Tik-tak. İki siyah kol. Üst üste. Titreşen. Duvardaki saatte. Saatin beyazında. Siyah ceket giymiş bir adam. Kollarını havaya kaldırmış. El sallıyor. Cama yapışmış bir ay. Neredeyse bütün gökyüzü. Yandaki odada Aliye uyuyor. Ağzı. Sarı, pis kokulu. Saçları yastığın üstünde dağılmış. Saman yığını. Tarla cadısı. Tik-tak. Dalları kestane ağacının. Arada bir cama vuran. Rüzgârda. Beyaz tavanda gölgeler.
Dar odayı vermişlerdi ona. Duvarlarında şal desenli duvar kâğıdı. Soluk. Rutubetten kabarmış. Demek duvara yapışan kâğıt da var.
“Oğuz’a sen bakacaksın Gül.”
Duvardaki kabarcıklara parmağıyla dokunmuştu. İttikçe parmağı. İçerde. Boş.
“Artık sen de bizim kızımız sayılırsın. Oğuz’u abin bil. İnsan öz abisine nasıl bakarsa işte öyle.”
O zamanlar ağacın boyu birinci kata, kendi boyu Aliye’nin omzuna. Anca o kadar.
Uuuz. On altısında. Hepsi hepsi yatakta bir et yığını.
Yedi yıl. Karnını doyur. Suyunu içir. İlaçlarını ver. Bok kabını boşalt. Kıçını sil. Banyoya sok. Yıka. Konuş.
“Konuşmak çok mühim,” demişti Aliye. “Sen konuş. O anlar.”
Başını önüne eğmişti Gül. “O zaman sen niye hiç konuşmuyorsun?”
On iki yaşındaydı. Hayatında ilk kez trene binmişti. Yanında babası.
Aklının ucunda bir manzara. Trenden öncesi. Giderek solan. Yitiren aslını. Gözünde solarken hafızasında güçlenen. Olduğundan bambaşka bir şeye dönüşen. Yatağın kenarına oturup uzun uzun anlatıyordu.
“Evden çıktın mı göz alabildiğine toprak. Ötede iki kestane ağacı. Kestane dediysem Oğuz, öyle buradaki gibi boyu bir batman değil…”
Yattığı yerde gözlerini onun yüzünden ayırmadan. İsmi her geçtiğinde. “Uuuz. Uuuz.”
Zaten üç kelime. Uuuz. Guu. Aa-ne. Bunca konuşmaya.
Elini cebine soktu. Bir şeker, bir de mendil çıkardı. Mendille ağzının kenarından akan tükürüğü silip şekeri ağzına soktu. Böyle yapınca Oğuz. Sakinleşip susuyordu. Aliye’den sakladıkları. Bir sır.
“Boğazına kaçar,” demişti annesi.
İnsan, “Ölse de kurtulsa,” dediğinin boğulmasından neden korkar?
Evde kapılar hiç kapanmaz. Aliye koah hastası. Oğuz salyalı. Kendi odası dar. Her an birisi ölebilir. Havasızlıktan.
“Ya işte öyle.” Kollarını başının üstünde büyük bir çember yaptı. “Dalları nerdeyse gökyüzüne değecek koca bir ağaç.”
Islak kahvenin rengindeki saçlarına baktı Oğuz’un. Elâ gözlerine. Annesinin saçları. Bir kucak samana dönüşmeden önceki. Dudaklarına. Kenarından şekerli tükürük sızan ağzına.
Acıyordu ona. Kendisi için giderek rengi uçan o toprak parçası. Üstündeki iki kestane ağacı. O bunları hiç görmedi. Bahçedeki şu uyduruk ağaç bile odasından görünmez. Götürüp Oğuz’u pencerenin kenarına? Gösterse? Görür mü? İnsan anlamadığı şeyi görebilir mi?
Toprak, üzerinde biten bitkiyle. Üstündeki olmasa neyin toprağı? Ağaç kökleriyle. Toprağa tutunmasa ona ağaç denir mi? Toprakla ağaç arasındaki gerçeğin farkına varmadan. Sırrına erişmeden toprak ve ağaç ne ki? Ne anlar bunu Oğuz? Göremez.
Üçe çeyrek var. Tik-tak. Saat, kollarını iki yana açmıştı şimdi. Onu kucaklamak isteyen siyah ceketli bir adam. Babası.
