21.8.1942, Keşan
Cumhuriyet Hanı’nda geceledim. Ne güzel bir geceydi. Bir de sabaha karşı yağmur yağmasın mı? Yağmur üstüme üstüme, niye yağmasın Nahit Hanım, ben yağmurdan yaştan değil, aşkınızdan… Hem sırılsıklamım, hem divaneye döndüm, hem de kendime geldim. Sizin için Cumhuriyet Hanı’nda geceledim, “Alnımdaki bıçak yarası/Senin yüzünden” diyemem tabii, ama o handa gecelemem ikinizin yüzünden. Cumhuriyete ve size olan sevgimden.
Ağaoğlu Samet boşuna “Rönesans gibi kadın” diye yazmamış sizin için. Güzel ama ben olsam ‘Cumhuriyet gibi kadın’ derdim. Ne cumhuriyeti mi? İçinde kendimizi alabildiğine hür hissettiğimiz insanlık cumhuriyeti. Sonra aşk cumhuriyeti, güzellik cumhuriyeti, şiir cumhuriyeti…Cumhuriyet tükenmez Nahit Hanım, size olan aşkım da öyle. Öyleyse ver elini Edirne. Ver elini Nahit Hanım cumhuriyeti.
(Bu benim ilk blog yazım. Şiirde ‘şairane’liğe karşı çıkıp, burada ‘şiirsel’ şeyler yazmak olmaz ama, sanki biraz öyle oldu gibi.)
2.9.1942, İstanbul
Nahit Hanım’la Veliefendi Hipodromu'ndan dönüyoruz, günlerden Pazar. Beni sevdiği için mi yoksa üzülmeyeyim diye mi, artık o kadarını
bilemem, benimle at yarışlarını seyretmeye geliyor. Ben de Nahit Hanım da eğlensin diye favori atlara değil de adı güzel atlara oynuyorum. Gerçi adı güzel olmayan da yok. Atı güzel adı güzel! Sen bugün tut, “Kız Kulesi” adlı bir ata oynayalım, de. Önce gülesim geldi, ama gücenir diye tuttum kendimi. İlk kez duyuyorum. Oynadık, sondan birinci geldi bizimki. Üstelik bütün paramızı da yatırmıştık. At da bizi yatırdı! Olsun, Nahit Hanım için canımı veririm. Yürüye yürüye Aksaray’a kadar geldik. Nahit Hanım ‘Benim yüzümden bütün paramızı da kaybettik’ deyince, ‘hiç olur mu’ dedim, ‘yine kazandık Nahit Hanım, yine kazandık!’ Nahit Hanım ‘delinin zoruna bak’ der gibi öyle bir baktı ki… Diyemedim “At koşar, baht kazanır Nahit Hanım” diye.
3.9.1942, İstanbul
Bu sabah Nahit Hanım’ı Edirne’ye uğurladım. Vaziyetim berbat. Daha güzün başında hava kışladı. Dönüşte fena halde yağmur başladı. Ama benim değil pardesüm, ceketim bile yok. Yağmur gömleğimi geçti, içime işledi. Üşüdüğümden çok, utanıyorum.
(İnsan niye blog yazar ki, hele ben, yazacak başka şey mi yok, hem de blog filan bana göre değil. Şurdan Galata’ya insem, Mualla’nın orda biraz şarap içer, kendime gelirim, hem ısınırım, hem de içimi ısıtırım. Hadi öyleyse Veli’nin oğlu, yürü bakalım Hürriyete Doğru…)