Afişler; duvarların, sinema kapılarının konuşan, yaşayan diliydi. Çocukluğunu, ilkgençliğini, ‘taşranın doğusu’nda geçirenlerin özgür soluğuydu.
Sinema afişleri, kalıcı değildi, haftalıktı. Her gün olmasa bile, her hafta, bizlere bir şeylerin değiştiğini anlatırdı. Renksiz, soluk, soğuk duvarların verdiği dayanılmaz boşluk duygusu, değişen afişlerle dağılırdı.
Yedi Kapılı Şehrin; -Erzurum’un- Arı, Gürpınar, Güneş, Dadaş sinemalarındaki afişler, kapak kızı pozunda kar altı yalnızlıklarıydı. Afişlerin önünde, dilimize hep bir şeylerin sancısı dizilir, diyeceklerimizin üşürdü.
Çocukluğumuz; bakışlarımızdan yapılmış ‘Gelecek Program’ afişiydi. İlkgençliğimiz, sayfaları ortadan ikiye bölünmüş klasik bir Yeşilçam senaryosuydu.
Yedi Kapılı Şehir; daha çok “çarşıda lacivert kuşlar satan çocuk”luktan kalan afişler, hatıra duygusuyla saklanmış biletler; çocukluk yaşıyla eşit sinema düşleri ve “film dili bir Yeşilçam Türkçesi”yle konuşulan günlerdi. Çocukluktan gençliğe geçerken en çok da kitaplara ve afişlere tutkunduk. O zamanlar; sıfatlarımız daha yoğun, benzetmelerimiz daha süslü, duygularımız daha keskin, çıkışlarımız daha sivriydi.
Lâle, İstikâl, Alkazar, Melek sinemalarını okuduğumuz dergilerden biliyorduk. Taşradaki her çocuk gibi, biz de bir gün gidebileceğimiz İstanbul’un hayalini kuruyorduk. Yeşilçam’ın hayalini… Çünkü; bizi büyüten hayaller orada yazılmış, bizi büyüten filmler orada çekilmişti.
Issız bir çocuklukta, pek bilincinde olmasak da bir yaşama biçimi bulmuştuk: Okumak ve seyretmek. Zaten, ‘Okumak ve seyretmek umut değil miydi?’ ‘Düşlerimizi okumak, düşlerimizi seyretmek’ tek avuntumuzdu.
Yedi Tepeli Şehir; “arka sokakları öykü yüklü Pera”ydı. Şiirin de
sinemanın da herkes adına kanayan bir klâket kesiğine dönüştüğü, “serçe salası bir karanlıktı.” Uzun uzun kendisine bakılmadıkça kimseyle konuşmayan, “kalbi sürç-ü lâl, her sözü buğulu ve titrek” Yeşilçam Sokağı’ydı. Yalnızlığın üstüne kanatlanan taşralı bir şiirdi. Gurbet Kuşları’ndan ödünç alınmış eksik bir yağmurdu.
Bir filmi, daha çok sonunda ne olacağı merakıyla seyreder, film sonlarında, tam bir kesinlik isterdik. Filmler, bizim için kader matrisleri gibiydi. Filmlerde, beklentilerimizle örtüşen serüvenler arardık. Yeşilçam, neredeyse otuz yıl bu beklentilerimize yanıt vermekle yetinen bir hayal sinemasıydı. Oysa, çocukken seyrettiğimiz ve çok sevdiğimiz hiçbir film, içimizde bitmemişti.
Sinema, bizim için aşk gibi bir şeydi. “Çünkü, sinema da aşk da insan gözünün bir aldanışı üzerine kurulmuştu. Hayal olduğunu bildiğimiz perdeye bütün yüreğimizle inanmıştık. Önce, bir aldanışa âşık olmuştuk, sonra o aldanıştan bir hakikat yapmıştık.”
Yıllar sonra, aynı filmleri seyrederken, aynı kitapları okurken çocukluğumuzun elinden tutarak yaş alıp ömür geçiyorduk.