Toplandı, yatağın içinde oturdu. İçerden horlaması Aliye’nin. Oğuz’un inlemesi. Dar oda. Onun odası. Bir yatak, bir komodin. Zeytin kaplama ceviz bir şifonyer. Çizikli. Duvarda çoğalan kabarcıklar. Gittikçe şişen. Sulu bir karın gibi. Parmağını dokunsan patlayacak. Arkasında başka bir yer. Hiç gitmediği, bilmediği.
Gecede insana ağır gelen bir şey vardı. Boyun damarını şişirip nefesini kesen. Kulaklarının arkası. Güm güm. Yanakları alevli. Kalktı. Gidip camın önündeki şifonyere dayandı. İpek geceliklerine. Keşane peştemalına. Gümüş nalınla sedefli hamam tasına. Aliye’nin gençliğinin üstüne.
“Bu evi senin üstüne yapacağım Gül. Ama sen de ölene kadar Oğuz abine…”
Bütün kapılar açık. Dört saat var daha sabaha.
Dayan ona Aliye Hanım. Şimdi sağ bacağını at. Sonra sol. Yavaş. Kız seni tutuyor. Korkma.
Her sabah. Aliye, gittikçe ufalan bir beden. Titrek bacaklar. Akşam yürümeyi unutup sabahları öğrenen bir bebek. Birkaç zaman sonra yeni bir bok kabı Aliye. Tükürüklü mendiller, çişli çarşaflar… Yeniden. Hep.
Camdan dışarı bakmaya başladı Ağacın yaprakları ay ışığında köpük köpük. Olacak şey mi? O cılız ağaç. Koca bir ormana. Dönsün. Dallar cama değdikçe onun içi kıpırdıyordu. Göğsünde. Göğüs kafesinin içinde koca bir deniz vardı da içinde bir şey yüzüyordu. Tahta. Ağaç öyle dalgalandıkça. Bir tahta parçası boğazının kıyısına. Sonra tekrar aşağı, ta içerlerine.
Geceliğini üstünden sıyırdı attı. Cama iyice yaklaşıp alnını dayadı. Ürperdi. Camın soğuğu meme uçlarını diriltti. Hoşuna gitti. Karnının altında bir
seğirme, bacak içlerinde uyluklarından aşağı çekilme. Ellerini karnında gezdirdi. Sonra ikisini üst üste koyup bacaklarının arasına soktu. Ellerini sıkıştırdı, ezdi, ezdi. İçinin rutubeti parmaklarına bulaştı. Kokusu. Gölgedeki çiçeğe düşen çiy.
Ayağa kalkıp şifonyeri açtı. Koktu. Küflenmiş Aliye. Tiksindi. Hızlı hızlı eşeledi içindekileri. Sarı ipekten bir gecelik. Sandık lekeli. Gece çeyiz sandığı açılmaz. Üstüne şeytan işer. Sandık lekesi dediğin şeytanın sidiğidir. Kim demişti bunu? Gecelik çıplak vücuduna omuzlarından aşağı bir tül gibi indi. Kapılar açık. Oda dar.
Ayaklarının ucuna basarak odasından çıktı. Geceliğin ipeğinden beliren meme uçları. Sol koluyla örttü. Durdu. Aliye’nin odasının önünde. Başını uzatıp içeri baktı. Alt çenesi aşağı düşmüş horluyor. Cenazeye benzerdi böyle yatınca. Yavaşça kapıyı. Şimdi uyansa? Görse. Kapının kapalı olduğunu. Ölene kadar bağırsa?
Oğuz’un odasına girdi. Yatağın yanına oturdu. İniltili bir uykudaydı Oğuz. Saçlarını okşamaya başladı. Pijamasının düğmelerini çözmeye. Açıldı. Gözleri.
Guu.
Hişt. Sessiz.
Avuçladı. Uuz’un önü. Kirli. Kılları uzamış. Kestane ağacının yapraksız dalları. Gülüyor. İkisi de. Bakire bir kızın avuçlarından taşan ademoğlu. Büyüyor. Büyüsün. Şişiyor. Vahşi bir yılanbaşı. Evrimini henüz tamamlamış. Her santimini ezbere bildiği o takatsiz gövdenin üstüne çıktı. Bozuk bir makine gibi çalışmasını umdu. Oğuz’u içine soktu. Zorla. İçindeki duvarlar acıdı. Acısın. Kanadı. Kestane ağacı kan kırmızı. Bir süre başını göğsüne koyup öylece kımıldamadan. Sonra üstünde. İnip kalktıkça. İleri geri. Ata binmeyi öğrenir gibi. Yüzmeyi. Avlanmayı. Sonra bir ceylan ürkekliğinde suya inmeyi. Onun göğsü. Nefesi. Ağzı. Kenarından sızan salyayı yaladı. Uyku kokuyordu. Bok kokuyordu. Kaldığı oda gibi kokuyordu. Salyası. Çürüyen Oğuz’dan dünyaya sızan.
Guu. Guu.
“Sus, dedim, Oğuz sus. Rüya görüyorsun.”
Susmuyordu. Kasılıyordu Oğuz. Titriyordu.
Kalın bir çığlık.
Guuuuu.
Duyduysa. Kapalı kapı. Duyuyor Aliye. Gül olmadan yürüyemez. Bağırıyor.
Kalktı. Koşarak odasına. Hırkasını aldı. Sesleniyorlar. İkisi birden.
Guuuuu.
Güüüül. Oğuz’a baksana. Hangi cehennemdesin Gül?
Yeniden Oğuz’un yanına gitti. Bacaklarından aşağı ılık ıslak. Aliye’nin geceliği.
Hırkanın cebindeki şekeri ağzına tıktı. Sustu Oğuz. Bıraktı. Tuz yalayan kuzu gibi. Gülüyor mu ne? Gözleri gözünde kaldı.
Geceliğinin eteğiyle ağzının yanındaki ıslağı sildi.
Sonra onun yanına yattı. Gözlerini tavana. Dikti öylece kaldı.
Neden sonra. Kalkıp odasına gitti. Aliye’nin kapısını. Uyumuş çoktan.
Odasına girip yatağa uzandı. Duvar kâğıdındaki kocaman bir kabarcığa. İşaret parmağını. Bütün gücüyle bastırdı.
Neden bu öykü?
En sevdiğim öykülerimden biri ikinci kitabım Mevsim Normalleri’nde yer alan “Kestane Ağacı” isimli öyküdür.
Kestane Ağacı, aynı evde yaşayan yaşlı ve kendisi de zamanla bakıma muhtaç duruma düşmüş bir anne (Aliye), onun zihinsel ve bedensel özürlü oğlu Oğuz ve yıllar önce, daha küçük bir kızken Oğuz’a bakmak için babası tarafından onların evine getirilip bırakılmış ve bir daha da oradan ayrılamamış Gül’ün cehennemini anlatır.
Bu öyküyü sevme nedenlerimden en önemlisi öykünün dilinin, o kısa ve kesik cümlelerin, öykünün ruhunu çok iyi yansıtması. Hem içinde bulundukları mekâna, hem de öykünün kahramanlarının boğazından bir türlü çıkmayan o söylenememiş sözcüklere bu kısa, kesik cümlelerin yakıştığını düşünüyorum. “Evde kapılar hiç kapanmaz. Aliye koah hastası. Oğuz salyalı. Kendi odası dar. Her an birisi ölebilir. Havasızlıktan. “
Diğer bir neden, Gül’ün Oğuz’la kurduğu ruhsal ve bedensel ilişki. Sevgi, acıma, kader birliği, empati gibi pek çok duyguyu barındırıyor Oğuz’la ilişkisi. Gül’ün içinde biriken ve çağıldayan “dışarısı” özleminin, bir kadına dönüşmenin gizli uyanışlarının, Aliye’ye karşı nefretinin bir nehir olarak boşaldığı yer oluyor sonunda Oğuz’un kusurlu bedeni. Oğuz’la yaşadığı şey hem bir isyan hem de bir kabulleniş aslında.
Neslihan Önderoğlu, İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümünü bitirdi. Öyküleri Notos, Kitap-lık, Sözcükler, Sarnıç Öykü, İzafi, Dünyanın Öyküsü, Sıcak Nal, Türk Dili, Öykü Teknesi, Patika gibi dergilerde yayımlandı. 012 yılında Alakarga Sanat Yayınları tarafından yayımlanan ilk kitabı İçeri Girmez miydiniz, 2013 Haldun Taner öykü ödülüne değer bulundu. 2013 yılında yayımlanan Mevsim Normalleri ikinci kitabıdır. 2014 yılında otuz bir öykücünün katılımıyla hazırladığı kış öyküleri seçkisi Karla Karışık Alakarga Sanat Yayınları tarafından yayımlandı. 2014 Şubat ayında Metis Yayınları tarafından yayımlanan Murathan Mungan’ın seçtikleriyle Merhaba Asker ve Kadınlar Arasında isimli iki öykü seçkisine öyküleriyle katıldı. Sarnıç Öykü Dergisi’nin editörlüğünü sürdürmektedir.