Onat Kutlar, sinema yazılarını topladığı kitabı “Sinema Bir Şenliktir”de, Taşkent’te karşılaştığı bir Özbek halk ozanından söz ediyordu… Kırgız yönetmen Bolot’un Cengiz Aytmatov’dan uyarladığı Beyaz Gemi filminin başoyuncusu Ayturgan’ın büyükannesi, arkaik bir Türkçe konuşan Sincanlı Nisa Hanım… İri, küt ve nasırlı parmaklarını Özbekistan’a özgü o küçük karınlı, sazla cümbüş arası çalgının teline ağır ağır vuruyor, sözünü şarkısını gözlerinizin tam da içine bakarak söylüyordu…
“Nereye bakıyorsunuz Sincan gençleri?
Geçti gençlik zamanım
Geçti hürlük zamanım…
Çok çektim yaşam boyunca
Nerde kardeşlerim dostlarım?..”
O kitabı okuduğum zaman Onat Kutlar’ın oynattığı kalem sayesinde tanıdığım bu ozanla, şiirle ilgili -eğer var ise- zenginliğime zenginlik katıldığını düşünmüştüm. Sonra da “Unutulmuş Kent”teki “Mardin Hoyratı” şiiriyle benzer bir şeyler eklendi o varlıklılığa. Sincanlı Şair Nisa Hanım gelmiş de Mardin’e hoyrat söylüyor: şiirde “Düğün yok ellerin neden kınalı?” diye soran annenin ya da Kutlar’ın yerine…
“- Nedendir oğul, sabaha karşı
bir kanat gölgesi geçti yüzünden
Kartal mı desem yoksa keder mi
Bir günah işledin mi?
- İşledim ana, bir ağaç kestim.”
50 kuşağı yazarlarındandı Onat Kutlar, İshak ve Karameke adlı öykü kitaplarıyla öyküde büyülü gerçekçiliğe kapı aralayanlardan. Ne diyordu öykü için: “Avcının iyisi uçanı vurur. İyi öykücü, akıp giden zamanın ritmini, onu durdurmadan kalemine uydurandır. Bir süre birlikte döner o çarkla. Ve bir ölü noktayı geçince bırakır. Öyle gördük ustalarımızdan.” Modern öykücülüğümüzün başlangıç noktalarından ve günümüz öyküsünün mihenk taşlarından biri olan yazar, İshak’taki öykülerin geçtiği “kent”le (Gaziantep) arasındaki bağı şöyle yorumlamıştı: “İshak, bir Anadolu kentindeki gerçeklerin ne yorumudur ne de sorunlarının çözümü. Küçük, alçakgönüllü kesitlerdir bu öyküler. O kenti tanımaya çalıştım yıllar önce. Mevsimlerine, yapı taşlarının çeşitlerine, toprağının kokusuna ve tüm sokaklarına, insanlarına, çocuklarına dikkat ettim.” Şiir söz konusu olduğunda da “kent”le birinci dereceden ilişkisini sürdürüyor Kutlar. İlk baskısı 1981’de Cem Yayınevi tarafından yapılan “Pera’lı Bir Aşk İçin Divan” ile Ada Yayınların’ca 1986’da basılan “Unutulmuş Kent” şiir kitaplarının adı üstünde… Zaten kendi de söylüyor: “Pera’lı Bir Aşk İçin Divan, bir aşk divanıdır. Unutulmuş Kent’in teması da hemen hemen aynı. Her ikisinde de bir kentin ya da semtin yer alışı aynı zamanda bu aşk şiirlerinin, içinde uzun yıllarımı geçirdiğim bu kentle özel, adeta gizemli diyebileceğim ilişkisinden doğuyor.” (Broy, Mart ‘86) Yapı Kredi Yayınları, bu iki şiir kitabını bir araya getirip “Unutulmuş Kent” olarak okura sundu.
Şairin, pas tutmuş kalpleriyle kinci bir kara deliğe çekilmişlerce son verilen hayatını şiir ve öykü kadar belki de daha fazla sinemayla dolu yaşadığını, sinema için uyuyup sinema için uyandığını bilmek gerekmiyor unutulmuş kentinin şiirlerindeki resimleri, resimlerdeki netliği görmek için. Bir kula at rüzgârlı bayırdan kaynağa iniyor, görüntü yönetmeni son derece özenli bu filmin karelerinde… Issız balkonlarda kırmızı biberlerle üzgün yaşlıları aynı mandalda kurutuyor güneş. Bir dilim taze kavun sandalının çekildiği çok tenha kumsalda masanın ayağından sular geçiyor. Kuş tüyleri gökyüzünü buzlu yazılarla donatıyor. Işıyan gün iskelede bir delikanlı bir kız, günlük şeylerden konuşuyorlar, derslerden, vapurdan, çok geciken devrimlerden… Denize ve ayışığından yapraklar kesen şiire sormalı bunu.
“Sordum kendi kendime ne yapılabilir çamurdan? Heykel.
Acılardan? Aşk. Yoksulluklardan
bir devrim bile yapılabilir. Ama hiçbir şey
hiçbir şey yapılamaz ayrılıklardan.”
