Her şehrin özel sesleri vardır. Londra, İstanbul, Paris, Roma, Berlin… Gittiğiniz her kentte sizi farklı farklı melodiler, tempolar, ritmlerin karşılaması kaçınılmazdır. Bazı şehirler yavaş Andante’ler “çalar”, huzur verir. Bazıları ise Presto notalar gibi koşturur ve sizi soluksuz bırakır.
Fransa’nın başkenti Paris insanı soluksuz bırakan şehirlerden sayılabilir: Presto ve Vivace arasında insanları durmaksızın oradan oraya iter, bir türlü rahat etmelerine izin vermez. Dinamiği yoğundur, temposu nadiren düşer. Pazar günleri bile koşar Parisliler. Ama bu kez görev olduğundan değil; spor yapmak için. Ara vermek ise yine dışarıdayken ve ancak akşam saatlerinde bir lokantanın terasında yemek yerken mümkündür. Buna “savoir vivre” denilir, yani “yaşamayı bilmek”. Yaşamayı her tempoda bilmek ise gerçek bir sanattır.
Günlük hayatın ölümcül temposuna itiraz eden bir müzik türü daha var ama Paris’te. Bu özgün türü de en çok sokaklarda duyabilirsiniz. Opéra’nın önünde, genelde konservatuar öğrencileri pahalı kemanlar ya da flütler ile klasik parçalar çalıp turistlerden para bekler. Montmartre’ye çıkarken, Seine kenarında yürürken, Quartier Latin’den geçerken de neredeyse her köşede Roman müzisyenlere rastlayabilirsiniz. Onlar çoğu zaman karşınıza akordeon, klarnet veya gitarla çıkar, çingene müzikleri çalar, kadınlar rengarenk elbiselerle dans eder. İşte o anlarda, şehrin stres dolu, sıkıcı temposu aniden biraz yavaşlar, insanlar dinlemek için ara verir, fotoğraf çeker, kayıt bile yaparlar. Kısacık süreliğine de olsa acelesi olduğunu unutup Paris’i bir turist gibi görmeyi başarabilirler. Akşamları özellikle jazz severler, Paris’in piyano bar ve lokantalarında benzer huzur verici neşeyi bulabilirler. Şüphesiz bu “cennet” pek uzun sürmez. Müziğin iyileştirici, sakinleştirici gücünü yine de hissetmiş olurlar.
Müzik ruhlu evler
Ne hoş, ne beklemediğimiz bir görüntü, değil mi? İnsanın içini aydınlatıyor; hele ki ofis yolunda bu melodiye rastlarsa. Böyle bir evin, içerideki “ruhu” nasıldır acaba diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Klasik müzik dinleyen, piyano, keman, çello çalan aileler hayal ediyorum. Şöminenin önünde bir kedi belki… Tam o sırada, saçını kırmızı ve mavi boyamış, ergenliğini tam anlamıyla yaşayan bir kız çıkıyor kapıdan. Bir sigara yakıyor. Yanımdan geçtiğinde MP3 çalarından techno müziğin ritmi sızıyor dışarıya, rap da olabilir. Hayal gücümüz bazen nasıl da yanıltıcı...! Gülümseyerek yoluma devam ediyorum, “Europe” adlı müzisyenler semtine doğru. Eski ahşap kokusunu sevenler, buradaki lutiyelere uğramadan geçmemeli. Dükkânların çoğu küçücük ve daracık. Pek de sağlam görünmeyen merdivenlerden, onların dehlizlerine inip Paris’in yeraltı dünyasını keşfedebilirsiniz burada. Mesleğine tutkuyla bağlı Paris lutiyeleri, her çalgının ruhundan hemen anlar ve size onun özel hikâyesini anlatabilir.
