Belki de yaşamak istediğimiz bir ülkenin imgesi olarak düşünebiliriz Minoa’yı. Hayallerdeki bir koloni! Bir “ütopya”! Zaten, içeri girdiğinizde, gerek sokağın gürültüsünden gerekse o güzel Akaretler evlerinin dönüşüm zihniyetinden uzaklaşıp kitapların dünyasıyla karşılaşıyorsunuz.
Âşıklar İçin Buluşma Yerleri – 4
Şairler semtidir Beşiktaş. Doğal olarak ilk önce akla Behçet Necatigil gelir, yıllarca oturmuştur, şiirlerindedir semt, adının verildiği bir sokak da vardır; ayrıca Şair Leyla sokak, Şair Nedim caddesi, hatta Şairler Parkı da vardır. Akaretler’den yukarı Valide Çeşme’ye doğru çıkarken hemen solda, Minoa’dan çıktığımda ki burası benim için yeni bir mekân, tam karşımda Şairler Parkı. Henüz başlamış alacakaranlık ama şu karanlığı belli belirsiz yâni mavi egemen, güzel bir mavi bu koyulu da olsa, asıl güzel olanı ise tam yukarıda, Şairler Parkı’nın maviye yükselen ağaçlarının ucuna değen ay, hilal.
Beşiktaş da eski Beşiktaş değil, Akaretler de öyle, ne eskisi gibi? Çok mu eskiye gönderme yapıp özlem duyuyorum? Ama bugünün tatsızlığı ister istemez beni, yeşili de olan şehrimdeki çocukluk-gençlik anılarıma götürüyor. Bildiğim kadarıyla Akaretler’deki evler ilk topu konutlar, Osmanlı zamanında yapılmış. Şimdi bambaşka bir şey, birkaç yıl önce bu başkalık, hani “lüks” denilen türden oldu; benim anlam veremediğim, başkaları veriyorsa ne güzel. İki yıl önce yayınlanan kitabımda (İstanbul’da Mavi Bir Tereddüt) da pek hayırlı söz etmedim doğrusu:
“Beşiktaş’ın tuhaf bir yapısı vardır. Son derece mütevazıdır; hele çarşısında her aradığınızı bulabilirsiniz; çok da hesaplıdır orası. Birdenbire, birkaç yıl önce Akaretler’de o eski, Osmanlı’dan kalma zarafet yüklü evlerde, ilk toplu konutlar diye tanımlanır hemen hemen her yerde, ünlü markaların ‘seçkin’ teşhir dükkânları açıldı! Buna inanmak güç. Dahası, burada ‘postmodern bir yaşama’ tanık olmak olanaklı. Örneğin o dükkânların birinin köşesini dönüp Beşiktaş’ın içine doğru yol alan sokağa saptığınızda, sıradan mahallenin sıradan yaşamına da ayak basarsınız. Tipiklik orada sürüyor, köşenin öteki tarafında değil! Bu ne çelişki! O binaların bir kısmı böylesine dükkânlar/mağazalar olacağına, sanki halka üstten bakmanın reklamını yapacağına, kültür sitesi olsaydı ya! Kitapçılar, yayınevleri, tiyatro salonları, bir sinematek salonu örneğin! Ne boş hayaller içindeyim. Gerçi onarılmaları güzel, olumlu tabiî ki. Öte yandan yalnızca markaların teşhir dükkânları da yok, farklı mekânlar da var; var ama kendi adıma yadırgamadan çıkamıyorum Akaretler yokuşunu ki adı da değiştirildi!” (s. 80/81)
Önceden adı Spor Caddesi’ydi. Yalnız, küçüklüğümde, çocukluk işte, hani şu “Maçka’nın Yolları Taşlı” türküsünde geçen yerin burası olduğunu düşünürdüm; hani o yoldan Maçka’ya da çıkılıyor ya! Köklerimden gelen kuzeydoğu rüzgârlarından olsa gerek! Neyse o da bir “aşk türküsü”dür, biraz daha büyüyünce türküdeki Maçka’yı da öğrendim, yolunu da...
Minoa, bir buçuk yıl önce açılmış bir kitabevi ve kafe. Akaretler’den Maçka’ya çıkarken (türküdeki yol değil!), toplu konutlar –şimdi artık toplu konut da değil– bittikten sonra, biraz ileride sağda bir apartmanın alt katı, hemen önünde içeri doğru bir sokak uzanmakta. Karşısında da işte Şairler Parkı. Minoa eski bir Ege-Akdeniz uygarlığı, sanırım Broz çağına kadar uzanıyor, yok olmuş olan, şimdiye pek kalmamış; öte yandan belki de yaşamak istediğimiz bir ülkenin imgesi olarak da düşünebiliriz Minoa’yı. Hayallerdeki bir koloni! Bir “ütopya”! Zaten, içeri girdiğinizde, gerek sokağın gürültüsünden gerekse o güzel Akaretler evlerinin dönüşüm zihniyetinden uzaklaşıp kitapların dünyasıyla karşılaşıyorsunuz.
