25 ARALIK, ÇARŞAMBA, 2024

“Olmuşun, Yaşanmışın, Gerçekleşmişin, Bitmişin Hikâyesini Anlatmaktayız”

Çağdaş edebiyatımıza yazarlığı, editörlüğü ve yayın yönetmenliği ile otuz beş yılı aşkın süredir kıymetli eserler kazandıran Murat Yalçın ile yedi yıl aradan sonra yayımladığı öykü kitabı Dalga Boyu’nu konuştuk.

“Olmuşun, Yaşanmışın, Gerçekleşmişin, Bitmişin Hikâyesini Anlatmaktayız”

Murat Yalçın’ın yedi yıl aradan sonra çıkan yedinci öykü kitabı Dalga Boyu otuz beş yıllık öykü serüveninin özünü yansıtacak denli öznel. Geçmiş zamana özlem duyarak gölgeli bir alanda gezinen, mekânların ve nesnelerin insan ruhu ve bedeninin önüne geçtiği öykülerde yaşamın güzelliği ve ölümün ağırlığına alışmanın yolları aranıyor. Yazarlık, editörlük, yayın yönetmenliği, Dalga Boyu odağında Murat Yalçın ile gerçekleştirdiğimiz kapsamlı söyleşi için buyurun lütfen.

Okur olmak, yazar olmak, yayıncı olmak; edebiyat adına üç cepheyi tüm kapsamıyla konuşabileceğimiz kıymetli birisiniz Murat Bey. Spesifik olarak yürüttüğünüz editörlüğünüz ve dergicilik de var bunların içinde ve belki de yıl bazında yüzlerce çağdaş metin okuyorsunuz. Geldiğiniz noktada edebiyat sizin için nasıl bir yapıya dönüştü?

Profesyonel davranma çabalarıyla amatör ruhu yitirme endişesi arasında geçiyor günlerim. Okuma uğraşı, yazma çabası ve yayıncılık mesleği iç içe. Düzenli biçimde kendimi okumalara, yazmaya ve editörlüğe hizalamam gerekiyor. Kişisel okumalarla yayınevi okumaları çatışır hep. Belki hiç okumayacağım kitaplarla metinlerle haşir neşir olmam gerekir. Bunu iyice ayırt edebilmek için iş okumasını işte, ev okumasını evde yapmaya çalışıyorum. Bunu böyle söylemesi kolay da uygulaması zor oluyor tabii.

​Yayımlanacak kitabın editörlüğünü yürütürken farklı, yayınevine gelen dosyaları okurken farklı süreçler işliyor mesleki anlamda ama her iki durum da kitap okurluğumla ilintili olmuyor. Başka yayınevinde çıkmış olsa alıp okumayacağım bir kitabı büyük bir özenle yayına hazırlamakla geçen bir günün akşamında evde kendi okumalarıma dönmenin keyfi başka söz gelimi. Bir de çok sevdiğim kitapların, yazarların editörlüğünü yapmak var. O zaman da editör olmanın katmerli tadını çıkarıyorum.


Yazar olarak ustam diyebileceğim yazarların kitaplarını yayına hazırlamak özel bir editörlük oluyor. Bir kere tutkunu olduğum bir yazarın yapıtı üstünde bir süreliğine söz sahibi olma hakkını kullanmış oluyorum. Doğrusunu isterseniz kendi yazdığım bir kitaba gösterdiğimden bile daha büyük bir özen ve dikkat gösteriyorum. Tarihte yerini almış bir yazar, geniş kitlelere mal olmuş bir kitap, özel tutkunları olan bir yazar üstünde çalışırken sorumluluk duygusu baskın geliyor ister istemez. Esasında bir yayıncı için her kitabın çalışma biçimi aşağı yukarı aynıdır ama bazılarına daha geniş zamanlar ayrılıyor ve daha tutkulu biçimde çalışılıyor. Söz gelimi son bir yıldır Sait Faik’in yeni basımlarını hazırlamakla meşgulüm ve muhtemelen yeni yılın ilk haftalarında on dört kitap birden çıkacak. İçimden hep önümde daha uzun bir süre olsa da Sait Faik’ten hiç ayrılmasam, masamda hep onunla ilgili bir iş olsa diye geçiriyorum.

