Acılezzet
Beni yakan üç hikâyenin hikâyesini yazmaya çalışıyorum. Biri benim, biri Madamın hikâyesi, üçüncüsü bizi bir araya getiren yayımlanmış bir metin. Masamın üstü hiç olmadığı kadar dolu, kafam hiç olmadığı kadar karışık. Gündüzleri bir işe yaramadan öylece oturuyorum büroda, planlar rölöveler beni bekliyor. Gökdelenlere bakıyorum, yeni zamanlar fanuslarının içeriyi sızdırmayan dışlarına.
Dalıp gittiğimi farkediyor eniştem, hadi yemeğe çıkalım da sohbet edelim biraz diyor her zamanki sevecenliğiyle. Sessiz huzurlu lokantalara götürüyor beni, ağzımı arıyor: Bu durgunluğumun sebebi ne?
Madamın ölümü çok dokundu bana diyorum.
Unut evladım artık diyor.
Ev sahibimin ölümünün bana niye bu kadar dokunduğunu anlayamıyor bir türlü. Oysa unutamadığım şey ev sahibimin ölümü değil, Madamın kendisi.
Bizi bir araya getiren hikâye, kitabın yayımlanış tarihine bakılırsa, en az on beş yıl önce yazılmış. Madamın iddiasına göre kendisi ve Nesim hakkında. Hikâyenin hangi satırı doğru bilmiyorum. Doğruların ne önemi var, onu da bilmiyorum. Kitap masamın üstünde duruyor. Defalarca okudum ve öyle çok cümle yazdım ki kendime ve Madama dair, artık o hikâye de hikâyelerimizin hikâyesi de tümüyle bana aitmiş gibi geliyor.
Her akşam kitabı ve bir yüzüne Madamın anlattıklarını, öbür yüzüne kendimi yazdığım defteri okuyorum. İçinde kaybolduğum bu metinleri okudukça daha önce pek sık okumadığım şeylere yöneliyorum nedense. Eskiden hoşlanmadığım şiirler oluyor bunlar ya da vaktiyle alınmış ansiklopedilerin çeşitli maddeleri, kutsal kitaplardan doğmuş hikâyeler, hayat hakkında derin şeyler söyleyen günceler, vesaire. Pek de yan yana gelmeyecek metinlerden oluşan tuhaf bir halita işte.
Mesela Capgras Sendromu maddesini okudum geçenlerde: ‘Başkalarının ya da kendisinin aslında başkaları veya kendisi olmadığı, onların yerini sahtelerinin yani kopyalarının aldığı kuruntusu...’ diyordu sözlük. Hikâyem okunduğunda bunun anlaşılır olduğu görülecektir. Anlaşılmaz olan, durup dururken elimin neden bu sözlüğe gittiği ve okumak için dokuz bin madde arasından nasıl olup da bu maddeyi seçmiş olduğum.
Bildiğim şu: Madam öldüğünden beri her gece bu metinlerin eşliğinde dünyadan geçip gitmek üstüne, bir sonuca varamadan düşünüyorum. Sonuca varmak pek de umurumda değil aslında. Hayatımın bu aşamasında böyle bir hikâye yazmak, bana bir tür vasiyet gibi görünüyor, – öte yandan, yazabilirsem kendim olacağım sanıyorum.
Onunla yavaş yavaş vuran, sonunda yere seren içkilerin sarhoşluğu gibi bir beraberliğimiz oldu. Teklifini hem gülünç bulmuş, hem de ciddiye almıştım. İçimde hassas bir yere dokunmuştu. Bu nedenle çok dostça başladı ilişkimiz. Ama hızla tutkulu bir hal aldı, benim açımdan. Bunda onun hiç payı yok, o hep aynı mesafedeydi, bende bir şeyler değişti, yürüdü.
Bir kitabı kapatıp diğerini açarken, tuhaf bir bağlantı cümlesiymiş ya da kötülüklerden koruyan bir duaymış gibi mırıldandığım dize beni ele veriyordur: Bir gün herkes kendisi olsun.
Madamdan sonra ben başka biriyim. Duruldum. Geceleri orda burda sabahı bulmayı seven ben, sokaklardan korkan evcil bir kedi gibi doğru evime gidiyorum artık. Eve sadece ablam geliyor. Eskiden hayatıma girip çıkmalarından şikâyetçi olduğu kadınların ayaklarının kesilmesinden rahatsız. Uygunsuz birine, mesela bitişik dairede oturan ve yarı çıplak dans ettiğini aydınlığa bakan mutfak penceresinden gördüğü makyajlı gence tutulmuş olmamdan korkuyor:
Bu apartman sana göre değil dedi geçen gün, şöyle kendine uygun efendi insanlarla komşu olsaydın...
Çocuğun ilgisinin ben de farkındayım, çoktandır. Tam içeri girerken onun da çöpü çıkaracağı tutuyor. Evinden egzotik tütsü kokuları geliyor. Birbirimize iyi akşamlar dediğimiz ve gözlerini gözlerime diktiği kısa süre içinde bu ilgiden hoşlanıp hoşlanmadığımı soruyorum kendime, ama daha cevap veremeden sorumu unutuyorum. Bu ilgi üstümde iz bırakmıyor.
Madamla tanıştığımız sabahı yazdım dün akşam. Defterin ne tarafına yazacağımı düşündüm önce, bu kimin hikâyesi? Madamın mı, benim mi? Karar veremedim, sonunda hikâyenin içine yazdım, ikimize de ait olsun diye.
Sabah ablam geldi, beni çizim masasının başında görünce, büroya gitmedin mi daha? dedi.
Eniştemin haberi var, bugün evde çalışacağım dedim.
Kızdı, eniştenin haberi var mı diye sormadım dedi, iyi misin, onu merak ettim.
İyiyim dedim, merak etme.
Madamın dairesini hâlâ boşaltmamışlar dedi çay koyarken, eşyası dağılıp gidecek zavallının. Kalplere nasıl da meraklıdır ablam, usulca sordu, ne biliyorsun hakkında?
Bütün hayatını dedim sıradan bir şey söyler gibi.
İnanmadı, sol kaşı kalktı, manidar, nerden biliyorsun dedi.
Kendi anlattı dedim.
Ne zaman?
Yaşarken.
Yaşarken.
Yaşarken.
Madamı hatırladığımda renkler kayboluyor, siyah-beyaz hüzünlü eski bir ekrana dönüşüyor dünya. Çocuksuz ve sessiz sokaklarda, yorgun eşyalarla dolu loş salonlarda geçen, sonu belirsiz mutsuz bir film akıyor gözlerimin önünden. Gri-soğuk manzaralar müziği çalıyor. Eklemleri hastalanmış eller giriyor görüntüye, taneleri dağılan inci kolyeler, hatları katılaşmış yaşlı adamlar kravat bağlıyorlar, kimse konuşmuyor. Madam katı bir acının içinde beliriyor.
Sokağın ince bir yağmurla ıslanmış harap merdivenlerini ağır ağır çıkıyordu, gri uzun eski pelerine benzer bir giysi vardı üstünde, solgun görünüyordu. Buraların yeni sakiniydim, eski sakinlerinin arasına karışmalıydım, yabani durmamalıydım, karşı karşıya gelince nezaketle selam verdim. Konuşmaya nasıl başladığımızı tam hatırlayamıyorum, kedilerden söz ettik sanırım. Sokaktakilerin uzun yaşayamadıklarını söyledi, oysa evindeki kedisi yirmi yaşına gelmiş. Ayaküstü konuşurken kiracısı olduğum ortaya çıktı.
Çok sevindi, memnun oldum sizin gibi beyefendi bir kiracım olduğuna dedi.