Müziğin mucizeler yaratabildiğine inandığı için de yürekli bir luthiye, ucuz ve sanki değersizmiş gibi görünen bir müzik aletinin dahi kıymetini bilir. Tahtanın ses vermesi için ona elini uzatır, yardımcı olur ve nihayet canlandırır. Sizin payınıza da bu benzersiz havanın şahitliği düşer. Böyle sihirli bir dükkândan çıktığınız andan itibaren, dünyanın seslerini farklı bir şekilde duyup algılamaya başlarsınız.
Metro müziği ve edebiyat
“Müzik ve edebiyat” sözcüklerini yan yana gördüğünüzde, aklınıza gelen ilk sahne herhalde bir metro ortamı olmayacaktır. Kimbilir, çağdaş yazarlardan Pascal Mercier’in Lea ya da Sahnede Ölüm eserleri, Peter Härtling’in Schubert ya da Schumann hakkında yazdığı romanları, Patrick Süskind’in Kontrbas’ı veya Frank Conroy’un Body and Soul kitabını düşünmeniz çok daha yüksek bir olasılıktır, öyle değil mi?
Peki metronun ne işi olabilir ki böyle bir bahiste? Paris'in metro şirketi RATP, karanlık koridorlarda daha insanî bir ortam yaratmak amacıyla, birkaç senedir metroda müzisyenler çalıştırıyor. Aynı şirketin devlet orkestrası bile var. Anlaşılan o ki, metroya inince bazen zihinlerde beliren olumsuz düşüncelerin hızla, güzel melodiler ile yer değiştirmesi isteniyor. Büyük garlarda ise, hoparlörlerden durmaksızın klasik parçalar yayılıyor.
Müzik ve edebiyat, en çok Paris’in metrosunda iç içe giriyordur muhtemelen. Trende kitap okuyanlar bol, hatta aktarma yapmak için koridorlarda yürürken okumayı sürdürenler bile var. Gelgelelim, bu okuma faaliyeti sık sık şarkılarla bölünüyor. Metroya bindikten sonra Edith Piaf’ın ya da Charles Aznavour’un en az bir şarkısını duymadan inmek neredeyse imkânsız.
Bir gün kendimi absürt bir durumda buldum. Birhan Keskin’in Ba kitabını okuyordum. Aşk ayaklandırmıştı bir kere/hatırlıyorum, ama…/ Şimdi rüzgâr şimdi güz/Ağacın dallarını zorluyor dizelerine aniden “Alla mattina appena alzata/O bella ciao bella ciao bella ciao, ciao, ciao” sözleri karıştı. Yoksul görünüşlü yaşlı bir amca, önümde akordeon çalıyordu. İki kültür çatıştı: Sıcak bir tenor ses, İtalyanca melodilerle soğuk bir kış gününe bahar duyguları taşırken, kelimelerle müzik yapan bir Türk şairinin eserleri, başka türlü kalbimi ısıtıyordu. Tam da o anda yanımdaki bir cep telefonundan Arapça melodi yükseldi. Metronun kapıları açıldı, mekanik bir kadın sesi Fransızca, İngilizce, Almanca, İspanyolca ve Japonca anonsu ardarda sıraladı.
Paris’in özel “müziği” tam olarak bu işte: Çokkültürlü ve biraz da sürreel. Kreşendo ve dekreşendoları hiç belli olmuyor. Bu ritmden hoşlanmayanlar var tabii. Ben ise bu şehrin melodilerine güveniyorum. Çünkü aklımda hep şu Almanca deyim var: “Şarkı söylenen yerde kalabilirsiniz. Kötü insanların şarkıları yoktur.”
Bu zorlu çağın günlerinde ancak aşk, müzik ve edebiyat insan olduğumuzu hatırlatıyor bize; gülümsetiyor, güç veriyor. Üçü birlikte, merhamet ile empatinin en iyi öğretmenleridir de belki. Umudunu kaybetmekten korkanlar tam da bu yüzden şarkı ve şiirlere sığınmalı. Yorgun bir ruh için daha etkili bir merhem yok.