Birçoğu siyahbeyaz eski filmler; folklorik bir malzeme gibi kanallarda sergilenirken, o eski filmler yavaşlatılıp dizi yapılırken, bize hangi hatıranın kalacağını bilemiyorduk.
Yıllar sonra, sanki gizli bir kentten söz eder gibi, konuşmaya başlıyorduk eski filmlerden. Yeşilçam’ın rehinci dükkânında unutulmuş isimlerin ve filmlerin izinden giderek, bir kuşağın hayal/hayat tutanaklarını tazelemek istiyorduk.
Yaşamın ve sinemanın simgesi yedi ile saniyeye sığan yirmi dört kare, edebiyatla sinemanın iç içe, yan yana durduğu bu kitabın temel belirleyici, sınırlandırıcı ölçüsü oldu.
Yedi bölümden oluşan ve her bölümde yedi isme yer verilen kitap Destek Yayınları’ndan çıktı.
Kitaptan Bir Bölüm - Türkân Şoray I
Türkân Şoray İmgesi
"insan gözdür, gerisi ceset"
(Murathan Mungan)
Türkân Şoray denildiğinde, aklımıza sadece bir sinema yıldızı olarak gelmediniz. Bir sinema yıldızının ötesinde, toplumsal bir simge, kırk yıl boyunca hiç eksilmeyen bir imgeydiniz.
“Sinemanın büyüsü hangi çocuğu kendine çekmemiştir ki. O büyülü yola düşen yüreğin derinliklerinde bir Türkân Şoray imgesinin olmaması mümkün mü?”
‘Her çocuk gibi biz de gözlerinize, gülüşlerinize tutulmuştuk. Her genç gibi biz de sizinle büyütmüştük hayallerimizi, aşklarımızı.
Gözleri bulutlanan, suskun kadındınız; gözlerinizde gidilmez yolların, dönülmez aşkların sırrını saklardınız.
Gözleriniz, ‘bir mühür gibi kitabesi olmuş’tu çocukluğumuzun.
Beyazperdenin büyüsünde bizi alıp götüren, duygu atlaslarında gezdiren bir yüzün bizdeki anlamı zamanla düşten gerçeğe dönüşsün istemezdik.
Türk sinemasının en güzel bakan, bakabilen kadınıydınız. Hayatımızda sizin kadar yumuşak ve dostça bakan ikinci bir kadını bir daha göremedik. Bakışlarınızdaki çok anlamlılığa, hiçbir kadın oyuncu sahip olamamıştı. Baktığınız her şeyi kutsayan, değerli kılan bir kadınsılık, karşısındakinden sevgi isteyen bir çocuk saflığı vardı.
Bakışlarınızdaki hüzün, hep bir ayrılık duygusunun iç acısını çağrıştırırdı.
Sizin bakışından etkilenmeyen yok gibiydi. Sizinle çalışan herkesi büyülediğinizi yazıyor anı kitapları. Selim İleri’nin de bu bakışlardan etkilendiğini, size âşık olduğunu okuduk. Ancak, zamanla sizin bir ağaca, bir çiçeğe de öyle baktığınızı da öğrendik.
Yılmaz Güney’le aynı filmde oynamamak içinizde bir acıydı. Ancak, ‘İyi ki oynamamışız. Çünkü, ben yüzde yüz âşık olurdum ona.’ diyordunuz. Herkes, sizin bakışklarınıza vurgunken siz, onun bakışlarına tutkundunuz.
Uğrunuza birçok kişinin intihar ettiğini, ömre bedel gözlerinize bakıp âşık olan; ancak karşılık bulamayan bir gencin Fatih’te kendisini tramvayın önüne atıp sakat kalmaktan son anda kurtulduğunu; filmlerinizi izleye izleye size âşık olan Eskişehirli bir gencin Porsuk’tan çıkan cesediyle ilgili haberleri okuyunca nasıl da üzülmüştük.
***
Kanatları sinemayla çizilmiş siyah-beyaz bir melektiniz. Siyah giysileriniz, siyah saçlarınızın esintisiyle gökten inen bir ‘melek’in ‘siyah gözleri’ydiniz.
