzde yazarlık kursları, yaratıcı düşünme eğitimleri, bunlar hakkında yüzlerce kitap yayımı vs. var. Neden var bunca çaba, bunun bilincine rağmen bunca rağbet neden?
Ben ilk “kurmaca” eserlerimi yazdığım zaman, çevremde bunları gösterecek kimseyi bulamamıştım. Edebiyat öğretmenlerimiz vardı, öyle öğretmenler büyük şanstır. Sonra Ankara’daki Yaba Öykü’ye bir öykü gönderdim, bana büyük incelik gösterip bir posta kartıyla yanıt verdiler, hâlâ saklarım. Kartın ön yüzünde Panait Istrati’nin portresi var, arkasındaki notta da beni yüreklendirici birkaç cümle... Öykümün “işçiliğinin” zayıf olması nedeniyle basılamayacağını bildiriyorlar. Tabii ilk işim, edebiyat öğretmenime gidip işçiliğin ne demek olduğunu öğrenmeye çalışmak oldu... Ben yazarlık kursu, yazarlık eğitimi diye bir şeye inanmıyorum, ama kişi, yazdıklarıyla ilgili olarak fikir almalıdır, dil işçiliğini, olay örgüsü ile ilgili pratik önerileri... Ama bugün Türkiye’de ya tamamen ticari bir iş “yaratıcı yazarlık” ya da oyun, yani “kurmaca”...
“İyi edebiyat bozulmaz” diyerek, bunun üzerine yazdığınız bölümü açalım isterim. Günümüz yazarları arasında önemli bir yere sahip olan, ödüllü kitapları olan ve bir editör olan siz “iyi edebiyat”ın tanımını nasıl yaparsınız?
Onu ancak okurken yapabilirim.
Edebiyatı kutsal işler katından indiren sipariş öykü ve romanın niteliği hakkında yazdığınız bölümde bu tür yazarlığı “görev gereği” olarak tanımlıyorsunuz. Yazarak kazanç sağlayan yazarların sipariş yazılarda kaleme aldıkları metinlerin niteliksel açıdan tartışılabileceğini mi düşünüyorsunuz? Önerme bir fikirden iyi bir öykü çıkamaz mı? Yazarın “şu konu”da yazmasıyla, istediği şeyi yazması arasındaki büyük farklı biraz daha açıklar mısınız? Edebiyat işçiliği yazarı değersiz kılar mı?
Kılmaz elbette; Yazmalı Defter bütün bu konulara benim açımdan bakıyor doğal olarak. Kendi adıma böyle şeyler yazamıyorum, bu şekilde yazılmış yazıları da açıkçası okuyamıyorum. Bizim kendi içimizden kaynaklanan ve yazılmayı bekleyen sayısız öykümüz vardır, olmalıdır. Bence bu ödevler yine o “kurmaca” fikrinden kaynaklanıyor. Nasıl olsa oyun değil mi, ha o ha bu; kur gitsin... Yazarların da ayrıca bu tür görevlerden mutluluk duymaları bana son derece şaşırtıcı geliyor.
“Yazarlık için bilmemek bir erdemdir.” derken biraz sonra “Yazar temelde okur için yazar” diyorsunuz. Bundan önce de yazının yazılması gibi basılmasının da zorunlu olduğunu söylüyorsunuz. Bunları bir araya getirdiğimde yazarın yazısının bunca toplumsallaştırılması yazarın yazısı üzerinde ne gibi bir özgürlük alanı yaratır ya da yazarın yazdığı metinle arasına nasıl bir mesafe koyar?
Bilmemek erdemdir, bir sav değil; bir eleştiri.. Bugün bu toplumda böyle maalesef. Temelde okur için yazar... Yazıp saklamadığımıza göre öyle. Yazı iletişim aracıdır, toplumsal sonuçları vardır ve okura ulaşmadığı sürece bir varlığının olduğu da söylenemez. Ben şimdi size basılmamış bin sayfa yazım olduğunu söylesem bu ne ifade eder? Ama okur için yazmak iki anlamlı; birincisi iletişimin gerekliliği ile ilgilidir, ikincisi ticari... Yazının basılması zorunluluğu da en temeldeki hikâye anlatma-dinleme zorunluluğu yüzünden.
Edebiyat tarihi yazarın eserini ondan koparıp başka yere koyan örneklerle dolu. Bazen kitabın kendisi, bazen kitabın kahramanı yazarı hatırlanmaksızın öne çıkıyor. Örneğin Kafka’nın Dönüşüm adlı eserinde böceğin çizilemeyeceğine dair notuna rağmen hala kapaklarda böcek temsilinin kullanılmasının devam etmesi gibi. Bazen yazarın anladığı şeyden ya da anlatmak istediği şeyden öte okurun ne anladığı, metni var eder, onunla kurduğu ilişki oluyor. Bu noktada bu imkânı sizce yazar mı sağlıyor okuruna?
Dönüşüm, böcekle basılacak, bu çok büyük bir sorun değil. Yazıp yayınladıktan sonra Kafka’nın o öyküyle işi bitmiştir. Kitap hızla toplumsallaşır, basılır basılmaz çoğalmaya ve yorumlanmaya başlar. Yazarın aklının ucundan geçmeyen şeyler olur.. Bunun nedeni, bakışımızın, insanoğlunun zihninin akıl almaz çağrışım gücüdür. Bugün dünya okurları Dönüşüm’ü Kafka’nın düşündüğünden çok daha fazla bir şeye dönüştürmüşlerdir bence.
