Polat Özlüoğlu ile okurunu ötekilerin, kadınların, otoriteye ters düşenlerin hikâyelerine ortak ettiği, yakın tarihle, iyileşmek bilmeyen yaralarla örülü öykülerinden oluşan yeni kitabı Sahi Adım Neydi üzerine konuştuk.
Polat Özlüoğlu, İthaki Yayınları'ndan çıkan Sahi Adım Neydi adlı öykü kitabında, eril dilin egemen olduğu edebiyatımızda kendine has tarzıyla ötekilerin, kadınların, otoriteye ters düşenlerin hikâyelerine ortak ediyor okurunu. Ötekiler birbirine kavuşuyor bir bakıma. Hem karakterlerinin üzerinden okurunu düşündürtüyor hem de toplumun öğütücü yapısına karşı dik duruşu ile öykücülüğümüze imzasını atıyor.
Sahi Adım Neydi öykü kitabınızın temeline kadınları ve LGBTİ+'ları almışsınız. Toplumsal ayrışmanın çok yoğun olduğu bir dönemde farklı bir kitlenin huzursuzluğunu anlatıyorsunuz. Bu bireyleri seçmenizin nedeni neydi?
Bugüne kadar yazdığım öykülerin çoğunluğunda kadınlara dair hikâyeleri onların ağzından, dilinden, gözünden, yüreğinden anlattım. Bu metinlerde elimden geldiğince eril dilden uzakta dişil hatta daha nötr bir dil kullanmaya özen gösterdim. Bu kitapta da yine kadınlara dair hikâyeler var ancak bu defa evden dışarı çıkmış, kaçmış, hâliyle dışlanmış, ötekileştirilmiş, yara almış, ayrıştırılıp toplum ve iktidar tarafından baskıya, aileleri tarafından şiddete, eril tahakküme maruz kalmış kadınlar var. Aynı zamanda son yıllarda epey bir zulüm, zorbalık ve faili meçhul şiddet-cinayet vakalarına maruz kalan LGBTİ+ bireyler var. Onlara kulak verelim istedim. Her kitabımda anlattığım karakterler genellikle ötekiler diye adlandırabileceğimiz görmezden gelinen, uzak durulmaya çalışılan, yok sayılan bireylerden oluşuyor. Bunların içinde azınlıklar, mahkûmlar, siyahiler, yoksullar, kurbanlar, işkence görenler, şiddete uğrayanlar, tacize, tecavüze maruz kalan kadın, çocuk ve LGBTİ+’lar var. Yani zulme uğrayan insanları mercek altına alıyorum. Onların sesini duyurmak istiyorum öykülerle. Yüzleşelim istiyorum bu insanlarla. Çünkü hayatın herhangi bir anında başımızı çevirip uzaklaşıyor âdeta bulaşıcı bir hastalıkmış gibi kaçıyoruz bu insanlardan. Öykülerde yüz yüze gelelim istedim.
Öykülerinizde tek tek bireyler üzerinden topluma sesleniyorsunuz. Kahramanlarınızın duygu durumlarını çok net aktarıyorsunuz. Kadın dünyasına nasıl bu kadar yakınlaşabildiniz?
Belki kalabalık bir ailede büyümüş olmam sebebi ile bu kadar yakınım kadın dünyasına. Ailemdeki kadın popülasyonu epey fazlaydı. Halalar, teyzeler, yengeler, gelinler, nineler, komşu kadınlarla evimiz dolup taşardı. Çocukken onları izlemek, dinlemek, gözetlemek keyif verirdi bana. Meraklı her çocuk gibi bunu bir oyun olarak görürdüm. Zaten anne kucağına verildiğimizde dişil bir dünyaya dolayısı ile dişil bir dile teslim oluyoruz. Büyüdükçe bu dili kaybediyoruz, sokağa çıktığımızda, okula gittiğimizde, insanlarla temas kurduğumuzda, evden uzaklaştıkça eril dünyaya maruz kalıp eril dile teslim oluyoruz. Sanırım ben yazarak; kaybettiğim bu dişil dili yeniden keşfetmeye, bulmaya başladım. Dili tekrar keşfetmek gibi bir şey bu.
Kendi adıma öykülerinizi severek okuduğumu söylemeliyim. Okurken epey de zorlandığımı, üzerinde durup düşünmem gerektiğini fark ettim. Yazarken siz de durup üzerinde tekrar tekrar düşünme ihtiyacı duydunuz mu?