Benden önceki kaba saba bir adammış, içip içip karısını dövermiş. Kendiliğinden çıkmasaymış, kardeşi mahkemeye verecekmiş adamı. Evini bir ay kadar önce, neredeyse cüce birinden tutmuştum. Siz kimsiniz demiştim de, Madamın erkek kardeşinin vekilharcıyım demişti adam, kısa kollarını anlamsız bir gururla göğsünde kavuşturarak, kontratı imzalamaya salahiyetim var. Bana da emlakçıya da üstten bakan bir edası vardı, üstten bakabilmek için başını kaldırması gerekiyordu, salahiyeti seviyordu. Dik bakışlarında velinimetine duyduğu derin sadakati okuyunca, gözümde ev sahibim olarak iskeleti tunçtan bir kadın canlanmıştı.
Ev sahiplerimle dostluk kurmaya hiç meraklı olmadığım, hatta bundan kaçındığım için, herhangi bir komşu olsaydı keşke bu solgun uzak kadın diye düşünmüştüm, böylece çalabilirdim kapısını, tuzunuz var mı buzunuz var mı?
İlk karşılaşmamızda üstümde bıraktığı etkinin zamanla ağırlaşacağını kestirememiş olmam bende çelişkili duygular uyandırıyor. Bazen kendime kızıyorum, Madamın varlığının anaforuna kapılacağımı nasıl bilemedim diye. Çünkü hayatıma giren her kadının bendeki serencamını daha ilk günden tahmin edebilme yetisini yirmili yaşlarıma varmadan kazandım. Kadınlar hayatıma hep kendi ayaklarıyla geldiler. Bunu farkettiğimde nedenini anlamak için aynaya baktım, düzgün bir yüzden başka bir şey göremedim.
Ablama sordum bir gün: Neden kadınlar bana çok düşkün?
Yüzünde tezat var dedi, hem masumsun hem değil.
Doğrudur, hep masum başlayıp suçlu bitirdim, en azından haksız.
Ardımda edinmek için pek de çaba harcamadığım bunca deneyim varken, hayatıma istediği zaman giren bir kadınla yaşanacak bir sonraki buluşmayı hiçbir şey tahmin edemeden, gözü kapalı beklemiş olmama şaşıyorum şimdi. Bazen de hayatımın tek hakiki ama olağandışı macerasını yolun yarısını henüz geçmişken iyi ki yaşamış olduğumu düşünüyorum.
Bütün bunları düşünüyorum ya, sonra hepsinin üstüne yeniden düşünüyorum: Yaşadığım şeyin adı neydi?
Madamın evine ilk gittiğim akşam, o sırada birlikte olduğum kadından ayrılmıştım. Mutsuz değildim. Aşklar uzun zamandır beni mutlu ya da mutsuz etmiyordu. Ama kadını terketmeden önce sofrasında arsızca yiyip içmiş olduğum için utanıyordum kendimden. Masa doluydu, şarap kadehleri, mumlar, salata sosları, buğular, vesaire. Böyle durumlarda çıplak bir iştahla kendini yemeğe vermek her şeyi belli ediyor. Kadının gidecek olduğumu anlaması uzun sürmemişti. Dışarı çıktığımda aşağılık ruhum biraz nazik olsaydın keşke diyordu, bak yağmur yağıyor, biraz nazik olsaydın, bana bir taksi çağırır mısın diyebilirdin.
Caddeye kadar yürümek zorunda kaldığım için ıslanmıştım, üşüyordum. İlk taksiye attım kendimi. Geceyi suları yardı taksi, ışıklı boş meydanlardan geçti.
Yeni sakini olduğum apartmanın gündelik ışıkları yanıyordu, televizyon mavisi sızıyor pencerelerden, bol avizelerde kısıntıya gidilmiş, misafir ağırlayan yok demek ki. Bu kısıntıya uymalıymışım gibi, apartman girişinin geceleri söndürülmeyen ölügözü ışığında hızla iki katı tırmandım, tam otomatiğe basacakken Madam karşıma çıktı.
Geldiniz mi dedi, sizinle bir şey konuşmak istiyordum.
Terkettiğim kadının ahı ne çabuk tuttu diye dalga geçtim kendimle. Neyimden memnun değil acaba pelerinli ev sahibim?
Sizi televizyonda gördüm, yazarmışsınız dedi.
Şaşırdım, aptalca bir gülümsemenin yüzümü dolaştığından eminim.
Benzettiniz herhalde dedim, yazar filan değilim, hayatımda hiç televizyona çıkmadım.
Sizi anlıyorum gülümsemesi belirdi yüzünde, kim, kim olduğunu belli etmek ister ki gülümsemesi, hepimiz başka biri değil miyiz başkalarının yanında gülümsemesi.
Bir meselem var dedi, belki yardım edebilirsiniz.
Kapıda duruyordu. İçeriden solgun bir ışık, içime uğuldayan karlı bir ormanda yalnız kalmak korkusu düşüren bir müzik, nemli ama çekici bir koku geliyordu.
Elimden gelen bir şey varsa... diye mırıldandım içeri girerken.
Aslında elimden pek bir şey gelmez, elimden gelen sınırlıdır, fazlası gerekmedi bugüne kadar, ama hayat bu, belki de zamanı gelmiştir – demedim.
Artık eskicilerde bile zor rastlanan türden kapitoneli portmantoya ıslak paltomu asarken, Madamın benden nasıl bir yardım isteyeceğini düşünüyordum. Salahiyet seven vekilharcın, eski kiracıyı az daha mahkemeye verecek olan erkek kardeşin çözemediği, yazar sandığı bir adamdan medet umduracak mesele ne olabilir? Salona girdim. İçerisi neredeyse soğuktu, tül perde titreştiğine göre pencere aralıktı, ayaklı iki abajurdan yorgun buz beyazı ışık sızıyor, bu loşluk ve soğuk ölümü çağrıştırıyordu. Büyük siyah-beyaz televizyonun sesi kapalıydı, yaşlı bir adam ağzını açıp kapıyordu ekranda. Şöyle bir baktım da, evdeki en yeni ‘şey’ bendim.
Oturmam için hakiki deriyle kaplı siyah eski kanepeyi işaret etti. Kanepenin şahane olduğunu düşündüm, belki yüz yıllık ve şahane. İki berjer koltuktan birinde siyah-beyaz bir kedi oturuyordu, sözünü ettiği yaşlı kedisi. Koltuğa oturmak için kediyi kaldırınca, siyah-beyaz cüsse yakınıma, kanepenin öbür ucuna geçti, tekrar dertop olup içine kapandı. Loşluğun içinde kımıldanır gibi duran eşyaya baktım. Eşya sağlam bir zeminde varlık göstermiyor, sanki ağır ağır eve gömülüyordu, her şey içine kapanıyordu.
(Onunla birlikte olduğum süre boyunca ben de evin içine kapanışının bir parçası oldum. Sanırım ikimizde ve sadece onda olan –onun yanında değilsem bende olmayan–, ikimizi ve onu başkalarından ayıran –onsuz iken beni başkalarıyla bir kılan– şey, gerçekliğin üstümüzde ve onun üstünde iz bırakmamasıydı.)
Geldiğiniz için teşekkür ederim dedi.
Tartıldığımı, sınandığımı düşündüm, rica ederim dedim nazikçe.
Önce bir içki içelim dedi, sonra konuşuruz.
Abuk sabuk cümleler geçiyordu aklımdan, ben yazar değilim Madam, yazmak için yığınla defter aldım bugüne kadar, yazmayı istedimse de olmadı, defter almak yetmiyor, yazacak bir şey lazım, içki dediğiniz bu mu, portakal likörü bu, ben de sanmıştım ki yumruk gibi bir içki içeceğiz, saç diplerimden parmak uçlarıma kadar yakacak beni, böylece bu siyah-beyaz salon rengine kavuşacak, meğer bu kanepe siyah değil yeşilmiş, meğer bu kedi sarmanmış, meğer gözleriniz deniz gibiymiş ve damarlarım ısınacak, oysa bir kokudan ibaret bu içki...