​Sait Faik demişken, işte son bir iki yıldır döne döne okuduğum için Dalga Boyu’ndaki bazı öykülere değişik biçimlerde sirayet ediyor. Sevgili Behçet Çelik yazısında gayet güzel saptamış bu durumu. Ama ben de Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabına çalışırken bir yandan da Sait Faik bu öyküleri yazarken başucu kitabıydı diye, tutup Lautréamont’un Maldoror’un Şarkıları’nı bir daha okuyorum. Yani ustamın editörlüğünü yaparken onun esinlendiği kitapları okuma fırsatı doğuyor. Böylece hem işime özen göstermiş hem de kişisel okumalarımı geliştirmiş oluyorum. Birbirini besleyip geliştirdiğinde her şey güzel.

Murat Yalçın

Biraz daha spesifik hâle getirmem gerekirse, edebiyat sizin için bir cevap mı artık mesela yoksa soruları daha da çoğalmış bir yapı olmaya devam mı ediyor?

Soru üretme ya da yanıt bulma kaygısı gütmemek daha doğru olur gibime geliyor. Derinleşmeyi ve genişlemeyi önemsiyorum. Her bakımdan gelişmeye, yenilenmeye açık olmak gerek. Düşünüş ve duyuşları değiştirmek, yeni bakış açılarıyla yargıları sürekli tazelemek en iyisi. İlk bakışta zayıf, yetersiz görünen bir metinden bile yararlanmayı öğrenmek mesela. Güçlü, sağlam bir metin karşısında eksiklerini, yetersizliğini fark edebilmek ya da. Hep onu derim, okumak “bildiğimizi okumak” olmamalı. Hiçbir kitaba iyi, kötü diye de bakmamalı. Sürekli araştıran, eleştiren, yorumlayan, sentezleyen bir zihinsel çaba içinde olmak, o dikkati göstererek okumayı öğrenmek zaman istiyor. Yazarlık atölyelerini de ben bir tür “okuma eğitimi” olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. İşin özü okumak çünkü. En zoru da kendi yazdığını okumaktır. Kişinin kendini bilmesi gibi bir şeydir bu.

​Editörlük mesleğini yürüten bir yazarın yazması o yüzden daha zor. Dozu sürekli artan bir eleştiri ve sıkılaşan bir yorum süzgecinden geçirmeye alışınca kendi yazdıklarını beğenmekte, beğensen bile kendini ikna etmekte zorlanıyorsun. Sürekli başkalarının yazdıklarını sorgularken kendi yazdıklarını kolayca beğenmek mümkün mü?

35 yılı bulan yazarlık-yayıncılık kariyeriniz ve bu süreden de uzun olan okurluğunuz mevzu bahis. Sizin düşünce ve duygu dünyanızdaki alegorilerin, arketiplerin, çağrışımların, imgelerin değişimlerini, dönüşümlerini, geldikleri yerleri sormak istiyorum.

Uzun açıklamalar isteyen zor bir soru bu Aynur Hanım. En baştan beri yazdıklarıma, yazar benliğime baktığımda bende güçlü ya da başat olan mekân duygusu. Ortam yaratmaya, doğa görünümlerine, hava durumuna, yapı betimlemeye güçlü bir eğilimim var. Mekân beni doğrudan bir zamana, bir döneme, bir çağa, bir yaşantıya, bir kültüre yöneltiyor. Kişiler ondan sonra beliriyor. Yazan zihnimin akışı, gelişim sırası kabaca böyle. Yazdıktan sonra, yani mekân ve zaman kesinleştikten sonra İnsan’a çalışmak daha kolay demeyeceğim ama orada nasıl bir kişi/karakter yaratacağım belirlenmiş oluyor.