Raflar ahşap, çam değil de ağacın adı aklıma gelmiyor, hani derler ya dilimin ucunda, bellek zayıflıyor ama Beşiktaş anılarımı nasıl unutabilirim! 12 Eylül darbesinin hemen sonrası, bir “tedbir kaçaklığı” bizimkisi, Beşiktaş’ta oturuyoruz; bir yandan da ünlü YAZKO’da çalışıyorum, Memet Fuat, Salâhattin Hilâv, Sennur Sezer, Adnan Özyalçıner, Ahmet Cemal ile birlikte ve uğrayıp yazısını-çevirisini bırakan, katkı veren onca yazar, ne yazık ki çoğu yok aramızda, benim de yazarlığa ilk adımlarım ama peşimde de bir sivil polis! YAZKO’nun genel müdürü Mustafa Kemal Ağaoğlu uyarmıştı, o da bırakıp gitti bizi, dikkat edin, hepimiz tâkip ediliyoruz, diye. Orada kim çalışıyorsa bir süre izlemişler; ben de bazen Beşiktaş Çarşı’da, bazen Akaretler’e çıkıp Ihlamur yoluna sapıp orada, ardımdakinden kurtuluyordum. (Ayrıntılar sözünü ettiğim kitabımda.)
Minoa’da otururken, bir yandan yazıyorum ki hep bir defter kalem yanımdadır, günlük tutmayı bir şekilde sürdürürüm, bir rastlantı mı, Sicilya’nın güneyindeki şirin ve etkileyici Modica kasabasından aldığım küçük zarif deftere yazıyorum, Minoa uygarlığı da Sicilya’ya kadar uzanıyor, sanırım doğu sahillerinde küçük izler bir şekilde yaşıyor. Öte yandan Beşiktaşlı anılar hücüm ediyor, ne kötü zamanlar yaşadık ve hâlâ yaşamaktayız, ne var ki oğlum da Beşiktaş’ta dünyaya geliyor. Doğanın insana en büyük armağanı, baba oluyorum...
Kitapların arasından sağa doğru sıyrılınca, küçük incelikli kafesi sizi içeri doğru çekiyor, hemen cam kenarındaki masaya oturuyorum, kırmızı çiçekler dokunacak kadar yakın, bu bölüm iki taraflı büyük pencere, böylece içerisi aydınlık ve gürültüsü olmayan sokak bir film şeridi gibi geçiyor önünüzden. Birkaç kişi var kafede, iki genç kadın çalışıyor, biri bilgisayarında, tüm dikkatini vermiş, öteki defterlerinin kâğıtlarının içine gömülmüş. Bu sanki yüksek lisans öğrencisi, bilgisayarıyla çalışan da doktora öğrencisi olmalı, kim bilir ama öyle yakıştırıyorum. Birazcık ötemde, kafe-bar tezgâhının bitişiğindeki masada orta yaşlarda bir adam kitap okuyor, altını çize çize! Ben de defterimi açıp yazmaya başlıyorum, topluca bir faaliyet hâlindeyiz yazıyla-okumayla, dedim ya, pek izi kalmamış bir uygarlık Minoa ya da kendinizi özgür duyumsayacağız yeni bir koloni. Bir kadın gelip yanımdaki masaya oturuyor, yabancı olduğu çok belli, genç garson kıza isteklerini İngilizce söylüyorsa da “çok teşekkür ederim”i ihmal etmiyor, daha sonraki konuşmalardan anlıyorum ki kız üniversite öğrencisi, bir tek o kadın (Alman olmalı) cep telefonuyla ilgili, göz ucuyla şöyle bir bakıyorum, neyse haberleri okuyormuş!
Dediğim gibi gezindiğiniz semt Beşiktaş’sa, insan uzak duramıyor Behçet Necatigil’e, onun şiirlerine, örneğin “Barbaros Meydanı” şiirinden birkaç dize ve çağrıştırdığı anılar yine:
Meydanın ilersi deniz kıyısı
Karaya çekilmiş kayıklar,
İskele gazinosu yanda
Sulara dökülmüş ışıklar,
Üsküdar şu karşısı.
Çocukluğumdan biliyorum bu görüntüyü; işte anı da o görüntünün günü! Altmış üçün yazsonu, belki sonbaharın ilk günleri falan olmalı, annem kardeşime hamile, teyzem ve on yedi yaşındaki oğlu, ben de hep annemin eteğinde, bir banka oturup bir şeyler yemiştik. İşte o meydanda, işte kıyıya çekilmiş kayıkların biraz gerisinde, kayıklar dün gibi aklımda, gözümü Eyüp’te dünyaya açtığım için Haliç’in yolcu taşıyan kayıkları derin iz bırakmıştır bende, işte ondan ilgim kayıklaraydı; arkalarında da mavi Boğaz uzanıyordu, benim için o zaman kocaman ve hiç bilmiyorum karşıdaki Üsküdar’ı! Teyzemin oğlu Yıldız Teknik olmalı, sınava girmişti; o zamanlar üniversite girişlerinde fakülteler ayrı sınav yapıyormuş.