Kadehi bir dikişte bitirdim, masaya bıraktım. Madam kapağı yıpranmış sararmış ince bir kitap uzattı. Sedefi hatırlatan elleri gözümü aldı.
İşaretli sayfaları okur musunuz dedi.
Bu isteğe bir anlam veremeyerek baktım. Yüzü kıpırtısızdı, okumamı bekliyordu. Kitabı aldım, işaretlenmiş sayfaları pek aklımı veremeden hızla okudum. Portakal likörü içimi hafifçe ısıtmıştı, ama hâlâ üşüyordum, parmaklarım buz gibiydi. Okuduğum sık rastlanmayan, belki de çok sık rastlanan bir karşılıksız aşk hikâyesiydi.
Bitirdiğimde, anlatılan benim dedi Madam, ama anlatılanlar doğru değil.
Bu da zaten bir hikâye diyecek oldum, nedir yani? Hikâye işte...
Yüzüne daldım, dokunsam kış gibi soğuk olduğunu hissedeceğim geçti aklımdan. Koyu renkli saçlarının omuzlarına uzandığını, elmacık kemiklerinin belirgin, boynunun uzun ve beyaz olduğunu farkettim. Gözleri griydi, – belki de maviydi. Ama incecik bedenini saran elbisesinin gri, şalının siyah, kedinin siyah-beyaz, televizyonun hâlâ siyah-beyaz, kanepenin simsiyah oluşu, salonun kestiremediğim bir yerinde çalan müziğin gri-soğuk manzaraları hatırlatması, abajurlardan dağılan buz ışığı renkleri görmemi önlüyordu.
Garip bir ânın içindeydim. O ânı böylesine garip kılan şey hikâyede anlatılanın kendisi olduğunu iddia etmesi değil, bu loş ve soğuk evde varlığının hayat belirtisi göstermiyor gibi oluşuydu. Kedinin kanepeden inip karanlık koridorda kaybolması hayat belirtisine neden olunca, bunun zamana ritmini geri verecek bir fırsat olduğunu hissettim.
Sizin için ne yapabilirim Madam dedim biraz sahte bir nezaketle.
Doğrusunu yazabilirsiniz dedi.
Ama ben yazar değilim.
Ama yazabilirsiniz.
Yazabilme ihtimalinin beni neden böylesine kışkırttığını bilmiyorum. Madam sanki, yazabildiğinizi saklıyorsunuz der gibi bakıyordu yüzüme. Bu inancın kaynağını kendimde arayacak oldum, ben mi bilmiyorum yazabildiğimi?
O gece evime dönünce portakal likörünün eşsiz kokusunu hatırlayarak epeyce votka içtikten sonra, iki satır yazmayı deneyip bıraktığım yığınla defter arasından hiç dokunulmamış birini seçtim. İlk sayfasını açtım. Yazmaya Madamın ellerinden başladım, sedef gövdeli ipek bir yelpazeyi andıran safi kemik ellerinin gözümü aldığından. Ablamın ellerini hatırladım, daima bakımlı ama mat ve anaç ellerini. Madam, beni çocuğu yerine koyarak evinde ve kalbinde en geniş yeri ayırmış olan ablamla aynı yaşta olmalıydı. Bazen ablamın yüzünde yarım kalmış bir şey okurdum, özellikle dünya iyisi eniştemle bir yere, mesela maça gidiyorsak. Bizi geçirirken gölgelenirdi yüzü. İkisine de minnettardım, otuz sekiz yaşında beni doğururken ölen annemi aratmadıkları için. Defteri ters çevirip arkasına kendi hayatıma ilişkin bir şeyler karalarken, beni çok seven elleri içime dokunan ablam için ağladım biraz: Keşke babam da annemle birlikte ölseydi, böylece eniştem babam olabilseydi, bana anne olabilen ablam, bana baba olamayan eniştem için üzülmeseydi bu kadar.
Ellerinden başladım. Tutsam dağılıverecekmiş, avucumda irili ufaklı bir yığın mücevher kalacakmış sandığım bileklerinden narin omuzlarına, derken boynuna ve nihayet yüzüne kapıldım. Bu bir günde olmadı.
Şimdi, kemik denen dokunun alabileceği en zarif biçimi almış ellerinden başlıyorum yine zihnimde onu çizmeye, bileklerine geçiyorum. Boynuna uzanıyorum, tanıdığım kadınların hiçbirinin göğüslerini hatırıma getirmeyen, neredeyse hayatdışı göğüslerinin kavsini tamamlıyorum, gözlerine geldiğimde canlanıyor ve incecik çizgilerle çevrelenmiş dudaklarının belirmesiyle içimin çökmesi bir oluyor.
Kedi içeri gitmişti, gri-soğuk manzaralar müziği kendini sürekli baştan alıyordu, sessiz televizyonda tenha ve rüzgârlı bir şehirde geçen, karanlık bir film oynuyordu. Berjer koltukta oturan Madamın sesi de solgundu. Hemen her sabah Elmadağ’a doğru yürüyüş yaptığını, eski kitaplar satan bir tezgâhın önünde durup kitapları karıştırdığını anlattı. Satıcı Madamı yıllardır tanıyormuş, bez ciltli, kurdeleli Fransızca veya Türkçe romanları hep Madama ayırırmış. Bir ay kadar önce bu ince kitabı uzatmış, galiba sizden bahsediyor demiş. Madam Nesim’in adına rastlayınca, birkaç sayfa okumuş ayaküstü. Anlatılanın kendi hikâyesi olduğunu anlamış. Kendi hikâyesi, ama anlatıldığı gibi değil.
Kederinin kaynağı hikâyenin adıydı: Önemsizlik. Anlatılanların doğru olmamasından da incindiğini söyledi. İncinmek fiili size ne kadar yakışıyor Madam diye düşündüm ve böylece bütün bunları gülünç bulan yanımı kaybettim. Gecenin ileri bir vaktinde, dalgın bir suskunluk sonrasında izin istedim.
Gene gelecek misiniz dedi.
Geleceğim dedim.
Yazacak mısınız?
Yazacağım.
Böyle başladı.
Ertesi sabah uyandığımda, geceyi yaşamış olduğumdan kuşku duymasam da, böyle bir teklife ancak rüya denebilir dedim, rüya kadar gerçekdışı ve iyi kötü yorumlanıp unutulmaya mahkûm. Çay demledim, çizim masamda bekleyen işe baktım. Bir kış buzda kayarken kırılan sol bileğimi avucuma aldım, bileğin dokunmaya nasıl da uygun, nasıl da kendini hissettirir bir yer olduğunu düşündüm, nabız verdiğini. Boş bir kağıda bilek kemikleri çizmeye çalıştım, kayıksı kemik, yamuksu kemik, nohutsu kemik, aysı kemik. Ablam aradı, bugün evimi temizlemeye kadın getirecekmiş, çamaşırlarını ortada bırakma, kirli sepetine at dedi. Olur dedim. Merdivenlerde yöneticiye rastladım.
Madam sizi televizyonda görmüş dedi, yazarmışsınız, iftihar ettik, keşke haber verseydiniz de biz de seyretseydik.
Yönetici yılışık ve geniş bir ağızla gülümsedi. Ben bu sabunsu yüze öylece bakıp, yok öyle bir şey demeden, inşallah bir dahakine demeden, nerden çıktı şimdi bu demeden, hiçbir şey demeden yani, basamakları indim. Her zamanki gibi geciktiğim işimde, fazla işe yaramadan vakit geçirirken yüzümde bir gülümsemenin belirdiğini, eniştemin durumumu hayra yoran bakışlarından anladım.