Yazmak tümüyle bellek ve dil işi. O yüzden, yazarların anılara dayandıklarını, otobiyografik bir anlatı yazdıklarını vurgulamaları bana gereksiz bir açıklama gibi geliyor. Hayal gücünün etkin olmadığını söylemektedirler aslında ama bu doğru mu acaba? Anımsamakla hayal kurmak, düşlemekle anımsamak bellek açısından çok da birbirinden bağımsız işlemler değil. Yazı’nın kendisi, hangi dilde yazılırsa yazılsın, kültürel bir üretim. Arkasında bir dil okyanusu var ve biz o “kamûs”tan edindiğimiz söz dağarcığıyla bir anıyı, bir imgeyi, bir olguyu, olayı, kişiyi dile dökerek kurmaktayız.

Yazar için dile getirilemeyen her imge, her düş, her anı uykuda görülüp uyanınca hatırlayamadığımız bir rüyadan farksız. Bazen o rüyanın etkisinde geçer günümüz ama istesek bile kimseye anlatacak söz bulamayız. Dilsizleşiriz. Yazar işte o rüyayı anlatacak dili aramaya çıkan, üstelik bunu yazı yoluyla yapmaya çalışan kişidir. Başta kendi kendine dil dökmektedir, sonra o dilin okuru olur ve başkalarıyla paylaşmak için kompoze eder. Anlatı ögelerinin açığa çıkması ve düzenlenmesi işidir yazmak. Düzenlerken bazı ögeler atılır, yeni ögeler eklenir, sürekli yer değiştirir ve bu sonsuza kadar sürecekmiş gibi görünür. Okuyanda iz bırakacak bir metin üretmek tükenmeyen bir kaygı.

Bunu niye yapıyoruz, diye sormayın sakın. “Konuş ki seni göreyim” sözü minvalince her iyi okur okunmak için yazma çilesine katlanır. Kimisi semereli biçimde yazar hatta yazmaktan okumaya vakit bulamaz. Bencileyin hem okur hem editör olanlarsa okumaktan yazmaya fırsat bulamaz. Yazdığı zaman da zor yayımlar.

​Bunca laftan sonra şunu da eklemem gerekecek. Çok yazmakla az yazmak yazılanın niteliğini kesinlikle belirlemez. Hakeza, uzun sürede üretmekle kısa sürede üretmek de. Yazan kimdir, kimin eseridir diye bakarım ben.

Dalga Boyu yedi yıl aradan sonra çıkan yedinci öykü kitabınız. Arka arkaya kitaplar yayımlamak yerine durmak mı istediniz biraz, öyküler biraz biriksin mi istediniz?

Yazdıklarımdan emin olabilsem daha sık yayımlarım. Kendimi “velut bir yazar” sanacak kadar çok yazdığım dönemler oluyor. Yayımlamak başka bir aşama. O kararı vermek yazılanlar üstünde daha özel bir çalışmayı gerektiriyor.

2017’de Pera Mera çıktıktan bir yıl sonra Dayı Parçası oluşmaya başladı. Bu arada günlük tutmaya ağırlık verdim. Pandeminin ilk yılında hem Dayı Parçası hem Günışığı Kitaplığı’nın Köprü Kitaplar dizisi için yazdığım Oralı Olmamak adlı romanlar çıktı. Bana kalırsa Dayı Parçası da Oralı Olmamak da temelde bir dizi öyküden oluşuyor, yani yapıları itibariyle öyküden uzak değiller. Kapağında roman yazan üç kitabım var ama ben romancı olmadığımı yeri geldikçe yineleme gereği duyarım. Burada roman-öykü diyalektiği kuracak değilim, yalnız romanın özellikle profesyonel yazarlık isteyen bir tür olduğunu benim de bu anlamda “profesyonel bir yazar olmadığımı” belirtmek isterim.

Yazarken de yayımlarken de okuru gözetmem, yalnız kendime beğendirmeğe çalışırım. Yayıncı olmamdan ötürü de yazdıklarımı beğenmem zor oluyor.