Minoa’dan çok iz yok ama yâni mekânın adını aldığı uygarlıktan, sanki, “bence”yi de eklemeliyim, Vergilius’un Aeneas’ında bir şeyler bulabiliriz. Troya yıkılmıştır, Aeneas ki Afrodite’nin oğludur, geriye kalanlarla birlikte Akdeniz’e açılır, yeni bir şehir, Troya gibi bir uygarlık kuracaktır, görevi büyüktür, her mitos’ta olduğu gibi Tanrılar’ın, Tanrıçalar’ın entrikası vardır ancak biz bunları bir kenara bırakalım, Kartaca Kraliçesi Dido ona âşık olur, o da Dido’ya. Ne var ki Aeneas Kartaca’da kalmak istemez, çünkü malûm hedef yeni bir uygarlık! Âşığına gitmemesi için yalvarıp yakarır Dido! Başarılı olamaz; kahramanın da gönlü ne kadar kraliçede de olsa, büyük görevi vardır, ayrılır, Roma kurulacaktır! Anımsatalım yol üstü de Sicilya’dır. Dido ise canına kıyar, ölü bedenini halkı yakar. Engin sulara açılırken, yelkenlisinden dumanı gören Aeneas, hiçbir zaman onun Dido’nun bedeni olduğunu öğrenemeyecektir ve güzel kraliçe, aşkın ateşi içinde kül olur!
Minoa da güzel bir buluşma yeri, aynı zamanda kitabevi olduğu için de çok cazip bir mekân. Biriniz Maçka, Teşvikiye’den aşağıya doğru, biriniz ise Akaretler’den, hani şöyle meydana uğrayıp ki karşıda Üsküdar, mavi suları de içine çekip yukarıya doğru yürüyerek gelebilirsiniz Minoa’ya, buluşmaya, belki de ilki, bir başlangıç ânı! Sonra, sonrasını kim bilebilir, belki de iyilik güzellik; ne var ki çıkışta, tam karşınızda Şairler Parkı, o zaman parçacığında sizin için aşk parkı da olabilir ki yukarıda ay hilaldir ve erkek kadına, “meçhul şairler aşk antolojisi”nde yer alan bir şiirden şu dizeleri okumaktadır:
Evinin önünden geçerken, sana selam
yolluyorum
yeşil tenteli kız
başını pencereden çıkar
ay dışarda hilal
Kâğıtlarına gömülen kız, hesap istedi, toparlandı, garson kızla konuşmasına kulak verdim, Japonca çalışıyormuş, ötekiyse bilgisayarına iyice yoğunlaşmış, yanımdaki Alman kadın kahvesini yudumluyor, sandvicini bitirmiş. Yeri gelmişken belirteyim, bu kafede, birçoklarında olduğu gibi yiyecek mönüsü de var; bir de “kitaplı mönü” var, ilgilenenlere! Adam da kitabının satırlarını çiziyor, ben de kalkıp kitabevini dolaşıyorum. Bir süre önce gelmiş, epeyce dolaşmıştım, İstanbul kitaplarının bulunduğu rafın önünde de çok durmuştum; bu kez alt kata iniyorum. Mahzen gibi, indiğimde kimsecikler yok, bazı raflar boş, daha çok çizgi romanlar var, belki kitapların arasında yalnız dolaşmak daha keyifli; gerçi kalabalık da olsa bir kitabevi, insan, kitapları evirip çevirirken, rafların önünde dakikalarca dururken hep yalnız değil mi? Hep yalnız olmak, yalnız kalmak istemez mi?
Birkaç kitap alıyorum, basamakları çıkıyorum, küçük dar bir merdiven, doğal olarak o zaman fark ediyorum, basamak aralarında dünya edebiyatının büyük yapıtlarının adları yazılı. Kültür de böyle basamak basamak, tek tek; okuyarak, araştırarak, yazarak oluşmuyor mu? Bizim ülkemizde özellikle, iğneyle kuyu kazmak!
İyi ki açılmış Minoa, amblem mi demeliyim, kitapları içine koydukları kâğıt torbaların –naylon poşet değil– ağzını yapıştırdıkları yuvarlak kâğıt parçacığı ile logosu da o uygarlığa gönderme yapıyor: ister izi silinmiş ister kafanızın içindeki ütopya ve de dolayısıyla buluşma için cazip bir mekân, hele de pencere önünde sıra sıra kırmızı çiçekler! Ama Beşiktaş’taysanız, meydana inince ya da meydandan gelince, hep o eski semtin duygusunu taşıyan Necatigil’in dizeleri:
Ey kız anası ihtiyarlar,
Ey denizlerden esen serinlik.