Polat Özlüoğlu ile cinsiyetçilik, zorbalık, tahakküm, eşitsizlik, kader ve ölümlülük temaları ışığında, kadınları odağına alan öykülerinden oluşan kitabı Peri Kızı Af Buyrun üzerine konuştuk.
Geçtiğimiz ay oldukça dikkat çeken bir kitap Can Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Polat Özlüoğlu’nun kadın dilinin hâkim olduğu, anne-kız, kadın-erkek, aile içi şiddet, toplumsal baskı, cinsiyetçilik, eril zorbalık konularını adeta deştiği, tartıştığı kitabı Peri Kızı Af Buyrun. Kitabın odağında sesi kısılan, ayıplanan, görmezden gelinen kayıp kadınlar var. Bu kadınlar isyan ediyor, direniyor, gerekirse kendilerini feda ediyorlar öykülerde. Yazar, annelerimizden dinlediğimiz masalları ters yüz edip karanlık masallar anlatıyor hem de deyim yerindeyse bir kadın duyarlılığı, özeni ve dikkatiyle. Kendisi ile Peri Kızı Af Buyrun üzerine söyleştik.
Peri Kızı Af Buyrun kitabınızda yazdığınız karakterlerin hepsini tanıyoruz, biliyoruz ve görüyoruz ama sizin bizim görmemizi istediğiniz başka şeyler var, anlamamızı beklediğiniz başka hikâyeler. Paylaşmak istemez misiniz?
Açıkçası öykülerde benim anlatmak istediğimle, okurun anlamak istediği örtüşmek zorunda değil diye düşünüyorum. Ben öykülerin içine kelimelerden mayınlar döşüyorum. Bazen o mayınlara basarsınız, bazen basmadan geçersiniz. Her okur öyküden farklı bir anlam çıkarabilir, farklı bir tat alabilir. Kitaba teması başka kapılar açabilir zihninde ya da yüreğinde. Sokaklarda yanımızdan geçen herkesin içinde taşıdığı bir sürü öykü var. Önemli olan bu öyküleri bulup çıkarmak, içinden söküp almak, kazıyıp kabuğunu kaldırmak hatta gerekirse kanatmak ve kağıda dökebilmek. Yazmak dünyayla bir derdi, anlatacak bir meselesi, sırtında taşıdığı ağrısı olan insanların işi bence. Normal bir insanın yapacağı bir şey değil. Ben derdimi, acımı, kederimi, umudu, güzelliği yazarak paylaşıyorum, kendimi öykülerin içine gömüyorum. Bazı okurlar bu derdi bulup çıkarır, bazıları dertle ilgilenmez sadece okur, bazıları kendisini bulur öykünün içinde, bazıları suretini, bazıları geçmişini, bazıları geleceğini. Borges ne demiş: “Kimi zaman iyi okurların, iyi yazarlardan bile ender bulunduğundan kuşkulanıyorum.”
“Tanrı Misafiri” ve “Peri Kızı Af Buyrun” öykülerinizde yer alan kambur karakterler oldukça ilgi çekici. Bu karakterlerden bahseder misiniz biraz? Nasıl ete kemiğe büründüler öykülerin içinde.
“Tanrı Misafiri” öyküsüne başladığımda tek başına yaşayan yaşlı bir kadın hayal etmiştim sadece. Ben öyküyü daha önceden kafamda kurgulayan biri değilim. Yazmaya başlayınca her şey belirginleşiyor. Sanki yazarak perdenin öteki tarafına geçiyorum. Bu karakteri yazarken kadının bir anda boyu kısaldı, az biraz tuhaflaştı, çirkinliği sevimli bir hâl aldı, kamburu çıktı, biraz etlendi, butlandı, hayali bir kardeşi, tedirgin eden bir kahkahası, uzun bir adı, kutu gibi evi ve gidip gelen bir aklı oldu. Öykü bittikten sonra günlerce sokaklarda sanki o kadınla karşılaşacakmışım hissi ile dolandım. Tuhaf bir deneyimdi. “Peri Kızı Af Buyrun” öyküsünde ise bir masal anlatmak istedim, bir sürü masalı içinde barındıran, büyüklere seslenen bir masal. Kambur, ihtiyar bir adam bu masalı anlatsın istedim. Bu masalın içinde uyansın, masalın tutsağı olsun, kaderi olsun, masalından kaçsın istedim. Masalın kahramanı ise bir peri kızı kadar güzel, masum, dilsiz, çaresiz bir genç kız oldu. Bu karakterler evet hayal ürünü ama evet bir yandan da oldukça gerçekler. Belki yüz yüze bakıyor, yan yana yürüyor, belki çarpıp geçiyoruz. Durup görmeye çalışmıyoruz. Belki öyküler vesile olur onları fark etmeye. Mesela ben öykünün sonunda Allah affetsin kambur adamla kızı sokaklarda koşarken gördüm sandım. İçim bir hoş oldu. Ürperdim.