O gözler ki; bin yılın yolcusu, yüz bin sözün sûreti, nice ömrün neşe ve keder demlerinin tanığıydı.
Gözleriniz: ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’
“Gözleriniz, Selvi Boylum Al Yazmalım, gözleriniz, küçük Asya!, gözleriniz gemgenç ömrümüzdü!”
Selvi Boylum Al Yazmalım’ı filme almak, yönetmen Atıf Yılmaz’ın ya da yapımcı Arif Keskiner’in değil, sizin düşüncenizdi. Bu öykü için Cengiz Aytmatov, sizin başrolde oynayacağınızı öğrenince senaryoyu bile görme gereği duymadan izin vermişti.
Yalnızca bir çift renkli göze sahip olmanın güzellik sanıldığı esmer bir ülkede, gözleri güzel kılan şeyin bakış derinliği olduğunu, bu filmde yeniden sizden öğrenmiştik.
Hüseyin Alemdar’ın hepimiz adına size seslenişini okurken, derin hüzünler için henüz çocuk sayılırdık.
‘Alkazar sinemasının önüne çöküp akşamlar / ders çalışır gibi yapıp da/ selpak mendil satan ağlamaklı bir kız çocuğu var ya hani / rastlarsan(ız) öp(ünüz) onu benim için de / o, üçümüzün de çocukluğu!’
Siz, hiç şöhret olmadınız; çünkü hep yıldız, hep ‘Sultan’ olarak kaldınız.
Beyaz perdeye tek damla karanlık düşmesin diye zamanı, kırk yıl bakışlarınızla ışıttınız.
Ve aradan yıllar geçti. Hep aynı rollerin, sosyete dilberleri veya bıçkın halk kızlarının ve onların birinden öbürüne kolayca geçiverdiği yapay hikâyelerin yerini, hep daha iyiyi, daha güzeli arayan bilinçli bir kadın imajı aldı.
Ama birkaç şey hiç değişmedi. O yıllarda sinemaya olan düşkünlüğünüz, tutkunuz bugün de aynı. Hatta zaman içinde daha da arttı. Ve de Türk seyircisinin size olan sevgisi. Belki görünürde artık daha genç, daha alımlı kadınlar geldiler, gündemin ortasına oturdular. Zaten onlarla rekabet etmeye, günün kraliçesi olmaya kalkışmadınız. Yaşınızın getirdiği rolleri de aldınız, sinemanın yanı sıra TV denen etkin medyayı da kendinize göre çok iyi kullandınız. Halkımızın size hayranlığı hiç eksilmedi. 90’lı yıllar boyunca rol aldığınız filmler ses getirmese de ‘İkinci Bahar’la yeniden gündeme geldiniz. ‘Sultan’ filminin ‘Sultan’ı ‘İkinci Bahar’la yeniden karşımızdaydı.
Sizi birçok toplumsal olayda da sessiz ama en önde gördük. 1977’de azgınlaşan bir sansüre karşı İstanbul'da başlayıp Ankara'da biten unutulmaz yürüyüşteydiniz. Siz de, birçok yıldızımız gibi bu yürüyüşe katılmıştınız, emekçilerin arasındaki onurlu yerinizi almıştınız. Hiç açıklamadığınız çeşitli hayır işleriniz, adınızı taşıyan okul, 12 Eylül sonrasında Aydınlar Dilekçesi'ne çekincesiz attığınız imzanızı hiç unutmadık. Yeşilçam’ın düşüşünde sıkıntı yaşayan birçok oyuncuyu yalnız bırakmamıştınız.
Köklerinizi unutmamıştınız. İstanbul Çerkes Derneği’nin onur üyesiydiniz. Çünkü, babanız Halit Bey Kabartay Çerkeslerindendi.
Yıl 1960’tı…
Yıl 1960’tı. Yani, 50 yıl önce başlamıştı masalınız. Sizinle ilk söyleşiyi Agâh Özgüç yapmıştı. O söyleşi, anlatımı ömür sürecek bir masalın girişi gibiydi.
