Tren Hangi Yöne
“Tren Bornova yönüne gider”
Her duraktan sonra kulağımda yankılanan bu mekanik ses, hayatımdaki tekdüzeliği çoğaltıyor. Tren yeraltı karanlıklarında müthiş bir hızla ilerliyor. Ara sıra zayıf bir ışık aydınlatıyor dehlizi. Toprağın altında olma düşüncesi dehşetle dolduruyor içimi. Günışıklı dünyanın yukarıda, çok yukarılarda kaldığı gerçeği karşısında ruhumu saran o ürperme; o çok eski, çocuksu korku…
Daha beş- on dakika önce Saat Kulesi çevresinden Körfez’i, limandan ayrılan gemileri, iskeleye sokulan yolcu vapurunu seyrediyor; rüzgârlı maviliklerin yüzümü ılık ılık okşayışını, saçlarımın arasında sessizce dalgalanışını duyumsuyordum. Deniz rengi olmuştu gözlerim. Her yer maviye kesmişti bu uzun yaz gününde. İçimde açık pembe bir sardunya çiçeklenmişti.
Yeraltı trenine bindiğim andan beri tüm mavilikler soldu, ışıklar yapaylaştı birdenbire. O pembe sardunyadan eser yok şimdi yüreğimde.
“Tren Bornova yönüne gider”
Hiç kimse konuşmuyor; günün yorgunluğuyla dolu bedenler sıra sıra dizili koltuklara çakılmış durumda. Tren arada bir o yeraltı duraklarına uğradığında başka birileri giriyor içeri; içeride oturanlardan bazılarının da güçlükle kendilerini dışarı attıklarını görüyorum. Yüzler donuk, ifadesiz. Toprakaltında... Bu denli uzun ve karanlık değildi bu tünel. Bitmek bilmiyor bir türlü. Bugün nedense beni yadırgatıyor her şey. Tren o müthiş hızın içinde durmaksızın ilerliyor, hiçbir yere uğramaz oluyor artık. Başka duraklar da yok muydu yolumun üzerinde? Bu sonu gelmeyen akış beni nereye alıp götürüyor?..
Birden ışıklar sönüyor. Mutlak bir karanlık kuşatıyor hayatımı. Sanki bir şeyler sona eriyor; buzdan kılıçlar kesiyor yüreğimi. Yolun sonundaki ışığı görmeyi, ona kavuşmayı istiyorum. Ne zaman, nerede bitiyor bu karanlık tünel? Korkuyorum anne… Bir hücreye hapsedilmiş durumdayım. Duvarlarla konuşuyorum. Yavaş yavaş üzerime eğiliyor ve aniden kapanıveriyor duvarlar. Varoluş kapanı… Soluksuzluk... Boğuntu… Dışarıdan anlaşılmaz birtakım sesler geliyor. Acının ve şiddetin çığlıklarını duyuyorum. Zincir sesleri, anahtarlar, kelepçeler-- makaslar, pensler, anlaşılmaz fısıltılar… sonrasında güçlü bir basınç… Ellerimle kulaklarımı kapatıyorum ama sesler işitiyorum yine. İçimi tırmalayan çığlıklar bir bebeğin ağlamasına dönüşüyor… Ses çok yakından geliyor; çünkü ben ağlıyorum…
Doğuyorum kanlar içinde… Doğuruyorum ya da.
“Tren Bornova yönüne gider”
Farkındalık içindeyim ama bir türlü uyanamıyorum. Bu karanlık ve acıtan kâbusa nasıl son vereceğimi bilemiyorum. Bütün bilincim çaba harcıyor, zorlanıyor. Bu kara delikten, bu kâbuslar tünelinden çıkmak istiyorum artık.
Tünel bitmek bilmiyor…
Karanlık koyulaşıyor yeniden.