Hayrola dedi öğle yemeğinde, yüzün gülüyor.
Bir hayal kurdum da dedim, yazar olmuşum mesela.
O gece defterime bunun gülünç bir teklif olduğunu yazarak aslında pek de akıl kârı bir şey olmadığını vurgulasam da, yazabilmek ihtimali içimde bir yere değmiş olmasa, yöneticiye kadının kaçık olduğunu ima ederek beni başkasıyla karıştırdığını söyler, apartmana nasıl olup da bu kadar çabuk yayıldığını hâlâ anlayamadığım bu söylentiyi yalanlamaya gayret eder, Madamın kapısını da bir daha çalmazdım. Ama çaldım.
Yaşlı kedisini okşarken, nerde kalmıştık diye sordu.
Nesim’i tanıdığınız günü anlatmıştınız dedim. Bu apartmana taşındığınız gün, on beş yaşındaymışsınız hani...
Kamyon kardan sokağa girememiş. Hamallar merdivenli yokuştan taşımışlar eşyayı. Annesi akşama doğru gelmiş, kinliymiş yüzü. Üstünde astragan kürkü varmış. Oğlunun elini sıkı sıkı tutuyormuş. Papyonluymuş çocuk, üstünde ekose paltosu varmış, siperli ekose başlığı çenesinden altından bağlıymış. Annesi kuzu derisi eldiveninin birini çıkarmış, avucunu duvara dayamış. Nemlenen avucunu kocasına uzatmış.
Beni bu duvarları ıslak evde mi oturtacaksın demiş.
Bu kaloriferleri yanmayan evde.
Bu kasvetli salonda.
Bu daracık mutfakta.
Bu manzarasız odalarda.
Bu ara sokakta.
Beni kırk milletten ne idüğü belirsiz insanlarla komşu mu yapacaksın.
Ala ala bu evi mi aldın.
Bula bula bu evi mi layık buldun bana.
Elinden gele gele bu mu geldi.
Nemli avucunu hışımla kocasının üstüne silmiş. Kızına dönmüş sonra, kalk gidiyoruz demiş. Madam kıpırdamamış. Kalk dedim sana diye bağırmış kadın, sesi çatlamış öfkeden. Babası, annenle git kızım demiş, sigarasının uzamış külüne bakıyormuş. Seninle kalacağım demiş Madam. Annesiyle göz göze gelmişler, ateş gibi yanıyormuş ikisinin de gözleri. Kızını götüremeyeceğini anlayınca hiç vakit kaybetmemiş kadın, oğlunun elini sertçe tutmuş. Yürü demiş, gidiyoruz, ne halleri varsa görsünler. Madam annesinin kindar, kardeşinin korkak ayak seslerini dinlemiş bir süre, sonra pencereden bakmış. Buzlu sokakta, annesinin kolundan tutup sürüklediği çocuk ablasını görebilmek için arkasına dönmeye çalışıyor, boşluğa doğru el sallıyormuş. Gitmişler.
Babası da avucunu dayamış duvara neden sonra. Evet ıslak demiş.
Sonra ikisi kalmışlar. Evin içi buz gibiymiş, paltolarıyla oturuyorlarmış, eşya öylece duruyormuş ortada. Kar yağıyor, ağır ağır akşam oluyormuş. Nesimler’e gidelim demiş babası, biraz ısınırız, yoksa donacağız burada, hiç düşünmedik ne yakacağımızı. Nesim kim demiş Madam. Babasının yüzü acılaşmış. Bir arkadaş demiş, annenin görüşmemi istemediği arkadaşlardan biri.
Nesim’in soğuk solgun sinirli bir karısı, gözleri iri ama gülmeyen iki zayıf oğlu varmış. Odada mavi bir çini soba yanıyormuş. Yerler çıplak tahtaymış. Bir ara karı kocanın mutfakta kavga ettiklerini duymuşlar. Kadın yemek hazırlamış, ama onlarla sofraya oturmamış. Kapıları sertçe açıp kapatıyormuş.
Ben gururlu bir adamım demiş babası Nesim’e yemek sırasında, kayınpederimin vekilharcı olamam. Nesim, bize kahve yap diye seslenmiş karısına, ama kadın yapmamış. Baba kız gece geç vakit eve dönmüşler, yürüyerek. Acıklı bir neşe içinde karyolalarını kurup yatmışlar. Ertesi sabah Nesim erkenden gelmiş. Yanında bir hamal. Hamalın sırtında bir soba. Herkes taşınmadan kaloriferler yanmaz demiş, bununla idare edin. Madamın babası kahvaltılık bir şeyler almaya gittiğinde Nesim’le Madam sobayı kurmuşlar.
Derbeder bir hali varmış Nesim’in, görünüşü yakıcıymış, Madam uzunca bakmış kumrallığına, güzelliğini üstünde suç gibi taşıyor oluşuna.
Kahvaltı sırasında babası, döner mi bilmem demiş annesi için, onu bu duvarları ıslak evde oturmaya zorlayamam.
Nesim ise, aşk bitiyor demiş, nasıl oluyor anlamıyorum, ama bitiyor, insan çocuklarına bakıyor sonra, aşk bunların neresinde diye soruyor kendine.
O gecenin benim için şaşırtıcı olan tarafı, Madamın anlattıklarını yazdığım defterin arka yüzüne kendime ilişkin karaladıklarımı ona anlatıp anlatmadığımı hiç hatırlamıyor olmam. Oysa sarhoş değildim, yüksük kadehte ikram ettiği portakal likörü sayılmazsa içki içmemiştim. Defterime yazdıklarım aklımdan mı geçti, yoksa anlattım mı, bilmiyorum. Ertesi gece Madamın değil, ait olduğum evin misafiriydim.
Altı yaşındaydım, hiç konuşmadan yemek yiyorduk. Masayı nedenini bilemediğim bir mutsuzluk kaplamıştı. Televizyonun siyah-beyazlığı ve tekdüze sesi bu keder havasına anlaşılmaz bir otorite katıyordu.
Yemekten sonra pencere açılmıştı. Sızan kömür kokusu ve titreşen tüller mutsuzluğu ağırlaştırıyordu. Bir gemi resmi çizmeye başlamıştım ki, geç oldu yat artık dediler. Yattım. Ertesi sabah beni erkenden kaldırdılar, giydirdiler, kahvaltıya oturttular. Annem babam ve dayım, bana, annem babam ve dayım olmadıklarını, ablam eniştem ve abim olduklarını söylediler, birazdan babamı görmeye gideceğimi.
Karaköy iskelesinde bekliyordu babam, çok sigara içiyordu, börekçiye götürdü beni, süt içip kıymalı kolböreği yedik.
Ablam bu konuyu konuşmaya çoktan alışmıştı, köprülerin altından çok sular akmıştı.
Senin babamla pis bir otelde kaldığını düşündükçe sinir krizi geçiriyordum dedi, yıllar sonra aklına gelmiş küçük oğlu, babası değil miymiş, görmek hakkıymış...
Otuz sene geçti üstünden, unutamadın gitti dedi eniştem.
Çekip gittiğinde daha kırkı çıkmamıştı çocuğun dedi ablam sevgiyle beni işaret ederek.
Bu sevgi işaretini havada yakaladı eniştem, iyi ya, böylece bizim oğlumuz oldu dedi.
Ablamın yüzü gölgelendi yine, doğuramamış kadın yüzü oldu, eniştem ablamın çoktan annem olmuş yanağını öptü. Bu öpüşle ablam bir an gençkızlaştı, ansızın parladı sonra.
Hâlâ hayret ederim dedi, hiç üzülmedin gerçek annen baban olmadığımıza, koşa koşa gittin babanı görmeye...
Koşa koşa gitmedim dedim, siz götürdünüz.