Hayatınızın, bir Orhan Kemal romanından ödünç alınmış bir kurgusu vardı. İstanbul Fatih Karagümrük'ün kenar mahallelerinden birinde, Mehmet Dede Sokağı’nda, Cibali Tütün Fabrikası’nda çalışan Meliha Şoray'ın iki kızı vardı: Biri lisenin ilk sınıflarına giden Türkân Şoray; diğeri ilkokul sıralarında yeni yeni bilinçlenmeye başlayan Nazan Şoray… Soba borularından odun ve taş kömür dumanları tüten bu fakir mahallede ‘Emel Yıldız’ adlı bir film yıldızı da oturuyordu. Annenizin ev sahibinin kızıydı. O zamanlar, anneniz sizden ayrıydı. Nazan’la anneniz ayrı bir evdeydi. Ve siz, ilk kez o evde âşık olmuştunuz. Bir araba geçerdi sık sık evinizin önünden. Hep, o arabanın geçmesini beklerdiniz. Saatlerini ezberlemiştiniz. O saatte hep pencerede olurdunuz. Vita kurularına annenizin ektiği çiçeklerin arasından, tül perdeyi aralayarak bakardınız. Bir gün buluşmuştunuz. Boğaz sırtlarından bir çay bahçesinde elinizi tutmuştu. Titremiştiniz. Sonra, araya kameralar, reflektörler, klaketler girmişti.
Pırıl pırıl bir genç kızdı Emel… Haftanın birkaç günü, Beyoğlu'na, Yeşilçam Sokağı'na çıkardı bu güzel kız. Birkaç filmde oynamıştı. O günlerde de bir film çeviriyordu, adı ‘Köyde Bir Kız Sevdim’di.
Siz de âşıktınız sinemaya. Komşunuz Emel Yıldız'a da hayrandınız. Sık sık yalvarırdınız ona, ‘Beni de bir film setine götürsene.’ diye. O kadar ısrar ederdiniz ki, kıramazdı sizi Emel Yıldız.
Ve bir gün, başrol oynadığı ‘Köyde Bir Kız Sevdim’ filminin çekimine götürmüştü sizi. Setin bir kenarında dikkatle izlemiştiniz Emel ablanızı. Yönetmen Türker İnanoğlu’duydu. Yapımcı Zeki Çan’dı. Yönetmen ve yapımcı, sizi, -ışıkların arkasındaki o güzel kızı- hemen görmüş ve sizden etkilenmişlerdi. Elinizde çantanız, üzerinizde okul önlüğünüz vardı ve öylesine doğaldınız ki… O kadar ki Emel Yıldız'ın rolünü, o güne kadar çekilen bütün sahneleri tekrarlamayı göze alarak size önermişti.
Belki biraz ters, belki biraz arkadaşlığa sığmayan bir davranıştı; ancak hemen kabul etmiştiniz bu öneriyi.
Emel Yıldız’ın şimdi neler yaptığını, nasıl yaşadığını merak etmiştik.
Gazete ve televizyonlarınızda rastladığımız, hayvanları korumak için verdiği savaşla sık sık gündeme gelen, bir Panter Emel vardı. İşte o Panter Emel, yıllar öncesinde sizin mahalle komşunuz olan Emel Yıldız'dı.
Yeşilçam Sokağı’na adım atışınız böyleydi.
***
1960’lar, 1970’ler… Sizin en çok film çevirdiğiniz yıllardı. Bu yıllar, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal hayatı açısından çok hareketliydi. İdeolojik duyarlılığın egemen olduğu filmlerde fazla görünmediniz. Kimi rollerinizde, düzene karşı bir duruş sergileseniz de, o dönemin toplumsal mücadelesini sizin rollerinizden okuma şansımız pek olmadı.
Hep, politika üstü bir sanatçı olarak kaldınız. Herhangi bir politik görüşün sözcüsü olmadınız. Toplumun genelini kavradınız.