20. bölüm adeta bir serzeniş. “Yazar olmak” ülkemizde yazarlığa ve yazmaya atfedilen anlam ve önem ya da önemsememe, iğneleyici tavırlar. Neden bu bakış açısında kırılma yaşanmıyor? Neden aynayı yüzümüze tutan bu kişileri sevmiyoruz, yüzleşmekten neden bu kadar korkuyoruz? Bu, bizim toplumsal sorunumuz olan yüzleşme cesaretimizin olmamasıdır belki ne dersiniz?
Orada bizim ülkemizde yazar nasıl karşılanır yazdım ama sanılmasın ki halkımıza bu yüzden kızıyorum ya da eleştiriyorum onları. Aksine bu durum çok hoşuma gidiyor benim; sanatçının karşısında kendilerini çıplak hissediyorlar, utanıyorlar da ondan böyle yapıyorlar. Tamamen yazı kültürüyle ilgili bir yadırgama durumu... Oysa asıl canlı edebiyat halkımızın dilindedir; bizim, bütünüyle onların eseri olan büyük bir sözlü edebiyat geleneğimiz var... Bin yıldır Deli Dumrul’u, Köroğlu’nu, Ferhat ile Şirin’i, Nasrettin Hoca’yı taşıyıp getiriyorlar. Ama sözlü edebiyatın güzel yanı, anlatıcının görünmez olması. Ayna bu yüzden rahatsızlık verici olabilir.
“Yazının yeniliği” meselesi okuduğum çağdaş edebiyat eserlerinde düşünüp tartıştığım bir şeydir, siz de o konuya değinmişsiniz. Her seferinde “Bugünden geriye kalacak eserler neler olacak?” sorusunu sorarım. Birçok farklı yazar tarafından yazılmış öykü yan yana okunduğunda benzerlikler içeriyor. Biz şu anda yeniyi üretebiliyor muyuz? Maruz kaldığımız bilgi sağanağı nedeniyle mi yeniyi bulmak bu kadar güç ya da yeninin bu çağda karşılığı nedir? Neden Alemdağ’da Var Bir Yılan’ın yaptığı gibi bir kırılma 2000’lerde de yaşanmıyor?
Böyle kırılmalar kasıtlı yapılamaz. Sait Faik’in o kitapta bunu hedeflediğini de söyleyemeyiz. Sonra, bizim kurduğumuz bir tarihtir o. Ama bana sorarsanız pekala Sait Faik, Sabahattin Ali, Orhan Kemal ayarında öyküler bugün de yazıyoruz. Genel anlamda, açık söylersek, “büyük” yazarın çıkması bundan sonra dünyada da zor bana göre.
Yazarlık bir mesai işi değildir, diyorsunuz ki buna daha sonraki bölümlerde eklemeler yaparak masa başında yapılamayacağını, karakterlerin yaratımı, dilin olanaklarını dışarıdan edinebileceğini söylüyorsunuz yazarın. Ancak ben bunları alıp Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde kitabını yazdığı şartlara dönmek istiyorum. Orada “ruhsak bir kayıt” yaptığını, dokunduğu her nesnenin, yaşadığı her anın anlamını araştırır diyorsunuz. Bu bağlamda yazarın maruz kaldığı dış dünyanın iç dünyayla etkileşimi, ondan yararlanması yazarlık yeteneğiyle ilişkili mi ya da deneyimlemenin bir ölçütü var mı?
Sonuçta insanları anlatıyorsunuz ve insanları tanımanız gerekir. Kendinizi tanımanız gerekir. Proust son derece tembel biriymiş. Kurabiye keyfini sayfalarca anlatabildiğine göre, bunu anlayabiliriz. Yazarın insanların arasına karışması, onlara kulak misfiri olması, sokaklarda dolaşması, arkadaş edinmesi, doğayı bilmesi gerekir bana göre. Bunlar kitaplardan öğrenebileceğiniz şeyler değildir. Peki bunlar onun iç dünyasıyla nasıl etkileşime geçecek, diyorsunuz. Yaşadığımız hayat bizi etkilemiyorsa, tanıştığımız insandan içimizde iz kalmıyorsa, boynunu okşadığımız bir attan hiçbir şey öğrenmediysek zaten yazıyla ne işimiz var? Burada yazarın tek yapması gereken “organik” bir yazı yazmaktır. Oyun oynamamak, “kurmaca”dan uzak durmak ve sahici olmaktır.
Son olarak yazarın eserinde kendini hissettirmesi ya da okurun yazarı duyması meselesini sormak istiyorum. Elbette hiçbir eser yazarından, onun yaşam koşullarından, döneminden ayrı tutulamaz ama günümüzde yazarlar fotoğraflarını eserlerinin fotoğraflarının yanında kullanıyor. Kimi yazarlar “bunu ben yazdım” derken kendilerini de görünür kılıyor. Siz yazarın eseriyle kurduğu bu türden bir ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kendi fotoğraflarını daha büyük kullansınlar?
Çok teşekkür ederim :)