İnsaf dedi eniştem ablama bakarak, altı yaşındaydı çocuk.
Yine aralarındaki temel konu oldum, onları birbirlerine bağlayan, sevmekte yarıştıkları varlık. Garip bir sevgi bu içinde yüzdüğüm diye düşündüm, saf, içten, çok, ama yine de yerinde olmayan bir şey var.
Babamızın çöküşüne geldi sıra. Kundaktaki beni, nişanlı ablamı, lisedeki abimi terkedip birlikte yaşamayı seçtiği genç kadının evimizin tapusunu üstüne geçirtince babamızı nasıl da bir tekmede dışarı attığından, ardından evlendiği kadının aslında iyi bir insan olduğundan söz ettik yine. Ablam daima zevk almıştı bunu konuşmaktan, böylece hayatın adaletine inanıyordu.
Asla affetmedim babamı dedi. Bin kere söylemişti bunu.
Ama ziyaretine gidiyordun dedim. İlk defa söylediğim bu söze kırılmasından korktum bir an. Kırılmadı.
Çok yaşlanmıştı dedi, parkinsonluydu, eli ayağı tutmuyordu.
Olsun dedim, gidiyordun ya.
Gözlerime bakamaması hoşuma gidiyordu dedi ablam.
Babamızın ölümünden sonra görmediğimiz o iyi kadının, hâlâ hayattaysa eğer, babamızın maaşını almakta olduğunu birbirimize hatırlatarak rahatladık yine. Söz abime geldi, telefon etmiş, yaz tatilinde buraya gelecekmiş. Telefonda eniştemle yine uzun uzun İngilizce konuştuğu için çok kızmış ablam.
Amerika’ya yerleştim diye dilini unutur mu insan dedi, sen nesin o zaman?
Diyecek bir şey bulamadım. Geç oldu dedim. Kalktım.
Ablam bizde kal, odanda yat diye tutturdu yine.
Çocuğu rahat bırak dedi eniştem.
Eve kadar yürüdüm, serindi hava, ama gökyüzü yıldızlıydı, geniş kaldırımlarda geniş adımlar atmanın tadını çıkardım. Evime geldiğimde Madamın pencerelerine baktım, hafif bir ışık sızıyordu. Çok geç olmadığı halde yattım. Madamı düşündüm. Ellerinden bileklerine, elmacık, köprücük kemiklerine atlayan tuhaf görüntüler geçiyordu gözlerimin önünden, garip bir kemik aşkı. Madamı neden bu kadar sık düşündüğümü düşündüm.
Yazmaya başlayınca gelişigüzel satırlar yazmakla yetinemeyeceğimi, yazdıklarımın kendine ait bir evren kazanmasını şiddetle istediğimi farkettim. Kelimeler bana hâkim olmaya kalkıştıkça, ben onlara hükmetmeye çalıştım. Endişe ile haz birbirine dolanıp beni kovalamaya başladı. Defterin iki yüzü arasında gidip geldim kovalandıkça. Ablamın pudra kokan yumuşak göğsü, anaç ellerinin alnımda gezinişi, ya da sedef eller ve bilekler. Kollarının omuzlarıyla birleştiği yere, ardından göğüslerine her gelişimde dayanılmaz bir kucak arzusu duydum, beni dertop edip içine alacak, kendi varlığına kaynaştıracak bir kucak. Anlaşılmaz bir karşıtlıktı bu, kemik ve kucak.
Anneniz döndü mü diye sordum gözlerimi kucağında duran ellerinden alarak.
Dönmedi dedi.
Onu sever miydiniz?
Babamı severdim, ama erken öldü, denizde.
Kocanız değil miydi dedim, kayalıklardan denize atlayıp ölen?
Ben hiç evlenmedim ki dedi.
Ya Kuzguncuk’taki yangın, Nesim’in iki oğlu, çatı çökerken duyulan korkunç çığlıklar?
Öyle bir şey olmadı.
Soğuk-gri manzaralar müziği çalıyordu, siyah-beyaz televizyon yine açıktı, bir otomobil uçurumun kenarına gelip durdu, içinden bir adamla bir kadın indi, tartıştılar. Gözümün ucuyla baktım, aşağı atlayan olmadı.
Bir hayata nasıl olur da önemsizlik denebilir dedi.
Sehpanın üstünde duran kitaba baktım: –Kendi hikâyesi, ama anlatıldığı gibi değil.– Kedi geldi yanıma oturdu, çenesini dizime koydu.
Belki tam aksini anlatmak istemiştir yazar dedim.
Belki, dedi. Gülümsedi sonra, sizi sevdi dedi kediye bakarak.
O kış kaloriferler yanmamış. Baba kız Nesim’in getirdiği sobayı her yakışlarında onu anarlarmış. Bir dahaki kışa kadar görmemiş Nesim’i. Arada bir hatırlarmış derbederliğini, suç gibi taşıdığı güzelliğini. Sonra bir gün okulun kapısında karşılaşmışlar. Birkaç kere daha karşılaşınca bunların tesadüf olmadığını anlamış Madam. Okulun dağılma saatinde Nesim’in hep civarda bir işi oluyormuş. İlk karşılaşmada merhaba, merhaba, o kadar. İkincide biraz yürümüşler beraberce, babasının arkadaşıyla kısa bir yürüyüş, hepsi bu. Üçüncüde şurda oturup bir şeyler içsek demiş Nesim. Derken sık sık okulun kapısında bekler bulmuş onu, gözlerinde kucaklanmak isteyen bir hayvan bakışı.
Peki ya Belgin dedim.
Belgin kim dedi.
Hikâyede anlatılan kız.
–Bir gün herkes kendisi olsun.– Annesi dönmeyince, Madamın gururlu babası iyice içine kapanmış. Sabah ayak seslerini bile duyurmadan usulca işine gidiyor, akşam karanlıkta geliyor, kızıyla ilgilenmeden odasına çekiliyormuş. Bir defasında kapı aralığından bakmış babasına. Yüzükoyun yatıyormuş, kollarıyla başını sarmış, bir darbeden korumak ister gibi.
Bir gün Nesim’e, babamla bir konuşsan demiş, toparlasa artık kendini.
Yapamam demiş Nesim, yüzüne bakamam.
Madamın liseyi bitirdiği yaz adada kayalıklardan denize atlamış babası. Boynu kırılmış. Sözde kaza. Madam annesinin oturmayı reddettiği evde bir başına kalmış. Zengin bir adamla çoktan evlenmiş annesi. Oğlunu kolejde okutuyormuş. Arada bir telefon ediyormuş, sana bıraka bıraka iki uyduruk daire bıraktı baba dediğin adam diyormuş, yanıma taşın, sat şu pis apartmandaki daireleri. Hayır diyormuş Madam, ben böyle iyiyim. Kardeşin reşit olsun her şeyi sattıracak, kalacaksın ortada diyormuş annesi, gelirsin kapıma o zaman.
Babası ölünce hayatı Nesim ve başka şeyler diye ikiye ayırmış Madam. Yıllarca böyle sürmüş. Ama Nesim’in hayatı sen ve başka şeyler diye değil, karım- büyük oğlum- küçük oğlum- evim- işim- sorumluluklarım- sen ve başka şeyler diye yığınla parçaya ayırdığını, parçaların da parçalara bölündüğünü, sonra küçük parçaların da bölündüğünü, o zaman hayatın elinden kum gibi akıp gittiğini anlamış.
Böylece yıllar geçti dedi, pencerenin önünde Nesim gelecek diye bekleyerek.
Anlayamıyorum Madam dedim, onu yıllarca mı beklediniz?
Ama hep geldi dedi, geldi, biraz kaldı, gitti.
Sonra ikimiz de dalgınlaştık. Gri-soğuk manzaralar müziği içimi üşütüyordu. Kollarımla kendimi sardım, Madama baktım, o an aşk ile anne arasında bir yerdeydim.