***
Bir dönem, canınızı çok sıkan şeyler de olmuştu. Öncelikle şu ev meselesi... Etiler'de Boğaz'a nazır o ev için, sizi ve Rüçhan Bey’i tanıyan herkesin çok iyi bildiği gibi, en çok sizin Yeşilçam'dan gelen kazancınız ortaya konmuştu. O evde sizin, hâlâ her gün TV'de izleyip durduğumuz onca filme döktüğünüz terin büyük payı vardı. Ama Rüçhan Bey'le aranızda öylesine farklı bir ilişki, karşılıklı güvene dayanan öylesine bir sevgi vardı ki, ev alındığında ne birinizin katkısı söz konusu edilmiş, ne bir belge imzalanmıştı.
Ve sonra Rüçhan Bey aniden ölünce, aşkınızın çok önemli bölümüne tanıklık eden, artık yuvanız saydığınız o evden elbette ayrılmadınız, ayrılmayı düşünmediniz. O evin harcında; terinizle kanınızla canınızla öylesine emeğiniz vardı ki...
Ama sonra, beklenmedik şeyler olmuştu. Geçmişi bilmeyen, o büyük aşkları anlaması da mümkün olmayan, daha maddi bir dünyanın yeni kuşak insanları, o eve sahip çıkmışlardı. Şaşırmış, öfkelenmiş, hayal kırıklığı yaşamıştınız. Ama direndiniz. Ve özellikle TV dizilerine yeşil ışık yakarak yine gecenizi gündüzünüze kattınız, o parayı toparladınız ve evinin tümüne sahip çıktınız.
Olay bitmemişti. Yakın zamanda, yine aynı eve bu kez yüksek bir vergi borcu çıkmıştı. Kimse, sizi savunamamış, bu neyin nesidir diyememişti. Siz, yine çalıştınız, yeni dizilerde oynadınız ve bu borcu ödemeyi de başardınız. TV kanallarına yansıyan, o günlerdeki yüzünüzü hiç unutmadık. Bütün efsaneler gibi, ne kadar yalnız olduğunuzu o gün anlamıştık.
Bir dönemde, TV dizilerinin ve günümüz Türk televizyonculuğunun pek parlak olmayan kültürel düzeyinin esiri haline gelir gibi oldunuz. Her dizinin yeni bir İkinci Bahar olması mümkün değildi farkındaydık.
‘Türkân Şoray Efsanesi’
Adınıza şarkılar, şiirler, kitaplar yazıldı. İtalyanlar, sizin için 1,5 saatlik bir belgesel yaptılar. Hatta genç kızların el işi örgülerine bile adınız verildi.
Güneydoğu’da kız çocuklarına, en çok ‘Türkân’ olarak sizin adınız kondu. Hazal filminin çekimi sırasında, ıssız bir köyde kalıyordunuz. Gaz lambası ışında geçiyordu akşamlarınız. Her gece kapı çalınıyor, dilini bilmediğiniz kadınlar sizi görmek için geliyorlardı. Yüzünüze kutsal bir ziyaret’e bakar gibi bakıyor ve size dokunurken bir kutsallık duygusuyla sadece ‘Şorey’ diyebiliyorlardı.
Adınıza ‘Türkan Şoray Efsanesi’ konulu bir sempozyum düzenlendi.
Metin Erksan’ın yönettiği Ateşli Çingene filminde çizdiğiniz muhteşem çingene tiplemesi, uzunca bir süre, sizin ‘çingene’ kökenli olduğunuz rivayetinin yayılmasına sebep olmuştu.
Baraj filminde, oynadığınız muhteşem ‘fahişe’ rolünde bile tek kare cinsel çağrışım yoktu. Sanki bizim mahallenin kızıydınız, aynı sokakta büyümüştük.
İlkin Türkçesine vurulduğunuz Cihan Ünal’la evlenirken bile mahallemizden çıkan gelin gibiydiniz. Kıskanmadığımız tek kadındınız. Sadece, Kadir İnanır adına üzülmüştük çocukça. Bir zamanlar Orhan Günşiray’la nişanlandığınızı da bilmiyorduk üstelik.