​Sorunuza şu açıdan da yanıt verebilirim. Ülkenin içinde bulunduğu durumun yarattığı bedbinlik, yılgınlık, umutsuzluk iştahımı kaçırıyor doğrusu. Okur yazarlar müşkülpesent insanlardır. Ben de durmaksızın yazmak ama hiç yayımlamamak düşüncesine saplandım son yıllarda. Gözlediğim kadarıyla, mevcut siyasi ve ekonomik durum salgınla mücadele psikolojisini uzattı. Şevk ve arzu sözcükleri hiç bu kadar çabuk eskimemişti.

Dalga Boyu’nun odak meseleleri ne oldu sizin için bunu konuşmak istiyorum. Aynı zamanda -ve asıl olarak- bu kitaptaki öykülerinizin diğer öykülerinizden tematik olarak farkının ne olmasını istediniz?

Öbür kitaplarımda olduğu gibi bu kitabın ana sorunsalı da Zaman ve Ölüm. Varlık ve Yokluk. Kalemimi hikâyeden denemeye kaydıran bir zemin bu aynı zamanda. Giderek yazma nedenimi buna bağladığım için son nefesime kadar böyle yazacağımı anladım. Varlıkla, dünyada bulunuyor olmakla ilgili sorgulamalara ergen diyebileceğim erken yaşlarda başladım. Yalnız felsefeyle uğraşmak isterdim. Belli ki sosyal yanım beni hikâyeye çekip duruyor. Hayata fildişi kuleden bakma gamsızlığına özenmişimdir, oysa ben kendimi daha çok kör kuyuların insanı görürüm. Yazdıklarıma, özellikle bu kitaptaki bazı öykülere iyice sirayet etti bu algı.

​Yazarken başka biri oluyorum. Dünyayla çatışmaya girmek gibi bir şey. Bazen kederli bir öfkeyi bazen acı bir alayı kuşanıyorum. Tabiatım gereği bu ülkede yaşadığımız günlere, dünyanın gidişatına verdiği tepkimelerdir beni yazmaya sürükleyen. Bunları tamamen bireysel dava halinde yaşıyorum. İnsana inancım giderek azalıyor. O zaman işte Sait Faik’i de, Ataç’ı, Tanpınar’ı, Ece Ayhan’ı, Oğuz Atay’ı ve Tomris Uyar’ı da daha iyi anlıyorum. Tahsin Yücel’in son romanlarında anıtlaşan inadını da tabii.

Kitabın girişinde Lawrence Bragg’den yaptığınız alıntı kitaptaki tüm öyküleri niteliyor neredeyse. Madde, an, parçacıklar arasından yapılanan öyküler nezdinde dalgalı bir seyir mevzu bahis sanki. Öyküleri bu perspektiften konuşabilir miyiz?

Kitabın adı dikkat dağıtıcı oldu sanki biraz. Deniz dalgasıyla, dalga geçmekle ilişkilendirilip sulandırılmasından çekinerek koydum. O yüzden adına gerekçe gibi seçtiğim epigraf bilimsel bir tanımlama cümlesi oldu. “Şimdi” dediğimiz anın zaman içinde dalgalı bir geleceği parçacıklı bir geçmişe dönüştürmesi, sezgisel bir duyuşu bilimsel bir olguyla açıklanması gibi geldi bana.

Yazdığım öyküler zaman algımın, dünyaya ve insana bakışımın yansımasıdır enikonu. Faniliğin yarattığı hüzne kapılsam da bir laboratuvar soğukluğundaki serin aklı severim. Bunu söylerken çocukken sıkça “duygusuz” ve “taş kalpli” olmakla suçlanmış olduğum anları düşündüm şimdi. Utanırdım, taş kalpliyim, herkes gibi her şeye ağlayamıyorum diye. Güleç olduğum için ciddiyetsiz, dalgacı sanılmaktan da çekinirdim. Sonra sonra gülmelerimin bazılarının ağlamalar olduğunu fark ettim. Evet, her şeye gülebilirim ama gülüp geçtiğim hiçbir şey yoktur. Her türlü oyunu ciddiyetle oynamaktan yanayım.