Can Yayınları ile yolunuzun kesişmesi, mütevazı olmak güzel tabii ki fakat ülkenin en bilinen ve kitapları en çok satan bir yayınevinin bünyesinde yer alıyorsunuz. Neler hissettiniz beraber çalışacağınızı duyunca? Sadece edebiyatla ilgilenmeyi düşünmüyor musunuz?
Çok mutlu oldum, az biraz şaşırdım. Güzel bir duygu Can Yayınları gibi güçlü, edebiyat geleneği olan, öykünün beşiği bir ailenin üyesi olmak. Elinizde üzerinde aylarca çalıştığınız bir dosya var. Tamamlıyorsunuz, öykülerinize inanıyorsunuz, artık bir şekilde bir adım daha ilerlemek, yolunuza devam etmek istiyorsunuz ve hayaliniz gerçek oluyor. Güzel bir deneyim. Sanırım yazıya olan inanç bir şekilde yolunuzdaki bütün engelleri kaldırıyor ortadan. Kendimi bildim bileli yazan biriyim ama esaslı disiplini son altı-yedi yılda kazandım diyebilirim. Sadece yazarken kendimi iyi hissediyorum. O defterin başına oturunca dünya duruyor adeta. Murakami, yazmayı rüya görmeye benzetir. Gerçekten öyle bir şey yazmak. Uyanıkken, gözlerin tamamen açıkken, kalem elinde defterin başında rüyaya teslim oluyorsun. Bu çok güzel bir şey. Derdini başkalarıyla paylaşmak, yüreğindeki korkuları başkalarına anlatabilmek, içindeki çocuklarla tekrar karşılaşmak, zihnindeki tekinsiz, huzursuz dünyaya dalıp dalıp çıkmak, yazmak benim için böyle bir şey. Sadece edebiyatla ilgilenmek isterdim elbette. Sürekli öykü düşünmek, öykü yazmak, sürekli okumak, edebiyat ve kitaplardan mütevellit bir hayat hayalim devam ediyor.
Yazma eyleminde sınırlarınız var mı?
Sınır derken nasıl bir şey kast ettiğinizi tahmin ederek cevap veriyorum. Hayır yok. Yazarken kimseyi düşünmem. Yani kafamda ne okur, ne de başka bir şey vardır. Yazarken tamamen özgürüm. Yoksa niye yazalım ki? Ya da kendim için söylersem nasıl yazarım bilmiyorum. Beni rahatsız eden, huzursuzluk veren, içime batan, dert edindiğim ya da tam tersi umut veren, içime sular serpen meseleler hakkında yazıyorum. Bu yüzden kendime bir sansür uygulamıyorum, uygulamadığımı varsayıyorum. Yazarken ne yazacağımdan bile bihaberimdir. Kafamda bir öyküyü evirip çeviren, haftalarca onunla yatıp kalkan biri değilim. Planlı, programlı bir şekilde hiç yazmadım. Öykünün konusu, karakterleri, kurgusu, mekânı, zamanı yazarken ortaya çıkıyor. Açıkçası ne ile karşılaşacağımı ben de bilmiyorum desem yeridir. Kalemi elime alınca öykü geliyor. Bu nasıl desem kelimelerden bir labirent gibi, içine girince çıkışı bulmaya çalışıyorsun.
Kadına şiddet toplumumuzun hiç kapanmayacak bir yarası. Neden bu vakaları öyküleştirme gereği duydunuz?
Gerek demek doğru mu bilmiyorum. Ama bir şekilde bu konu üzerine düşünüp okurken kendimi bu öyküleri yazar buldum. Kadına şiddet her zaman gündemde olan bir konu sadece ülkemizde değil tüm dünyada böyle. Kadına, trans kadına, LGBT bireylere, ötekileştirdiklerimize toplumsal ve bireysel şiddet hız kesmeden devam ediyor. Çoğunun sebebi aşk, töre, ahlak, kıskançlık, cinnet, namus, nefret gibi bahaneler. Yasalar önünde çok geçerli sebep bunlar nedense. Oysa çağın ikiyüzlülüğünü, çürümüşlüğünü, belleksizliğini, kirlenmişliğini toplumun her katmanında görüyoruz. 21. yüzyılda yaşıyoruz ama hâlâ verili ahlaki baskılardan sıyrılamıyoruz. Kadına biçilen cinsiyetçi rolleri reddedip aşındıramıyoruz. Alternatif rollere bürünemiyoruz. Bu yüzden öykülerde erkekliği sorgulayan, cinsiyeti ters yüz eden, eril iktidarı, gücü, ahlaki değer yargılarını aşındıran, baskıya, zorlamaya, şiddete hayır diyen, sözde namus bekçilerine karşı duran kadınlar var. Kitabın içinde o kadınların sesi, soluğu, gölgeleri, suretleri geziniyor. Belleksiz, kimliksiz, merhametsiz bir çağa öykü vasıtasıyla dokunmak güzel bir şey.
Toplumsal bellek konusunda bir yazar olarak ne dersiniz?