Bizim Asıl ‘Fahriye Abla’mız Sizdiniz
Bizim asıl Fahriye Abla’mız sizdiniz. Ahmet Muhip Dıranas’a hâlâ kırgınız. Fahriye Abla’yı filme aktarma hakkını o zamanki eşiniz Rüçhan Adlı almıştı. Senaryoyu Selim İleri yazacak, yönetmenliği de Lütfi Ö. Akad yapacaktı. Heyecanlıydınız ve sesiniz titriyordu.
Bir akşam evinizde film için toplanmıştınız. Filmin öyküsü konusunda Ahmet Muhip Dıranas’ın açıklamalarını dinliyordunuz.
‘Hani, erkek çocuk büyür, ergenleşir, artık ana aşkı komşu kadına yönelir. Çocuk on bir on iki yaşındadır. Hani vardır hepimizin hayatında, iri göğüslü, dolgun kalçalı bir komşu kadın. Çocuk, komşu kadını pencereden gözetliyor.’
Dıranas, tuhaf bir sessizlikte, donmuşlukta konuştuğunun ayrımında değildi. Sürekli Freud’dan söz ediyordu. Huzursuzluğunuzu titreyen alt dudağınızla ele vermiştiniz. Hareli siyah gözlerinizdeki utangaç ifadeyi görmüyordu bile. Kızardığınızdan, uzun süre yalnızca önünüze baktığınızdan habersizdi.
Dıranas gittikten sonra, sanki böyle bir akşamüzeri, böyle bir konuşma geçmemiş gibi, bambaşka konulardan söz açılmıştı. ‘Fahriye Abla’ projesi öncesiz sonrasız rafa kaldırılmıştı.
Ömer Kavur, Ah Güzel İstanbul’da sizin oynamanızı ne çok istemişti. Sonradan sizin de gülümsediğiniz kurallarınız vardı. Sizin bu adına ‘Türkân Şoray Kanunları’ denilen kurallarınız olmasaydı Müjde Ar’ı tanımayacaktık belki de. Yine Metin Erksan Susuz Yaz’da sizin oynamanızı istemişti; ama olmamıştı. Kimsenin tanımadığı Hülya Koçyiğit’e sinemanın yolları açılmıştı. Reddedişleriniz bile bir kazançtı sinema için. Mine Mutlu’yu bile, gözleri sizin gözlerinize benzediği için ne çok sevmiştik. Mualla Omay, Zeynep Aksu, Safiye Filiz gibi isimler, sadece size benzedikleri için Yeşilçam’ın dikkatini çekmişti.
Her rolün kadınıydınız. Güzelliğinizi, hem komediye, hem drama taşımayı ustalıkla başardınız. Bir tiple özdeşleşmediniz. Köylü kızında da, femmefatale kadın tiplemesinde de aynı yaratıcılık vardı. Her filmde yeni bir portre çizdiniz.
***
İlk şarkıcı filmi de sizindi: Sürtük. Ekrem Boran’nın gözleri dolu dolu yürüyüşü vardır Beyoğlu’nda, o son kare herkes gibi sizin de gözlerinizi doldurmuştu. Acı Hayat’ın son sahnesi de nasıl da etkileyiciydi. Hani, o beyaz atkının denizde kalışı, ne çok sızı bırakmıştı herkeste ve sizde...
Ağlayan Melek filminin çekimlerinin son günüydü. Filmdeki martıya inanılmaz derecede âşık olmuştunuz. Her gün, her sahnede kucağınızdaydı o martı. Her sabah, 7.30’da Burgaz adasına gidiyordunuz. Yine, bir sabah gittiğinizde, o martı ölmüştü. Filmin en dramtik sahnesi çekilmek zorundaydı. Siz, sürekli olarak o martıyı soruyordunuz. Provalar martısız yapılmıştı. Sıra çekime gelmişti. Kör bir kızı oynuyordunuz. Uzaklara bakacaktınız. Ölü martıyı, yönetmen Safa Önal kucağınıza yerleştirmişti. Bir yandan martıyı okşuyor, bir yandan uzaklara bakarak konuşuyordunuz. Sahne bittiğinde ölü martıyı fark edip ne çok ağlamıştınız.