Cadılar süpürgeleriyle dans ediyor karanlığın gözünde. İnsan iskeletleri takırdıyor çevremde. Kurukafayla oynuyor mezarlıktaki Hamlet. Korkunç kahkahalar, feryatlar çoğalıyor gecenin en koyu noktasında. Yoğun bir duman yükseliyor canhıraş çığlıklara tutunarak. Görünmeyen bir el, enseme dokunuyor. İnanılmaz bir ürperme yayılıyor sırtımdan aşağı; buz gibi bir korku, karın kaslarımda yoğunlaşıyor. Art arda açılan kapkara demir kapıların metalik seslerini duyuyorum. Demir raylarda hızla, büyük gürültülerle ilerliyor vagon. Bir geceden öteki geceye geçiyorum. Dehşet veren yüzüyle Frankenstein yolumu kesiyor, üzerime doğru geliyor. Yarasalar uçuşuyor çevremde. Birden kardeşime sarılıyorum korkuyla; vagonda onun da olduğunu anımsıyorum. Birbirimize sımsıkı sarılıyor ve çığlıklar içinde tünelden çıkıyoruz. Bir kara-masal ülkesinden yeryüzüne gelmiş gibiyiz. Derin derin soluk alıyoruz. İçimiz rahatlıyor. “Ne korku tüneliymiş!” diyoruz sonra, o çocuk kahkahalarımızla gülerken… Birlikte atlıkarıncaya yürüyoruz. Dönme dolap uzaktan çağırıyor bizi. Işıklar içinde Fuar. Sesler, renkler, yanıp sönen neon lambaları, gürültülü bir müzik eşliğinde dönen, savrulan lunapark oyuncakları…
“Tren Bornova yönüne gider”
Albümdeki o siyah beyaz fotoğraf canlanıyor gözlerimin önünde. Atlıkarıncada, tahta bir atın üzerindeyim. Kolumda hasırdan yapılma minicik süslü çantam ve üzerimde kabarık kısa etekli elbisemle tam bir küçük hanımefendiyim. Saçlarım kıvır kıvır. Annem ve babam yanı başımda gülümsüyorlar. “İzmir Fuarı, Nisan 1961” yazıyor bir köşesinde. Babam mavi mürekkepli dolmakalemle, o düzgün el yazısıyla işaretlemiş bu anıyı. Kardeşim henüz dünyada değil. Bense bir ay sonra ameliyat olacağım Behçet Uz Çocuk Hastanesi’nde. Başımda gözyaşlarıyla bekleyecek annemle babam. Uzun bir uykuda olacağım. Yaşamla ölüm arasındaki incecik çizgide yürüyecek, koşacak, seksek oynayacak o küçük bedenim. Bir sabah gün ışırken gözlerimi açıp gülümseyeceğim anneme. Narkoz tünelinde yitip gitmeyeceğim.
“Tren Bornova yönüne gider”
Uyanıyorum bir kez daha. Bu belki de son şansım. Ölüm adlı uykunun rüyası içinde yaşamak, katman katman kâbuslar görmek istemiyorum. Ne fazla ‘atak’ olmak istiyorum ne de fazla ‘panik’…
Tünelin ucunda nihayet güçlü bir ışık görünüyor; gün ışığı! Mavilikler gülümsemeye başlıyor. Yeraltından çıkıyoruz. En koyu yerinden yırtılıveriyor karanlık masal; ışıklarla doluyor yüreğim. Bilge bir selam gönderiyorum ölümün karasularına. ‘Ölüm de bu ışığın bir parçası; çünkü gölgeleri yaratan ışığın varlığıdır, diyor içimdeki binyıllık kadim ses.
Bornova’da trenden iniyorum. Metronun yürüyen merdivenlerinden yavaş yavaş yukarıya çıkarken gökyüzüne tırmandığımı düşlüyorum mavilikle. Yüreğimde pembe sardunyanın fısıltısını duyuyorum:
“Tren hayat yönüne gider”
* Bu öykü “Kadın Öykülerinde İzmir”; Hazırlayan: Yasemin Yazıcı, Sel Yayıncılık, 2009, içinde yer aldı.
Neden bu öykü?
İlk gençlik çağımdan beri insanın iç dünyasındaki o karanlık labirentlerde dolaşmayı, puslu, belli belirsiz bir gizemin ardına düşmeyi severim. Düşünme, düşleme ve öyküleme yoluyla bu labirentlerdeki çelişkileri ve karmaşayı biraz olsun gün yüzüne çıkarabilme çabasındayım.
İnsan, çok derin bir varlık ve bence ne varsa insanın içinde, ruhunda gizli. Evrensel hakikatin nüvesine ulaşmak, insandaki gizemlerin çözülmesiyle mümkün…
Bilinçaltı, karanlık bir “ortak bölge”. Tüm insanlığın evrensel ruhu orada şekillenip var oluyor. Karanlığın ve gecenin içinde yaşıyor en gizli, en derin gerçekler. Eski anlatılardan bu yana; yeraltı, mahzen, dehliz, tünel, kuyu gibi mekânlar, insanın/insanlığın bilinçaltını temsil eden yerler olarak düşünülür ve yorumlanır.
Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası’nda evlerde yerin altında olan mahzen gibi yerlerin içerdiği gizeme, çocukluğumuzdan itibaren bizi çeken gücün, bizi kendi ilkel korkularımızla yüzleştiren güç olduğunu söyler. Bachelard, “…mahzen öncelikle evin karanlık varlığıdır, yeraltı güçlerinden pay alan bir varlıktır. Mahzenin düşünü kurduğumuzda derinliklerin akıldışılığıyla uzlaşırız.” der ve şöyle devam eder: “Mahzende daha ağır, fareler gibi minik adımlarla yürümeyen, daha gizemli varlıklar kıpırdaşır.” Karanlık, insanlığın çok eski bir korkusudur; yeraltı karanlığı ölümü temsil eder. Mitolojinin ölüler ülkesi de yeraltındadır. İnsan için başat korku ölüm korkusudur. Bir çocuk, yeraltı karanlığındaki ilkel korkularıyla yüzleşip onları aştığında büyümeye adım atmış olur.