Teşekkür ederim öncelikle. Her yazarın kendine özgü öykü yazma tarzı mevcuttur. Ben uzun uzun bir öyküyü kafasında tasarlayan, düşünen, onunla yatıp kalkan biri değilim. Masa başına oturup kalemi, defteri elime aldığımda yazmaya başlarım, öncesinde ne yazacağıma dair bir fikrim yoktur. Yazarken hikâyeyle, karakterlerle, olaylarla tanışır hemhâl olurum. Kurgu ve olay örgüsü yazarken ortaya çıkar. Bitirmeden o öykünün başından kalkmam. Benim asıl serüvenim öyküyü bitirdikten sonra başlar. Ağır işçiliğim o zaman devreye girer. Günlerce, gecelerce öyküyü düzeltmeye, doğrultmaya, tamir etmeye bir mühendis gibi inşa etmeye çalışırım. Dili, karakterleri, atmosferi üzerine kafa yorarım. Uykusuz kaldığım zamanlar çokça mevcuttur öyküler yüzünden. Bazen sıkışır kalırım öykünün içinde. Zor bir iştir hayat verdiğiniz, ete kemiğe büründürdüğünüz karaktere dönüşmek, onu giyinmek üzerinize. Bazen acı verir bazen hüzün. Edebiyat gerçek hayatın ta kendisi değildir elbette, yansıtması, yazardaki tahayyülü, onun anlamlandırması, deneyimi, duygu ve bilinç dünyasının bir tezahürüdür. Yazar olarak yaşadığım ülkeye, çağa, dünyaya dair hissettiğim şeyleri kaleme almaya özen gösteriyorum. Derdimi, meselemi, beni yoran, kırıp döken, vicdan terazimi sarsan, hak, hukuk, adalet anlayışıma uymayan, eşitsiz, sınıfsal, cinsiyetçi şeyleri, yoksunluk ve yoksullukları, zulmü, acıyı, dünya ağrımızı hikâye etmeye çalışıyorum. Bunlar demir leblebi meselelerdir. Okunurken sizde nasıl bir duraklama, nefes alma, bir kalkıp dolaşma ihtiyacı yaratıyorsa emin olun, yazarken bende de yoğun bir duygusal yorgunluk yaratıyor.
Birbirinden ilginç öyküleri barındırıyor kitabınız. Günümüz insanlarının sorunlarını öne çıkarıyorsunuz. Toplumsal olay ve olguların psikolojik sonuçlarını da görüyoruz. "Öteki"lerin dilinden bir yol gösterme, ders verme ya da farkındalık yaratma amacınız var mı?
Edebiyat bir öğretme, eğitim verme, parmak sallama mecrası değildir. En azından ben öyle bir amaç gütmüyorum. Elimden geldiğince ötekilerin, kurbanların, mazlumların, kaybetmişlerin, kaybolmuşların hikâyesini anlatmaya çalışıyorum. Öteki dediğimiz insanların sesine kulak verelim istiyorum. Toplum tarafından dışlanmışları, devlet tarafından gözden çıkarılmışları, karanlığa, dört duvara kapatılanları, zulüm görenleri, hayatın kıyısında, köşesinde kalmışları okuyalım istiyorum. Onlara dair yazalım, konuşalım, daha çok tartışalım istiyorum. Bu ülke tarihinde toplumsal travmalar, kırılma noktaları fazlasıyla yaşandı, yaşanmaya devam ediyor. Ben hikâyelerimde bu kırılma noktalarında savrulan karakterlerin duygusal ve ruhsal gelgitlerini, öncesini ve sonrasını anlatıyorum. Bu olaylara maruz kalan ötekileri, en çok da kadınları. Kadınlar en çok sesini çıkaran, duyuran, direnen, mücadele eden taraftır. Bir haksızlık, bir hukuksuzluk olduğunda her zaman bir kadın vardır o kalabalığın önünde. Çünkü bu topraklarda en çok şiddete maruz kalan, öldürülen, tacize, tecavüze uğrayanlar çoğunluk kadınlardır, sonrasında çocuklar ve LGBTİ+ bireyler gelir. Bu insanların sesini, soluğunu daha çok duyalım istiyorum. Bilmediğimiz o kadar çok hikâye var ki isimsiz kalmış, bir isim verelim istiyorum.
Aslında bahsettiğiniz durum biraz da toplumla uyum sağlayamayan ve hikâyesini bilmediğimiz, duymadığımız kişilerin yalnızlığa mecbur kalması gibi. Sürü psikolojisine ya da gruba dâhil olmayan herkes grubun dışında bırakılıyor. Farklı yönelim, beden, dil, din ötekileştirme yapmak için yeterli. Bu, bir öfkenin yansıması olabilir mi? Sizce neden hep "öteki" olarak birilerine yönümüzü dönüyoruz, neden ötekileştirmeye meyilliyiz?
Yaşadığımız çağ, muktedirler ve güç sahipleri buna zorunlu kılıyor. Bilerek, isteyerek kutuplaşmaya ve öteki diye insanları ayrıştırmaya çalışıyor, teşvik ediyorlar. Görünmez duvarlar örüyorlar topluluklar arasında. Ortak duyguları, yaşantıları, deneyimleri, belleği silmeye çalışıyorlar tarihten. Dini, mezhepleri, dili, bedeni, sınıfları, rengi, yönelimleri kullanarak insanları ayrıştırıyorlar. Unutma çağında her şeyi yaşayıp tüketelim ve unutalım istiyorlar. Birlikte yaşama kültürümüz yok oluyor. Farklılıklarımızın birlikte ve barış içinde yaşamamıza bir engel oluşturmadığını unutuyoruz. Toplumsal belleğimiz usulca siliniyor. Mesela en basiti yaşadığımız, yürüdüğümüz sokakların isimleri değiştiriliyor. Binalar yıkılıyor, ortak ülke tarihine mal olmuş, anıtsal değeri olan kültürel eser ve varlıklar yok ediliyor. Bütün bunlara neden diye baktığımızda amaç kutuplaştırmak, ayrıştırmak. Benin, yani kimliğin dışındaki her birey aslında bir ötekidir. Toplum ve iktidar mekanizmaları tarafından onaylanmayan, farklı görülen ya da algılanan her türlü birey, davranış, bilinç ayrımcılığa ve dışlanmaya maruz kalıyor. Farklı olan öteki olarak etiketleniyor. Açıkçası bilinmeyenden korkan bir topluluk, bu korkuyu bastırmak için farklı gördüğünü etiketleyip onu yaftalıyor ve onu toplumun dışına sürüyor. Hepimiz bu ayrımcılığın öznesi ve nesnesi oluyoruz zaman zaman. Hem maruz kalıyor hem faili oluyoruz. Belki de bu yüz yılın en büyük handikapı bu, herkes bir gün bir öteki durumuna düşecek. Yani biz de öteki olacağız. Bir bakış, bir söz, bir mimik bile öteki olduğumuzu imleyebilir.
Bu ötekilik ve dışlanmışlıklar üzerine kurduğunuz birey hikâyelerinde bireylerin bir tarafta derin bir yalnızlık içinde olduklarını görüyorken diğer taraftan karakterlerinizin sevgi ve şefkat peşinde koşan, sevgiyi bulduklarında da ona sımsıkı bağlanan kişiler olduğunu görüyoruz. Kaygıları, üzüntüleri, hayal kırıklıkları, öfkeleri olan, âşık ya da aşka susayan insanların öykülerini anlatırken şiddeti, ayrımcılığı, umut ve umutsuzluğu da işliyorsunuz. Otobiyografik izler ya da izlenimleriniz yazma serüveninize eşlik ediyor mu?
Otobiyografik izler yok ama elbette bu topraklarda ayakta kalmaya çalışırken gördüklerim, duyduklarım, izlediklerim, dinlediklerim öykülerime sızıyor, olaylar, karakterler bu minvalde şekilleniyor. Gazetecilik eğitimi almış bir yazar olarak bunun avantajlarını kullanıyorum. Etrafımda olan olaylara karşı uyanık olmaya gayret ediyorum, sorgulamaya, cevaplar bulmaya önem veriyorum. Haber olarak gazete sayfalarında kalmasın, sosyal medyada bir iki beğeniden sonra unutulmasın diye kendime dert edindiğim bazı şeyleri öykülüyorum. Açıkçası son yirmi küsur yıldır ağız dolusu gülemeyen insanların içinde yer almanın getirdiği mutsuzluğu, umutsuzluğu, kaygıyı öyküleri kaleme alırken hissediyorum. Hiç mutlu biten öyküler yazamıyorum ya da komik olaylar anlatamıyorum. Kahramanlarım benim ruh hâlimin birer uzantısı olarak hayatın kıyısına, köşesine itilmiş, dışlanmış, ötekileştirilmiş, mutluluktan sürgün edilmiş bireyler. Televizyonlardaki o şatafat içindeki dizilerde, sosyal medyadaki on beş saniyelik mutlu mesut hikâyelerde, çok satan romanlarda yaratılan yapay, sahte, ikiyüzlü aşklara inat; ben sokakta rastladığımız kanlı canlı kadınların, adamların dibine kadar yaşadıkları arızalı, marazi, yaralı, ölümlü aşk hikâyelerini anlatmayı tercih ediyorum. Benim kahramanlarım öyle dünya güzeli, ışıl ışıl saçlı, hokka burunlu, dolgun dudaklı kadınlar ya da yakışıklı, kaslı, renkli gözlü, güçlü, kuvvetli adamlar değil. Ne zenginler ne başarılı ne de toz pembe dünyaları var. Bu topraklarda düşe kalka, kırıla döküle, yana yakıla hayatta kalmaya çalışıyorlar. Bir yandan akşam ne yiyeceğini bilmezken, aç kalmamaya çabalarken bir yandan da aşka, dostluğa tutunuyorlar. Benim kahramanlarım kaybeden olduklarını başından biliyorlar zaten.
Her ne kadar "ötekilerin" hikâyelerini anlatıyor olsanız da dediğiniz gibi yapaylık yok ve her karakter gündelik, bildiğimiz şartlarda yaşamaya çalışan ve bizden insanlar. Geçmiş ve bugünle, eşya ve insanla kurduğunuz ilişki hikâyelerinizde dikkat ettiğim noktalardan biri oldu. Giden ya da ölen sevgilinin eşyalarına bağlanan karakterleriniz kırık kalplerini eşyaların geçmişleriyle mi tamir ediyorlar? Eşyaların hayatımızdaki misyonları ne olabilir?
Eşyalar benim anlatılarımda en az karakterler kadar önemlidir. Ben bir eşyanın tıpkı insan evladı gibi bir kişisel tarihi olduğuna inananlardanım. Yani onların da bir duygusal belleği olduğu gerçeğini öykülerimde öne çıkarmaya çalışıyorum. Bir evin tıpkı benim, sizin gibi bir yaşanmışlığı, bir geçmişi var. Nasıl bedenimiz bir kılıfsa o evin duvarları, kapıları, penceleri de bir kılıf gibi o evin yüreğini saklıyor. Bir tarak düşünün. Aile büyüklerinden yadigar. Elden ele, saçtan saça... Kaç kadının, kaç erkeğin ruhunu, duygusal hâlini, özlemini, kederini, sevincini yükleniyor uzun yıllar boyunca ve muhafaza ediliyor evlerde. Bunlar küçük, önemsiz ayrıntılar gibi dursa da öyküyü güçlendiren detaylardır. Eşya deyip geçmemek gerekli. Bir “Cumartesi Annesi”nin kemiklerine kavuşamadığı evladının atletini koklayışını, yastığına sarılışını hayal edin, o zaman anlarız o eşyanın ne kadar önemli olduğunu. Ben kaybettiği aşkının yasını tutarken her gün giydiği ayakkabılarını veremeyen eşler gördüm, onu toprağa verdiği hâlde döneceğini umut eden kadınlar, erkekler...
Öykülerinizi yazarken seksenler ve doksanlarda piyasaya sürülmüş şarkıları dinlediğinizi belirtmişsiniz. Şiirlerden de yararlanmışsınız. Öykülerin olaylarının, kişilerinin, mekânlarının, duygularının sinematografik ilkelere uygun bir anlatım düzeyi ile aktarıldığını düşünüyorum. Bu tarz yazmayı seviyor musunuz?
Açıkçası her öykünün kendine has bir yapısı mevcut oluyor, bazı öyküler görsel bakımdan güçlü bir kurguyu desteklerken bazıları sadece hikâyenin kendisine odaklanıyor. Bazı öyküleri yazarken karakterler, zaman, mekân hemen gözümde canlanıyor, eş zamanlı olarak hikâyenin hayalini kurmaya başlıyorum. Hayal gücünü kelimelerin büyüsüne ortak etmeye çalışıyorum. Dolayısı ile okurun da gözünde canlanıyor hikâye. Sinematografik olması öykünün önüne geçmedikçe yani metne hizmet ettikçe bence sorun yok. Önemli olan öykünün kurgusu, çatışması ve dilidir. Öyküyü okunur kılan bileşenler mevcutsa öykünün zenginleşmesini sağlar bu özellik. Seksenler ve doksanları doyasıya yaşamış biri olarak o zamanın büyüsünü özellikle müziğimizde, şarkılarımızda kaybettiğimizi düşünüyorum. Dolayısı ile öyküleri yazarken hep şarkılar döndü durdu fonda. Hatta bazı şarkılara öyküler yazdım. "Ablam Aşktan Ölmüş" öyküsü, Yıldırım Türker’in "Benim Ablam" adlı şiirinden Sezen Aksu’nun bestelediği "Ablam Aşktan Öldü" şarkısından yola çıkarak yazdığım bir öyküdür. Ya da Umay Umay’ın "Bozdur Yeminleri" isimli Barlas Erinç’e ait şarkısını dinlerken yazmaya başladığım "Eve Hoş Geldin" öyküsü mevcut mesela. Bu kitapta o dönemin ruhunu şarkılarda, şiirlerde yakalamaya çalıştım. Elbette en büyük katkıyı sağlayan Gülten Akın, Lale Müldür, Murathan Mungan, Birhan Keskin, Küçük İskender, Didem Madak gibi şairler oldu. Her okuduğumda bana yeni pencereler açan, kapılar aralayan böyle büyük şairlere sahip olduğumuz için kendimi çok şanslı hissediyorum.
Başlıktaki eser Helen Frankenthaler'a aittir.