Şair aşka ve elbette aşkıyla birlikte gelen ayrılığa olduğu gibi emeğe, dostluğa, “biz” olmaya, iyi bir dünya için ne yapmalı sorusuna ve daha birçok şeye yanıt arıyor sokakları, yeri göğü dize olan kentinde. Yaşamını sinemayla aşılayan Bergman’dan bile, dünyanın her yanında, Vietnam’dan Şili’ye kadar bütün haksızlıklara, kıyımlara dürüstçe başkaldıran işçiler, yazarlar, gazeteciler, sinemacılar, onun deyişiyle “yiğit aydınlar” varken, toplumculuktan uzak durduğu için soğumuyor mu? “Biz ekin adamlarıyız” dediği bir mektubunda olduğu gibi, olan bitenin hesabını sormuyor mu aydın sorumluluğuyla? Her sabah Zekeriya sofralarında herkesle kalın kitapların yufkasını yeniden ıslatıp açlık yiyen biri o. Akşam olmadık şeyler düşünen; bir idam mahkûmunu, çöpçü çocuklarının kahvaltıda ne yediğini, kalabalık bir caddenin ortasındaki çınarın hangi mevsimde budandığını… Bunun için defalarca ölmüyor mu arkadaşlarıyla?
“Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım
durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.”
Gene de umut bir bayrak gibi hep asılı onun kentinin penceresinde: “Yarın her zaman güzeldir.” (Bahar İsyancıdır, 1986, Can Y.)
Katıksız dolambaçsız yazdığı şiir’e ise hem okur hem de yazar olarak ayrıca kafa yoruyor. Bakınız şiiri doğrudan içine kattığı ya da çeşitlendirdiği şu şiir adlarına; “Bir Şiir Üstüne Çeşitleme”, “Günlük Şiirler”, “Bir Şiirin Gelişi” ya da “Pera’lı Bir Aşk İçin Gazel”, “Yedili Tuyuğ”, “Rubailer”, “Mart İçin Hoyrat”, “Mardin Hoyratı”, “Kitâbe”… Şu güzelim Günlük Şiirler’i okuyup da Bertolt Brecht’in “Sevenler” şiirinin peşine düşmeyen çok az okur olacaktır; onlar da bu şiiri bildiklerinden… Şiir yazarlar ise Kutlar’la birlikte bir kez daha kafa yoracaklar, belki gidip gelip kafa yoracaklar, “henüz yazılmamış olan şiir” için: Nedensiz bir kıra çıkma isteği ya da çok eski bir kitabı okumak, mı bir şiirin gelişi?
Şairin, Bir Şiir Üstüne Çeşitleme’de “İstanbulum Anadolum sevdiğim toprak” dediği kenti ve yurdu gibi insan sevgisiyle yoğrulmuş şiirleri de acıya çalıyor ama umut dolu, fotoğraflarında hep tanık olduğumuz güleç yüzü gibi. Yerelden evrensele gidiyor, evrenselden yerele onun insan elinin sıcaklığının kıymetini bilen kalemi. İşitiyorsunuz, bazen Anadolu ezgileri geçiyor dizeler arasından: “Yüzünü seveyim sarayım belin / Koynumda uyan gümüş telli gelin”. Bazen Cezayir çıkıp geliyor sayfalardan: “Sevgilim Cezayir beyaz bir duvar / Bir yanı Akdeniz öbür yanı nar”. Bazen de günlük hayat şiir olup önünüze çıkıyor: “Sevgilim / ayrılık / canıma yetti”.
Bir aşkta şart değildir ayrılık, olur ya da olmaz, ama aşkın gereği “ten” işi zarif bir elişi onun dizelerinde.
“Dalardım usulca birkaç kulaçta
ürperen denizine teninin ve mayıs
yüzünün bahçelerinden geçerdi.”
Kimi zaman bir sabah sevişmesinde yeniden uyanan bir gülle sevgilinin yeniden ağaç olmuş gövdesine dolanan, kimi zaman yüzünü ormana dönen bir rüzgâr olan şair, geriye uzak bir uğultu bırakıp gidiyor, kimsenin ayak basmadığı bir orman. Kalbine ve daha ne çok şeye noktalamasız duraksız teşekkür ettiği, şiirin olanaklarını başka yerlerde denediği “Teşekkürler Kalbim Sana”da şöyle diyor Onat Kutlar:
“Bağlı kaldı
İçimdeki japonun da içinde kapkara bir koç o yüzden dolanır durur düşleyerek tanyeri ülkesini ve bekler ne zaman ışıtacak beyaz duvardaki tüy sarmaşığı seher yıldızı bekler kıl çadırlarda göçer denklerine sıkışmış kara bir çekirge gibi umutsuz bir yarını ve atlara eğer örgütleyen kolan durmadan dağılır gider gene de iner mahmuz kan içinde bir hint horozunun gözlerine kararır ortalık nerede başaklar ve yanılmıyorsam tıpkı böyle bir zamanda yüreğin kanatları bir tele çarpar
eski bir şarkıyla
Çark döner
tamamlar şiirimizi.”
Hep tamam olan şiirlere…
Not: Görseller Sam Winston'a aittir.