Metronun yeraltı karanlığında, toprak kokusunda, bir tren içinde yol almak da çocuksu korkularımızın ve bilinçaltı karanlığımızın içine dalmak demektir bir bakıma.
Bir gün yeraltı treninde hızla giderken panik atak krizi geçiren genç bir kız görmüş ve hemen yardımına koşmuştum. Bir süre sonra, onun gözünden, onun bakış açısıyla bir “metro öyküsü” yazmaya karar verdim. Yeraltındayken birdenbire iç dünyasının karanlıklarına, acı-tatlı tecrübelerine, yaşantılarına açılan bir kadın anlatıcının perspektifinden dile getirdim zihnimdeki öyküyü. Kadın anlatıcıya kendimden de bazı şeyler ekledim; öykünün geçtiği şehir olarak İzmir’i tercih ettim. Karanlık ama sonu umutla biten bir öykü olsun istedim.
Bilge Karasu’nun Dehlizde Giden Adam öyküsüne selam gönderdim öykünün sonlarına doğru. Karasu’nun öyküsünde, gecenin en koyu karanlığında, dehlizde ilerleyen adam, bir süre sonra mavi bir aydınlığın gülümsediğini görür; çünkü karanlığın sonu gelmiştir.
Ben de Tren Hangi Yöne öyküsünün sonunu ışığa ve aydınlığa bağladım. Çünkü umutsuz yaşayamıyor insan.
Toplumsal ve bireysel açıdan hayata tutunmak, ayakta kalmak, yürekte her an kanat çırpan umutla mümkün olabiliyor.
Öyleyse Mavilikle… Işıkla… Sevgiyle…
***
Hülya Soyşekerci 1957’de Aydın'da doğdu. İzmit- Darıca ve İstanbul’da büyüdü.1975’te Üsküdar Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Programcılığında okudu. 1982’de Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu.
İlk yazısı 1983’te Yazko Edebiyat dergisinde yayımlandı. O zamandan beri gazete ve dergilerde deneme, kitap tanıtımı, inceleme, eleştiri, günce ve öykü türlerinde yazılar yazmayı sürdürüyor.
Mart 2008’de, Yazarlara ve Yapıtlara Yönelik Okumalar (Kanguru Yayınları) başlıklı okuma günlüğü türünde bir kitabı yayımlandı. Savur Saçlarını Ege (Afrodisyas Yayınları) adlı ortak kitapta bir öyküsüyle yer aldı. Şubat 2009’da İzmirli Öyküler (Şenocak Yayınları) adlı kitabı Ferda İzbudak Akıncı ile birlikte hazırladı. Kadın Öykülerinde İzmir (Sel Yayınları 2009) ve Kadından Sakıncalı (Şenocak Yayınları 2009) adlı seçkilere birer öyküsüyle katıldı. 12 Eylül Sabahı (Heyamola Yayınları) adlı 12 Eylül anıları seçkisinde bir anısı ile yer aldı. (2010) Okuma Yolculukları (Pupa Yayınları)adlı edebiyat eleştirisi kitabı Nisan 2010’da yayımlandı. 2011’de yayımlanan Kızlar ve Babaları (Paradigma Yayıncılık)adlı kitaba bir anı yazısıyla katıldı. Mart 2011’de yayımlanan Bornova’dan Gün Rengi Sayfalar adını taşıyan yerel tarih-anı türündeki kitabı, Heyamola Yayınları’nın İzmir’im kitap dizisi kapsamında yer aldı.
Haziran 2012’de Mavi Harfler Atölyesi adlı bir edebiyat incelemesi kitabı Komşu Yayınları’nın Sıcak Nal dizisi kapsamında yayımlandı.
Üçrenk Seçki adlı metinler kitabını Eylül 2012'de hazırladı. (Notabene Yayınları) Üçrenk Seçki'de yazarların hiçbirinin gerçek ismi yer almadı; her yazar adını bir renge verdi. Kitapta sadece metinler ön planda yer aldı. "İsimsizce, edebiyata bir söz bırakmak için" alt başlığıyla çıkan kitap, ülkemizde bir ilk'i oluşturdu.
Son olarak, Ayşegül Çelik tarafından hazırlanan Alis Harikalar Diyarından Tüymüş Bulunuyor -Gülümseyen Kadın Öyküleri- adlı seçkiye bir mizah öyküsüyle katıldı. (Notabene Yayınları, 2013)
Hülya Soyşekerci halen basılı gazete ve dergilerin yanı sıra Edebiyat Haber sitesinde edebiyat ve kitaplar hakkında yazmaya devam ediyor.
Ayrıca Hayaller ve Harfler adlı kişisel blogunda sanat ve edebiyat yazıları yazıyor: http://sanatedebiyatsitem.blogspot.com