Paçi kucak arzusu duyardı dedim.
Kediniz mi?
Köpeğimiz. Tüyleri griydi, maviye çalardı, yıkanınca farketmiştik. Çocukların elinde oyuncak olmuştu, çamur içindeydi, boynuna bağladıkları sicimin yeri kanıyordu.
Boyun çok nazik bir yerdir dedi, boynu kırılan ölür.
Paçi korkudan acıdan açlıktan titriyordu. İnsan bir köpeğin gözlerinde ölümcül bir umutsuzluk görebilir mi, ben gördüm. Sanki intihar etmek istiyordu. Köpeklerin intihar etmek istediklerini, hatta ettiklerini, kendilerini balkondan attıklarını ya da ölüm orucuna girdiklerini okumuştum, köpekler böyle şeyler yapıyordu.
Bir kış akşamı eniştem işten dönerken çocukların yavru bir köpeği boynuna bağladıkları ipten tutup sürüklediklerini görmüş. Köpeği çocukların ellerinden almış. On beş-on altı yaşındaydım, odamda kitap okuyordum. Ablamın sesini duydum, sokmam eve, aldığın yere bırak diye bağırıyordu. Merak ettim, kapıya gittim. Ablamın köpekle göz göze geldiği âna tanık oldum. Köpek ölesiye umutsuz bakıyordu. Sanki ölmek nedir biliyordu. Ablam bu ölmeye hazır bakışın büyüklüğüne yenildi, köpeği birden kucakladı. Uğultulu bir sesle ağlayarak banyoya götürdü, küvete soktu, yıkadı. Sütte bisküvi ezdi, önüne koydu, hayvancık sütü içerken dönüp dönüp bize bakıyordu. Paçavra koyalım adını dedi sesi titreyerek, madem evimize pis bir paçavra gibi geldi. Ama hiç Paçavra diyemedik, Paçavra deyince gözlerindeki ölümcül umutsuzluğu hatırlıyorduk.
Ertesi gün Paçi’yi sütünü bitirdikten sonra ablamların yatak odasındaki koyun postunun üstüne yatmış bulduk. Kucak arzusu duymuştu. Tıpkı bir anne kucağı gibi burnunu postun tüylerine sokuyor, kokluyordu. O günden sonra post onun oldu. Paçi yıllarca her süt içişinden sonra gidip posta yattı. Sonra çok yaşlandı, ama yine de posta yatıp burnunu tüylere gömdüğünde bize yavru gibi görünüyordu. Ölünce postla birlikte gömdük, ormanda, bir ağacın altına.
Demek öldü sonunda dedi Madam.
Öldü dedim, ablam çok ağladı, çocuğu gibiydi.
Madamın kucağına başımı koyabilseydim ruhumda ne tazelenirdi acaba. Geç oldu dedim, ben gideyim artık.
Evime gittim, üstüm başımla, yüzükoyun yatağa uzandım. Bitişik dairedeki genç şarkı söylemeye başladı: ağladıkça... ağladıkça... ağladıkça... Sözlerin gerisini anlayamadım, ama sesindeki ıstırabı hissettim.
Bir gün herkes kendisi olsun dedim öğlen yemekte.
Ne dedin dedi eniştem.
Bir şiir dizesi dedim, bir gün herkes kendisi olsun.
Dalgınlaştı eniştemin yüzü, kolay değil dedi, öyle insanlar var ki kendisi olamadan ölüp gidiyor.
Kim mesela dedim.
Ne bileyim dedi, herkes... herkesin bir kendisi var, bir de olmak istediği kendisi. Kimi kendisi olmayı, kimi olmayı istediği kendisi olmayı istiyor, karışık bir mesele yani.
Eniştemin de derininde başka biri var diye geçti aklımdan.
Akşamüstü ablam uğradı büroya, yeni başlayan mimar kızla konuştuğunu gördüm.
Ne şirin kız değil mi dedi.
Öyle dedim, çok şirin.
Köfte yaptım sana dedi, camları sildirdim, perdeleri de yıkattım, evin tertemiz oldu.
Sağol abla dedim, senin hakkını nasıl öderim bilmem.
Ne hakkıymış dedi, annenim ben senin.
Akşam merdivenlerde Madamın kardeşiyle karşılaştım.
Ablamla ilgilendiğiniz için çok teşekkür ederim dedi, çok yalnız ablam, ben de yetişemiyorum, iş güç malum... yazar olduğunuzu söyledi, hayatını yazıyormuşsunuz.
Değilim ama anlatamıyorum bir türlü dedim.
Gülümsedi, olsun, ne zararı var ki?
Bir şey demedim, minnettarlıkla gülümsüyordu.
Ama sizi rahatsız ediyorsa konuşurum ablamla dedi.
Hayır diye atıldım, rahatsız ettiği falan yok.
Hikâyesinin kitaptaki hikâyeyle kesiştiği yerin Nesim’in adından ibaret olduğundan emin olduğum gece, Madam, hayat yazıldığı gibi olan olmalı dedi, yaşanan geçip gidiyor ne de olsa, hiçbir şey kalmıyor geriye.
Anlıyorum dedim. Ama ne anladım, hâlâ bilmiyorum.
Gecenin hangi saatinde geleceği hiç belli olmazmış Nesim’in, ansızın çıkar gelir diye evden dışarı adımını atmazmış Madam, şu koltuk yıllardır böyle pencerenin önündeymiş, gözünü yoldan ayırmazmış. Öyle güzel adammış ki, onu sokakta önüne düşen gölgesinin güzelliğinden tanırmış. Şu taraftan, karşı kaldırımdan gelirmiş, durup pencereye bakar, sonra sessizce eve girermiş. Yanardağ gibiymiş. Gelir, patlar, taşar, yakar, gider, bir süre görünmezmiş.
Kendinizi kaybedecek kadar nesine bağlandınız dedim birden.
Sesim çatallandı. O an içimde kıskançlığa benzer bir duygu kıpırdadı, olduğumdan daha erkeksi bir hal takındığımı, yüzümün yandığını hissettim. Kemik elini uzattı, yanağıma dokundu, çok kadındı. Bir dokunuşla yatıştım.
Hiç düşünmedim dedi, varlığı yetiyordu.
Uzanıp elini tutmuştum, tam öpecektim ki bir gürültü duyduk. Sokakta kaza oldu. İki otomobil dört yol ağzında çarpıştı. Farları şangırtıyla dağıldı. Sürücüleri indi, kavga başladı. Madam elini elimden çekmiş, pencereden bakıyordu. Polis geldi. Sürücüleri ayırdı, birini polis arabasına bindirdiler ite kaka. Gürültüyü herkes duymuş, pencereler açılmış, başlar uzanmış dışarı, sokağın olağan gece görüntülerinden biri, kimi sıkıldı uykusuna döndü, kimi devam etti seyretmeye. Madamın omzunun üstünden baktım biraz, kürek kemiklerini göğsümde hissettim. Çekildik pencereden.
Sizi çok tuttum bu gece dedi.
Olsun dedim, güzeldi anlattıklarınız.
Eve girerken bitişik dairedeki genç çıktı karşıma, siyah bornozunun yakası göbeğine kadar açıktı, evinden tütsü kokuları geliyordu yine. Baktım, teni pürüzsüz, gözlerinde belli belirsiz bir kalem izi, mahzun hatta elemli bir ifade.
Kavga mı var dışarıda dedi, benim evden görünmüyor da, merak ettim.
Kaza dedim, yukarıdan gelen bir araba bizim sokaktan geçene vurdu.
Boş bir an yaşadım, zaman durmuş gibi, çocuk umut verecek bir şey diyeyim diye bana bakıyordu, ben söyleyecek bir şey bulamıyordum.
