Bütün Bir Ömür ve Toprak romanlarıyla günümüz edebiyatında önemli bir yer edinen yazar Robert Seethaler’ın geçmişle yüzleşen yorgun bir sanatçının son yolculuğunu anlattığı romanı Son Senfoni üzerine bir yazı.
“bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti
değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.”
Behçet Aysan
Bazen birden ölür insan. O kısacık anda, hayatının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiği söylenir. Bazen de ölüme yürürsün; hayatın kıyısında olduğunu, çok yakında kendinin bildiği hiçbir şeyi yanına alamadan, dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacağını bilirsin. Bunu yalnızca bir insan bilebilir, hayvanlar birden ölür. Bu yüzden geçmişin yükü de yalnızca insanın omuzlarındadır.
Son Senfoni, Robert Seethaler'ın yeni romanı. Regaip Minareci çevirisiyle okuduğumuz bu romanda, ömrünün son günlerini yaşayan bir sanatçının geçmişine ve bu geçmişin bugünü nasıl şekillendirdiğine tanık oluyoruz: "Ölmek, demek böyle bir şey, diye düşündü. Sakince durup beklemek."
Gustav Mahler, Metropolitan Operası ve New York Filarmoni Orkestrası'nın başındaki başarılı yılların ardından, 1911 baharında Viyana'ya dönüyor ve kısa bir süre sonra hayata veda ediyor. New York’tan Avrupa’ya giden bir geminin güvertesinde, hayatın kıyısında olduğunu bilerek geçmişi düşünüyor. Dünyanın en ünlü, en büyük müzisyeni ama hayatını verdiği bu ün ve güç, yaşamaya devam edebilmesi için yeterli değil. Anlıyor ki beden ölürken büyük bir müzisyen ile adını kimsenin anmadığı biri arasındaki tüm farklar eşitleniyor. Anlıyor ki peşinden koştuğu, kendine kâr sandığı her şeyi burada, yaşayanların dünyasında bırakması gerekiyor.
Başarılı bir kariyerin peşinde koşarken, hayat ona tüm hediyelerini bir bir sunarken ihmal ettiği ve sonunda ellerinden kayıp giden karısı Alma'ya olan aşkını, kızı Anna neşeli bir şekilde ortada dolanırken hissettiklerini, rüzgârla, denizle, güçlü zannettiği ama sonunda ölüme direnemeyeceğini anladığı bedeni ile sohbetini okurken Mahler'in pişmanlıklarını da paralel okuyoruz. Onun hayatından güç ve pişmanlık, hep yan yana.
Mahler’in hikâyesine eşlik ederken, ölümü beklerken insanın kim olduğu ve kendini bunca yıl kim sandığına dair düşünecek birçok şeyi olduğunu anlıyorum. Zaman köprüsünde artık geleceğe dair endişeler, korkular ya da heyecanlarla buluşmak mümkün değil. Sadece geçmişe yolculuk yapabiliyor insan, orada da nice yaşanmışlık, pişmanlık, mutluluk ve her bir köşesine kadar yaşanmış, eskimiş bir hayat var: "...insanın her hücresi yaşamı boyunca defalarca yenileniyordu, öyle ki birkaç yıl içinde asıl bedenden geriye hiçbir şey kalmıyordu. Yani bir anlamda küçük çaplı bir yeniden doğuştu bu. Peki parçalarımız sürekli değişim hâlindeyse, bütününde bir sürekliliğin varlığını kabul etmek mümkün müydü? Zaman geçtikçe aynı kalan, kökünde ve temelinde değişmeyen öz müydü?" Mahler, Viyana Kraliyet Operası müdürlüğüne atandığındaki o kişi miydi hâlâ, bir gemide ölümü beklerken bu mümkün mü?
Robert Seethaler'ın sade anlatımı, kitaplarında fazlalıkları uzakta tutmaya çalışması birçok çevrede övgüyle anılıyor. Bu sadelik bir okur olarak beni de cezbediyor lakin Son Senfoni'de duyguların gölgesini biraz daha görmek, kendi ölümünün yasını tutan Mahler'in ne hissettiğini daha derinden anlamak istediğimi de fark ediyorum. Aslında okur olarak, Mahler’e biraz daha yakın olmaya ihtiyacım var. Seethaler'in romanın kahramanı ile benim aramda tesis etmeye gönüllü olmadığı yakınlığı, zihnimde ben inşa ediyorum. Böylelikle bu romanı, Mahler'in ölüm ve yas senfonisi olarak, başka bir gözle okumaya karar verip romana bu senfoniyi dinleyerek devam ediyorum.
Başlıkta kullanılan fotoğraf Levan Kiknavelidze'ye aittir.