Romancı ve Şarkı Sözü Yazarı Türkân Şoray
Adınızı, afişlerde kimi zaman yönetmen ya da yapımcı olarak okuduk. Ancak, bizleri asıl şaşırtan ‘romancı ve şarkı sözü yazarı Türkân Şoray’dı. 23 Eylül 1968 tarihli Yeni İstanbul gazetesinde sürmanşet olarak verilen duyuruda ‘Türkân Şoray’ın Buruk Acı adlı romanının 1 Ekim’den itibaren yayımlanmaya başlayacağı’ yazılıydı. Aynı adı taşıyan bir filmin afişinde de eser: Türkân Şoray yazısı vardı. ‘Buğulu Gözler’ filminin afişinde de aynı yazıyı okumuştuk. Teoman Alpay’ın segâh makamındaki ‘Buruk Acı’ şarkısının sözleri de size aitti. Yıllar sonra Adnan Özyalçıner’in açıklamalarını okuyunca bunun, Bab-ı Ali -Yeşilçam ortak yapımı bir oyun olduğunu öğrendik. Özyalçıner, bu oyunu şöyle anlatmıştı. “Her gün beşer sayfalık parçalar halinde romanı aksatmadan yazıyordum. Bir ay boyunca her gün yazdım. Romanda konu gereği bir şarkı sözü gerekmişti. Bu şarkı sözünü eşim Sennur Sezer’den yazmasını istedim. O da beni kırmayarak, ‘Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı / Hayat öyle bir han ki, acı içinde hancı, / Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı, / Hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı.’ dizeleriyle başlayan sözleri yazdı. (…) Roman beğenilmişti. Gazete için de Türkân Şoray için de istenen olmuştu. Bugünkü deyişle, ikisinin de reytingi artmıştı. Roman hemen filme çekilecekti. Biz, vakit geçirmeden ikinci romanı düşünmeliydik. (…) Buruk Acı film olarak da tuttu. Senaryo başkasının da olsa ‘Öykü: Türkân Şoray’ olarak afişlere geçmişti. Şarkı, filmden daha çok ün kazandı. Bugüne ulaştı. Türkân Şoray da söz yazarı olarak bugün de o şarkıdan, çalındıkça, telif alıyor. Buruk Acı’nın ardından Buğulu Gözler geldi. (…) Artık Türkân Şoray’ın gölge yazarı olmuştum.”
Özyalçıner’in açıklamalarından da anlaşıldığı gibi o zamanki eşiniz Rüçhan Adlı, bütün bunları sadece sizi gündemde daha çok tutabilmek için yapmıştı. Buruk Acı, Buğulu Gözler, Dönüş filmlerinin öyküleri ve Buruk Acı şarkısının sözleri parayla bir başkasına yazdırılmıştı. 36 yıl sonra bunları açıklamanın pek de bir anlamı yoktu zaten. Sonra, ‘Masalın tuzakları biz büyüdük diye bitmez’ di ki…
Gözlerimizin Hatıra Defterinde
Yıllarımızı Özetleyen
Siyah Beyaz Bir Kartpostal
Jeyan Mahfi Ayral’ın sesini, yıllarca sesiniz zannettik. Kendi sesinizi duyunca çok şaşırmıştık. Sesiniz de, ‘film icabı’ olsun istemiyorduk.
***
Afişleriniz önünde Yağmur’la büyüyen çocuklardık. Şimdi, gülümseyişinizde beliren gamzelerinizle anlatınız yolların ‘ne kadar gitse(k) o kadar uzak’ olduğunu.
Devlerin Aşkı’nda, Deprem’de, Dila Hanım’da Kadir İnanır’a baktığınız gibi bakınız çocukluğumuza.
Gözlerimizin hatıra defterinde yıllarımızı özetleyen siyah beyaz birer kartpostal olarak kaldınız.