İyi geceler dedim sonunda.
Aynı boşluk hissiyle içeri girdim, kapıyı kararsızlıkla kapattım, ortalığı dinledim. Çocuk bir süre bekledi, sonra kapısını yavaşça kapattı. Banyoya gittim. Aynada yüzüme baktım. Tezat taşıyan yüzüme. Tam duşa girecektim, sokaktaki gürültü birden azdı gene. Sürücüler küfürleştiler herhalde, polis bağırdı çağırdı, anlaşılmaz sesler, sonra bir araba homurtusu. Çıktım banyodan. Yatağa yattım, dizlerimi karnıma çektim, kapandım. Çocuk güzel sesiyle aynı şarkıya başladı: Ağladıkça... Yirmi beş yaşında bile değil. Madam annem değil. Madam sevgilim değil. Madamın aklı başında değil. Ablam annem değil. Eniştem babam değil. Abim dayım değil.
Ne zaman hikâye kaydı ya da ben ne zaman kaydım, bilmiyorum. Yaşandığı gibi değil, yazıldığı gibi olansa hayat, bu işte.
Şu mimar kızı da çağırsana öğle yemeğine diyordum enişteme içim buz tuttuğunda.
Adı Şirin diyordu eniştem her seferinde üstüne basa basa, mimar kız değil.
Ama çağırıyordu, o da koşa koşa geliyordu, enişteme Siz diyordu, bana hiçbir şey demiyordu, çağırmasını istediğim halde başımı kaldırıp kızın yüzüne bakmak içimden gelmiyordu, kız kremşantili çilek seviyordu, yaz gelsin diye bekliyordu, cumartesi günleri muhakkak sinemaya gidiyordu, her şeye seviniyordu.
Ablam da seviniyordu, beni yemeğe çağırıyordu, yemekte durmadan çıtı pıtı mimar kızdan bahsediyordu, o mimar kızdan bahsettikçe gerçeklik hükmünü kaybediyordu, çıtı pıtı mimar kız gülünçleşiyordu, ben Madamı özlüyordum, elimdeki kadehi masaya bırakıp kalkıyordum.
Bağışla beni abla diye mırıldanıyordum, evime dönüyordum.
Ablam neden diyordu, neden bağışlayayım seni? Endişeleniyordu. Enişteme, ağzını ara neymiş derdi öğren diyordu.
Eniştem, neyin var oğlum dedi bir gün.
Yok bir şey enişte dedim, acılezzet, bir tür melankoli, geçer.
Kadın evli mi dedi.
Güldüm.
Sonra ansızın yaz geldi. Ona gittiğim son gece sesi yine kapalı olan televizyonda, bir tiyatro kulisinde geçen iki kişilik bir film oynuyordu, bildiğim bir filmdi. Öyle sıcaktı ki hava, siyah deri şahane kanepe gömleğimi geçip sırtıma yapışıyordu. Madam portakal likörü ikram etti yine. Kokusunu çok seviyordu bu içkinin, evinde başka içki bulundurmuyordu. Bir dikişte içtim. Bir daha doldurdu, onu da içtiğimi görünce şişeyi sehpanın üstüne bıraktı.
Bu dengesi bozuk hikâyenin içinde ben de dengemi kaybediyorum dedim içimden. Mimar kızı düşünmeye çalıştım, kızın güzel ellerini hatırladım, hatırladıkça yumuşadı elleri, jöleleşti, ellerime yapıştı, yapış yapış bir görüntü oldu. Ellerimin çok terlemiş olduğunu farkettim, pantolonuma sildim. O sırada bir sarhoş, ulan kaltaaak! diye bağırmaya başladı dışarıda. Pencereden baktık. Elinde bir sopa vardı, apartmanın demir kapısına güm güm vuruyordu, ulan Allahsız kaltak! diye bağırıyordu. Ben yaşlardaydı, sokak lambasının altında duruyordu, kapıya vuruyor, sonra geri çekilip pencerelere bakıyordu, beyaz gömleği terden sırılsıklam olmuştu. Üst kattan bir şişe atıldı, yerde parçalandı, sonra bir daha. Bir kadın sesi, defol Allah belanı versin! diye çınladı. Biri geldi adamın koluna girdi, sonra polis sireni duyuldu. Madama dokunmak istiyordum, yapamıyordum. Derken sessizleşti ortalık.
Madam içeri gitti, kadehimi doldurdum, içtim. Kaybolduğu karanlık koridora baktım. Elinde bir yığın kartpostalla geldi.
Bir gün bir gemiye girdi, çekip gitti dedi Nesim için, her gittiği yerden kart attı, bu Porto Allegre’den, bu Trablus’tan, bu Lizbon’dan, bu Odesa’dan, bu Buenos Aires’ten, bu Selanik’ten... beni bırakabilmek için her şeyi bıraktı, karısı aynı bu sarhoş gibi dayanırdı kapıya, iki oğlunun ellerinden tutmuş, kocam nerde kaltak! diye bağırıyor, perdenin arasından bakardım, çocukları ağlayarak yalvarırlardı anne gidelim n’olur diye.
Şimdi nerde dedim.
Bilmiyormuş. En son on beş sene evvel bir kart gelmiş, adressiz, puluna bakılırsa Amerika’dan. ‘Yerleştim’ yazıyormuş sadece.
Çok mu büyüktü aşkınız dedim.
Hayır dedi, ikimiz de çok yalnızdık.
O gece, tutmayı başardığım elleri öpmeyi başaramadım. Bana engel olan şey ne diye düşündüm. Madamın kucağıyla aramda ne var? İlişkimizdeki gerçekdışılık duygusu muydu beni bundan alıkoyan? Hâlâ bilmiyorum.
İçimde bir ölü soğukluğuyla eve döndüğümde telefon çalıyordu. Açtım. Ablam.
Bak sana kimi veriyorum dedi.
Yıllardır görmediğim abimin aşırı neşeli sesini tanıdım.
How are you maaan dedi, içimde bir yer acıdı çok.
Kalk gel diye tutturdular, gecenin bir vaktinde kalktım gittim. Balkonda oturuyorlardı. Bir viski şişesi yarılanmış. Abim yalnız gelmiş, Amerikalı karısı yeni iş kurmuş olduğu için gelememiş, böyle bir zamanda işleri bırakması doğru olmazmış.
Üstünde blucin vardı, beyaz fanila, saçları hâlâ gür, şişmanlamış, gözlük takıyor, günde iki kere tıraş oluyormuş, böyle alışmış yıllardır, sigarayı bırakalı çok olmuş, sadece özel günlerde puro içiyormuş, o da tek bir tane, büyük kızı evleneli on seneyi geçmiş, torunu yedi yaşına basmış geçen hafta, küçük kızı Houston’da hemşireymiş, bekârmış, evet hâlâ Lake Charles’ta oturuyorlarmış, hâlâ petrol işindeymiş, hayatından çok memnunmuş, bana bir sürprizi varmış, bir tatil köyünde rezervasyon yaptırmış, gidecekmişiz, erkek erkeğe tatil yapacakmışız.
Kurduğu hayali bozmayayım dedim, hem sıcak kum belki bana da iyi gelir. Küçük bir valiz aldım yanıma, eniştem arabasını vermek istedi, ama abim steyşın bir araba kiraladı. Otoyola çıktık, abim daha yolun başında radyoda bir kanal buldu, Portofino, Strangers in the night filan çalıyordu sabah sabah, donanma radyosu, Gölcük civarındaydık, daha önce yaşamadığım bir yabancılık hissettim kapladığım küçücük yerde, abime baktım, yıllar önce babamı defterden silip giden abim, teni bile değişmiş, incelip pembeleşmiş bir adam, matruş, gerdanı iki kat, saçları kısa bir adam, petrol işinde bir adam. Kanım neden hissetmiyor bu adamın abim olduğunu?