​Birey olarak tuttuğumuz yerden bakarsak esasında hayat, dünya vs. diye konuşmak da yanıltıcı. Eskilerin “iri lakırdı” dediği düşünme ve konuşma biçimleriyle sakat bakışımız var. Örneklerini sergiliyoruz böyle.

Anlatıcılar genelde geçmişe özlem içerisindeler sanki. Bazı öykülerde tek bir anıya, bazılarında tek bir sese, bir kokuya veya tek bir bakışa odaklanılıyor bu sebepten. Geçmişe doğru bu kadar akışkanken şimdiki zamanda bir katılaşma mevzu bahis sanki, ne dersiniz?

Dönüp baktığınızda yeryüzünde kayda geçmiş bütün anlatılar özünde birer geçmiş zaman intibası ve hatırasıdır. Proust bu yazının modern bir anıtını dikti.

Şimdide daha çok düşünce, araştırma vardır. Duygularsa tümüyle geçmişindir. Bu önemli bir ayrım. Olayın, olgunun, durumun içine duygu karıştığı an geçmiş kendini gösterir. Duyarlıklar üstünde işleyen, duygularla şekillenen anlatılar girdaplıdır, yazarı ve okuru içine kolay çeker.

Yazarken bu çevrintilerden uzak durmaya çalışırım. Geçip giden şeye kenardan bakmayı yeğlerim ama baktığım şey işte o geçip giden şeydir. Necatigil’in bir kitabına da ad olan “Vaktin zulmüne karşı yazmak” dediğidir bu.

Sait Faik’in Mahalle Kahvesi kitabında bir “Süt” öyküsü vardır. Anlatıcı bir çanak süt içerek geçmişini, tarihini üstünden atıp yeni bir hayata doğmayı arzular. Kendinden kurtulup yeni bir insan olmak için süt bir iksir etkisi yaratır üstünde. Ancak “her günkü dünya” onu kandırıp kendine çeker, ne kadar süt içse yine aynı kendi olacağını, hiçbir şeyin değişmeyeceğini, kendinden kurtulma gayretlerinin nafile olduğunu söyler ona. Öykünün sonunda zaten “Birden her günkü hayatın deli gömleğini sırtımda düğümlenmiş buldum” der.

​Yazma uğraşının insanlığın zamana karşı verdiği savaştan farkı yok. Olmuşun, yaşanmışın, gerçekleşmişin, bitmişin hikâyesini anlatmaktayız. Geleceğin bilinmezliğine, şimdinin hiçliğine geçmişe yüklediğimiz değer ve anlamlarla dayanırız. Geçmiş, Zaman’ın elimize geçmiş tek parçasıdır, yaşanmışı kendimize mal etme çabası o yüzden. Ölene “anılarda yaşasın” derken, hayatı “güzel anılar biriktirmek” diye tanımlarken zamanı lehimize çevirme arzusunu dile getirmiş oluruz. Oysa biliriz ki “geçen gün ömürdendir”.

Yeni nesil öykücülüğünde tek tek öykülerden bütün bir novella veya kısa roman da diyebileceğimiz yapıda öykü kitapları okuyoruz. Türler arası sınırlar kalktı neredeyse. Yanı sıra sizin tercihiniz hâlâ tek tek öykülerden yana sanki, Dalga Boyu’na ilişkin böyle bir gözlemim oldu.

Novella tarzı anlatılara yatkınım aslında. İkinci kitabım Hafif Metro Günleri’ni 1996’da yazarken kısa öykünün bana dar geldiğini, anlatıcılığımın “battal boy” metinlere uygun olduğunu fark etmiştim. Yoksa, öykü yazmaya başladığım ilk yıllarda türleri karşıma almıştım, klasik yapıyı bozacak biçim arayışlarını görev gibi üstlenmiştim. Şimdi dönüp baktığımda o zamanlar bu konularda daha radikal ve militanca tavrım vardı. Kendimi kanonu ve yazın kamusunu karşısına almış Don Kişot gibi görüyordum. Otuzlu yaşlarımda durulup öykünün klasiklerini etüt etmeye koyuldum. O dönemde epeyi törpülendim ve öykünün içinde biraz daha “hikâye” olmasında bir mahsur görmemeye alıştırdım kendimi. Sanırım Karga Zarif ve Pera Mera kitaplarımdan itibaren kendi dinamiklerimi harekete geçirmeye, anlatımımı bir dengeye kavuşturmaya başladım.