Çağımızda bellek diye bir şey kalmadı desem yeridir sanırım. Şiddetin, ikiyüzlülüğün, riyanın, öfkenin ön planda olduğu toplumsal hafızası darmadağın parçalanan, medya tarafından manipüle edilen, tarihi değerleri yerle bir olan, iktidar güçler tarafından unutmanın kutsandığı, marifet sayıldığı, özendirildiği bir zamandayız maalesef. İstatistiki veriler hâline geldik her birimiz. İsim yok, geçmiş yok, gelecek hayali yok. En kötüsü bu durumun normalleştirilmesi. Unutmaya alıştık, alıştırıldık. Ben bu yüzden yazıyorum, yazmaya çalışıyorum. Yaşadığım çağdan ilham alıyorum, gördüklerimden, duyduklarımdan, tanık olduklarımdan. Bu belleksizliğe, kaybolmuşluğa, yok oluşa bir çentik atıyorum. Unutmanın huzursuz bahçesinde oynayan çocuklara benziyoruz. Ne zaman uyanırız bilmiyorum.
Okurken bizi rahatsız eden, nefesimizi kesen, evden dışarı sokağa çıkaran öyküler, yazma aşamasında sizi zorladı mı? Bir de çok merak ettiğim şey neden karanlık masallar?
Yazmak her zaman zorlu bir süreçtir, en azından benim için öyle. Bu durum daha çok yazdığım öykülerin meselesi, derdi, haleti ruhiyesi sebebi ile yaşanan bir zorluk. Zaten içinde yarası olan, kendisi, toplum ya da verili düzen ile kavgası olan, hayatının anlamını sorgulayan kişilerin yazdıkları içimize daha çok dokunuyor, bizi huzursuz ediyor. Yazmak belki biraz da bu yüzden akıl işi değil. Olmamalı belki de. Genelde yazarken öykünün içine bodoslama giriyorum, zamanı ve mekânı soluyorum, karakterin peşinden adeta soluk soluğa koşuyorum. Tekinsiz, rahatsız ve tedirgin eden karanlık öyküler hâliyle yazarken de içimi daraltıp canımı acıtıyor. Öykü bittikten sonra ise tek yaptığım şey kendimi dışarı atmak, kalabalıklara karışmak, sokaklarda kaybolmak. Karanlık masalların sebebi ise biraz da benim sanırım. Yıllardan beri güldüren, mutlandıran, aydınlık şeyler yazamıyorum. Bu kendi ruh halimle, içine doğduğum çağla alakalı bir şey elbette. Bu yüzden annelerimizden, ninelerimizden dinlediğimiz, kitaplardan okuduğumuz klasik peri masallarına alternatif günümüzde geçen hayalle gerçeğin birbirine karıştığı, iyi ile kötünün sınırlarının muğlaklaştığı, karşı masal niteliğinde kapkara öyküler ortaya çıkıyor. Daha çok kadınları anlatan, kadınların anlattığı, erkek egemenliğine, toplumsal baskıya, alıştığımız cinsel kodlara, eril dile, aile içi şiddete karşı duran anti masallar diyebiliriz.
Anne, anneanne ve kız kardeş ile geçirmiş olduğunuz yıllar (aile yaşantınız) sizi bu öyküleri yazarken nasıl tetikledi? Ayrıca ‘Eril’ dil kullanmamak bir yazar için bu kadar zor mu, medya, iktidar, toplum kıskacında kalan birey genele hâkim bu dili kullanmaktan cayabilir mi? Son olarak umut var mı?
Kadınların çoğunluğu oluşturduğu, anneanne, anne, teyze, yengeler, halalar ve komşu ablaların içinde geçen bir çocukluk, yazdığım, düşündüğüm, anlattığım öykülerin diline, atmosferine, karakterlerine de sirayet ediyor hâliyle. En başından beri zaten eril dilden elimden geldiğince uzak durmaya çalışan bir yazar olarak içine doğmuş olduğum, içinde büyüdüğüm, yetiştiğim dişil dili kaybetmeden koruyarak, kollayarak yazıyorum. Elbette bunda kitabın tamamına hâkim olan kadın karakterlerin de etkisi var. Ezilmiş, susturulmuş, mağdur edilmiş, şiddete uğramış, ayıplanmış, küstürülmüş, dışlanmış kadınların isyanı, direnişi, karşı koyuşu, ayakta kalma çabaları ancak böyle bir dille anlatılabilirdi. Öykülerdeki karakterler gündelik hayatta her zaman bildiğimiz, karşılaştığımız, gördüğümüz kadınlar, hepimizin temas ettiği ama belki görmezden geldiği, sırtını döndüğü ya da bir gazetenin üçüncü sayfasında okuyup geçtiği, unuttuğu, unutturulduğu insanlar. İçimizden biri yani. Dolayısı ile bir yazar olarak biraz daha özen ve dikkatle dişil bir dile hatta bir adım ötesi cinsiyetsiz bir dile doğru ilerleyebiliriz. Dil aracılığı ile edebiyatın ve hayatın sınırlarını zorlayabiliriz. Toplum olarak epey çabalamamız lazım eril dilden kurtulmak için. Çünkü medya, iktidar ve toplum sarmalında yoğun bir eril dil kirliliği var. Umut her zaman var. Neden olmasın?
Görseller Theda Mimilaki'ye aittir.