Akşam tatil köyüne vardık, duşa girdim, çıktım, giyindim. Abimin odasına gittim, beyaz fanilalıydı yine, bol bir keten pantolon giymiş, giysilerinde, duruşunda hoş bir gevşeklik vardı, kontrol edip arka cebine koyduğu cüzdanı ise hayatının hard disc’i, sıkı, düzenli, dolu, kalbi orada atıyor, cüzdanındaki kimliğinde. Tıraş losyonunu sürdü, kendine bir göz attı aynada.
Hadi inelim dedi, Rus kızları İngilizce biliyor mu?
Türkçe biliyorlar dedim, merak etme.
Yemeğe oturduk, rakı içerken yüzünü buruşturuyordu. Niye rakı içiyorsun ki dedim, sevmiyorsun, belli.
Gülüyordu, her şeyden hoşnuttu, gözleri yuvarlanan misketler gibi, genç kadınların vücutlarında ordan oraya dolaşıyordu. Arada İngilizce konuşuyor, İngilizce davranıyordu, pervasızca takılıyordu kadınlara, ilgi görüyordu. Türk gecesiymiş o gece, abimin içindeki Türk sahneden inmedi, Rus kızlarının dillerinde kırık bir Türkçe, bütün sesler dokuz sekizlik. Elleri müstehcen bir şekilde bir kızın belindeydi, işaret ettim, hadi bana eyvallah, ne bu durgunluk anlamına gelen bir işaret yaptı. Gidip yattım.
Birkaç gün kızlarla iyi vakit geçirdi, havuza girdi çıktı durmadan, her şey dahil tatil köyü, akşamüstü biraları, gece çorbaları filan, sonra bir durgunluk çöktü üstüne.
Ben dedi, çok iyi olacak sandım, niye olmuyor?
Döndüğümüzde, Madamın iki gün önce öldüğünü öğrendim. Kalbi durmuş. Kedisi durmadan kapıyı tırmalayınca kapıcı huylanmış, kardeşine haber vermiş. Bulduklarında berjer koltukta oturuyormuş, oturur vaziyette katılaşmış, televizyon yine açık, sesi kapalıymış. Kardeşiyle karşılaştım merdivenlerde, çok üzgün ama bir o kadar da rahatlamış görünüyordu. O anlattı ayaküstü. Nedense şaşırmadım, ama büyük bir boşluk yerleşti içime, sanki içinde kaybolduğum gerçeküstü bir film bitmiş de gerçekliğe alışamıyorum bir türlü, böyle tuhaf bir duygu.
Bir kitap vardı dedim, onu alabilir miyim?
Tabii dedi, istediğiniz başka bir şey varsa...
Sadece kitap, diyordum ki bitişik dairedeki genç merdivenlerden indi, yanımızda durdu. Koyu bir makyaj yapmış, gözalıcı şeyler giymiş. Madamın kardeşi şaşırdı.
Başınız sağolsun dedi adama. Sonra bana döndü, gözlerinde yine o elemli ifade, bir gece kulübünde programa başladım dedi, beklerim diyeceğim ama, size göre bir yer değil.
Madamın kardeşine gülümsedi, öper gibi, merdivenlerden indi, kayboldu.
Bu hep böyle miydi dedi Madamın kardeşi hayretle.
Sesi çok güzel dedim.
Abim sözde birkaç ay kalacaktı, ama iki hafta sonra, ben Amerika’ya döneyim en iyisi dedi. Kal mal dedikse de, ısrar etmedik pek. Birbirimize yabancılaşmış olduğumuzun hepimiz farkındaydık. Abimin yüzü ufalmıştı, gözlerinin altı kararmıştı, ancak Amerikalı karısıyla telefonda konuşurken canlanıyordu hatları. Havaalanında garip bir ruh hali içindeydik, bu yabancılaşmanın suçlusu bizmişiz gibi sinirliydi abim.
Ne diye Amerika’ya gittin sanki dedi ablam. Sesindeki gergin tını içimi ürpertti, bak nasıl da koptuk gittik, dağıldık. Gözleri yaşardı birden.
Saçma bir kavga çıktı abimle aramızda. Suçlular, küskünler, yenikler hayata sıfırdan başlamak için hep Amerika’yı seçiyorlar dedim, Nesim’i hatırlayarak, Yeni Dünya’yı.
Birden, ne diyorsun ulan sen diye bağırdı, kim suçlu, kim yenik?
Küskünü atladı. Yüzü kıpkırmızı oldu, çenesi titriyordu sinirden, üstüme yürümeye kalktı, ablam araya girdi, delirdiniz mi siz ne yapıyorsunuz diyerek.
Sana iyi yolculuklar dedim.
Yürüdüm. Arkamdan fuck! dediğini duydum, eniştem yapma etme diye tutuyordu abimi, döndüm gülümsedim, el salladım.
Bir daha gelme dedim.
Sana mı soracağım piç! diye bağırdı.
Ablamla eniştem zorla içeri soktular abimi. Ben yürüdükçe yürüdüm. Bir gün herkes kendisi olsun.
Aşk hikâyelerime baktığımda, bunların aslında aşk değil korkularımı terbiye etme hikâyeleri olduğunu gördüğümü söyledim geçen gün enişteme. İri yapraklı çiçeklerle dolu serası olan bir lokantada yemek yiyorduk.
Nasıl korkular diye sordu.
Mesela meme korkusu diyemedim, yakışık almazdı, ben hiç emzirilmemiş bir çocuğum.
Mesela sevilmeme korkusu dedim, bir kadını sevmekten vazgeçebileceği sınıra kadar zorlarsın. Sınırı hissettiğin anda sevmekten vazgeçen sen olursun.
Yüzüme uzunca baktı, ben bunları anlayamam, bir tek ablanı sevdim dedi.
Nasıl olur da bir tek ablamı seversin dedim.
Bilmem dedi, benim annem de ben çok küçükken ölmüştü, belki ondandır.
Farkında mısın enişte dedim, sen ve ben onun iki oğlu olduk aslında.
Ama o anne olamadı dedi, aynı şey değil.
Garson kahveyle konyak getirdi, güzel kokuyordu kahve.
Neydi senin şiir dedi, bir gün ne olsundu?
Herkes kendisi olsun.
Mart 2004
Neden bu öykü?
Tek bir öykümü seçmem gerekse Evvelotel’de yer alan “Acılezzet” olur.
Adı, melankoli anlamında ürettiğim acılezzet sözcüğüyle müsemma olan bu öykü bilinçdışı ile metin arasındaki gizemli ilişkiyi, insanın karanlık doğasını ya da var olmanın açıklanması güç yanlarını metnin içinde ve kendi varlığımdan tümüyle bağımsız olarak çok güçlü bir biçimde hissettiğim ilk ve tek öykü oldu. Yazmanın en büyüleyici en şaşırtıcı haliydi bu. “Acılezzet”ten beri, her metinde insanın o karanlık doğasını keşfetme halini umutsuzca arıyorum. Bazen yakınlaşıyorum, bazen hiç ele geçiremediğim oluyor. Bu anlamda “Acılezzet” benim için biricik deneyimdir. Bir diğer neden de öngörmediğim kadar koyu metin olması. Bir metne başlamadan önce zihnimde beni meşgul eden bir ruhsal hal, geçişlerini belli belirsiz hissettiğim bir akış olur. Buna çoğu zaman müzik diyemeyeceğim, ama başka ne diyeceğimi de bilemediğim tarifsiz bir tını eşlik eder. Metin bittiğinde genellikle kaybolur, metnin kendine has müziği ortaya çıkar. Ama “Acılezzet” zihnimdeki müziğin daha da koyulaşmış hali olarak ortaya çıktı.