Şimdilerde hevesim “seri öyküler” yazmak. Bunu “roman” türünde çıkan Dayı Parçası’nda bir parça denedim aslında. Anlatıcısı değişmeyen, yer, zaman ve kişileri iç içe geçen öyküler yazmaktan söz ediyorum. Sait Faik’in “Yenişehir Hikâyeleri”, “Bir Seyahatten Benimle Beraber Dönenler” üst başlıklı öyküleri gibi birbirine ilikli öyküler yazmak, kısacası daha bütünlüklü kitaplar kurmak.

​Bunların, bu türsel gezinmelerin giderek, dilin olanaklarını keşfetmeye bağlı biçimde, daha da çeşitlendiğini düşünüyorum.

Klasik nesil, modern nesil, postmodern nesil, çağdaş yeni nesil. Cevap vermek isterseniz eğer yayıncılık sektöründeki tecrübelerinize dayanarak şu neslin dinamikleri yayıncılık sektörünü daha iyi besledi, geliştirdi diye bir yorum rica etsem sizden, ne söylemek istersiniz?

Yayıncılıkta “zar atma” mesleğin meraklı yanlarından olsa da temelde garantiye gitme eğilimi vardır. Vazgeçilmez olanlar zamanın acımasız sınavından geçmiş yazarlar ve yapıtlardır. Yayınevlerinde ticari çarkı döndürenler doğal olarak sürekli satanlar, okur halkasını nesiller boyu genişletmiş eski yazarlar ve güncel eğilimleri belirleyen popüler yazarlardır. Yayıncılık sektöründen bakıldığında sanki tek yazınsal tür var: Roman. Roman denen bu aleti en doğru biçimde kullanma, yani belirli bir yazınsal düzeyle tecimseli kovalama arzusu herkeste var.

Klasik, modern, çağdaş en çok hangi dönem edebiyatından etkileniyorsunuz merak ediyorum ve masanızın üstünde sürekli tuttuğunuz kaynak kitaplarınızı da.

Doğrudan ve en çok etkilendiğim yazını modern klasiklerde ve kısaca “avangart” kapsamına girebilecek yapıtlarda buluyorum. Hemen hepsi çeviri olduğundan çevirmen seçimi büyük önem taşıyor. Türkçeden başka bir dilde okuyamadığım için iyi çevirmenleri sık sık överek, yeri geldiğinde ustalarım arasında onları da sayarak borcumu ödemeye çalışırım.

Telif eserlerde dilini dilime yakıştırdıklarım çoğunlukla son yüzyılın kitaplarıdır. Kalemine dikkat kesildiklerim, yani virgülü koyduğu yere eğildiklerim Nurullah Ataç, Sait Faik, Sabahattin Kudret Aksal, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Salâh Birsel, Vüs'at O. Bener, Bilge Karasu, Nermi Uygur, Tahsin Yücel, Ferit Edgü, Tomris Uyar, Hulki Aktunç. Önceki kuşaklardan Halit Ziya, Refik Halid, Nahid Sırrı, Tanpınar, Hisar, Esendal ise külliyatlarını hatmettiğim, eski tabirle ifadelerinin kudretine hayran olduğum edipler.

Çağdaşlarım arasında elbette ne yazsa okuduğum dostlarım var. Okuyup beğenmekle yazarlığından esinlenmek farklı şeyler. Yaş ilerledikçe muhasebe defterleri kabarıyor. Ne yazdım, niye yazdım, niçin yazdım, nasıl yazdım gibi yanıtsız sorular hep kapımda.

0
3513
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage