İlerlemenin çarklarına girmekten korkan, savaşın getirdiği zalimlikten kaçan bir aydın olarak Walter Benjamin'in, felsefesi ve hayatına dair...
“Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.“
20. yüzyıl felsefesinin önemli isimlerinden biri olan Benjamin kısa ömründe fazlaca eser ve düşünce bıraktı. Benjamin 1892-1940 yılları arasındaki 48 yılda pek çok mutluluk ve mutsuzluğu bir arada yaşadı. Tek emeli Berlin Üniversitesi’nde bir kürsü sahibi olmak olan, bu uğurda yazdığı tezi "Alman Trajik Tiyatrosunun Kaynakları" reddedilen Benjamin yaşamı boyunca maddi sıkıntılar çekti ve genel anlamda hep başkalarının maddi desteğine ihtiyaç duydu. Öyle ki 32 yaşına geldiğinde hala babasının gönderdiği parayla kendisini ve ailesini geçindiriyordu.
Benjamin bugün düşünceleriyle ve dahil olduğu felsefi gruplarla birlikte anılmaktadır. Örneğin onun Frankfurt Okulu’yla ve dolayısıyla Adorno ve Horkheimer’le olan yakınlığı düşünce dünyasını da etkilemiştir. Ayrıca Riga’da tanıştığı ve aşık olduğu bir Rus kadının tesiriyle Marksist düşünce yapısına yakınlaşmıştır.
Aslında onun bahsettiğimiz döneme dair en önemli şahitliği; moderniteye getirdiği eleştiriyle şekillenmiştir. Benjamin bitmemiş eseri Pasajlar’da 20. Yüzyılın hızından bahseder. Aydınlanmanın temel prensibi olan din yerine bilimin ululanması, mitleştirilen dinin yerine teknolojinin konması Benjamin’de eleştirilmiş bir yaklaşımdır. Benjamin ve pek çok modernite eleştirmeni bilim ve teknolojinin de mitleştiğini, yani aydınlanmanın eleştiri nesnesinin bizatihi kendisine evrildiğini savunmuştur. Özellikle Paris’teki pasajları ve 1840’lı yıllarda buradaki yaşamın yeknesaklığını anlatan Benjamin, bu kitabında temelleri Baudelaire’in Paris Sıkıntısı adlı eserinde atılan “flanör” kavramını da kullanır. Flanör en genel tanımıyla gezen düşüncedir. Dilimize çevrildiğinde anlamı tam olarak kavranamayan bir terim olan flanör; gezdiği yerleri gözlemleyen ve değişimlerle ilgili tespitlerde bulunan bir metropol arkeoloğudur. Bu anlamda Benjamin’in modernizmin hızlanış sürecinin gözlemcisi olarak nitelediği flanör için metropol bir deney, gözlem merkezidir. Flanörün en büyük başarısı da metropol kalabalığına girip, orada yalnız ve tarafsız kalmaktır. Nesnel bir tavırla çevresini izler ve sanatsal anlamda üretimde bulunur. Bu bağlamda yukarıda zikredilen Paris Sıkıntısı metni daha anlamlı bir hal alacaktır. Baudelaire bu eserinde Paris’teki can sıkıntısından doğan gezintilerinde edebi metinlere o güne dek pek yansımayan düşmüş ve düşkünleri ele almış, incelemiştir.
Benjamin’in felsefi tanımlamasını yaptığı flanörlük kavramının edebi anlamdaki ilk temsilcisi Edgar Allan Poe’dur. Poe’nın Kalabalıklarda Bir Adam adlı dedektiflik öyküsü şehirde amaçsız gezinme sürecindeki rastlantısallıkların çözdüğü bir cinayeti anlatır. Baudelaire’in bilindiği üzere ustası olarak gördüğü Poe’dan devraldığı bu kavram, Benjamin’le felsefi bir terime evrilir. Flanör asla aylaklıkla eş tutulamayacak, karşılanamayacak bir kavramdır. Çünkü flanör gözlemleyen ve gözlemlerinin sonucunda bir nesneyi ya da dönemi özleyen bireydir. Benjamin’in tarihi ele alışı açısından da değerlendirildiğinde flanör, geçmişten bir nevi sondajla çektiği bir anın/duygunun/kültürün hayalini kuran ve bunun yitimine kafa yoran düşüncedir.
Pasajlar kitabında anlattığı şekliyle yaşamak isteyen, yani pasajlarda kaplumbağa gezdirilen dönemleri özleyen Benjamin için dünya savaşları şüphesiz ki çok yıkıcıdır. Aydınlanmanın sonu ve karanlık yüzü olarak nitelendirilen savaşlarla birlikte, insanlar kendilerini teknoloji ve bilimin getirdiği uçurum kenarında buldular. Yani artık yenileşen her şey yok ediciydi ya da Benjamin sözleriyle “her uygarlık ürünü aynı zamanda bir barbarlık maddesi” haline gelmişti.
İşte İkinci Dünya Savaşı da böyle bir ilerleme/barbarlık arası durumdur. Yükselen anti-semitizmin zorunlu sonucu olarak Walter Benjamin 1939 yıIında, AIman müIteciIer tarafından yayımIanan bir dergide çıkan yazısı nedeniyIe AIman vatandaşIığından çıkarıIır. AImanIarın Fransa’yı işgaI etmesi üzerine de 1940’ta Fransa’nın güneyindeki Portbou kentine kaçar. Burada poIis tarafından Gestapo’ya tesIim ediIeceği yönünde aldığı duyumlar derin bir buhrana sürükler kendisini. Ve sonunda intihar eder. İntiharı üzerinde speküIatif söyIentiIer vardır. Kendisinin şizoid oIduğu ve bu yüzden intihar ettiğine dair tek kaynak Theodor W. Adorno'ya veriImek üzere Henny GurIand'a dikte ettirdiği veda mektubudur. Öte yandan StaIin'in ajanIarı tarafından morfin veriIerek öIdürüImüş oIduğu da diğer bir başka söyIentidir.
Eldeki kanıtlar intiharının neredeyse kesin olduğu yönündedir. Özellikle Alman faşizminin dünyayı sürüklediği nokta ve Batı medeniyetinin İkinci Dünya Savaşı'nda içine düştüğü barbarlık, insana ve medeniyete dair bütün umutlarını elinden alıp yaşamına kendi isteğiyle son vermesine neden olmuştur.
İlerlemenin çarklarına girmekten korkan, savaşın getirdiği zalimlikten kaçan bir aydın olarak Benjamin, çok sevdiği ve ömrünün büyük kısmını pasajlarını gezerek geçirdiği Paris’ten ayrılarak savaşın acı yüzünden kaçmaya çalışır. Fakat İspanya’ya kaçarken yakalanacağını anlayan Benjamin bir teknoloji ve bilim ürünü olarak da niteleyebileceğimiz morfinle intihar edecektir. Korktuğu modernizmin hızına kurban gitmiştir o, pasajlarda kaplumbağa gezdirmeye imkan verecek bir yavaşlığı düşlerken.