Edebiyatımızın son elli yılının en üretken yazarlarından Nedim Gürsel ile kurmacayla otobiyografiyi buluşturduğu yeni kitabı Son Yolcu üzerine konuştuk.
"İyi bir yazar olmayı başarabildin mi peki? Bu soruyu yanıtlamak bana düşmez. Çünkü ben okurun değil, annenim senin. Yine de şunu unutma: Yazmak risk almaktır, hele bizim ülkemizde."
Deniz Çakır Son Yolcu'nun ilk bölümünde "Ölüm korkusuyla yaşam coşkusu arasında sıkışıp kalmak... Ya da Paris'le İstanbul arasında," diyor. Bu cümleler beni hemen Rilke'ye, Malte Laurids Brigge'nin Notları'na götürdü: "Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar; burası ölünecek yer desem daha doğru." Malte Laurids'e hak vermeli miyiz? Paris ölmek için midir?
Rilke öyle diyor evet, Malte Laurids Brigge'nin Notları başucu kitaplarımdandır. Behçet Necatigil'in çevirisinden yıllar önce okumuştum. Son Fasıl'ı yazarken yeniden okudum. Ardından Ölüm Aklımdasın'ı yazarken de. Rilke öyle diyor ama, baba Hemingway de, biliyorsun, Paris'in bir şenlik olduğunu söylüyor. Gel de çık işin içinden. "Işıklar Kenti"nin ölünecek bir yer olduğunu düşünmüyorum. Ama günün birinde bir yazar çıkar da "Paris'te Ölüm"ü yazarsa bilemem.
"Ölüm" teması Son Yolcu'nun bütününde, handiyse her sayfasında kendini hissettiriyor. Ölümü yazmak, ölüm korkusunu alt etmenin bir yolu olabilir mi?
Yazmakla ölüm kaygısının, giderek korkusunun, senin deyiminle “alt edilebileceğini” sanmıyorum. Bir süre için de olsa, ölümü değil de ölüm üzerine yazmak korkuyu erteleyebilir belki ama yenemez.
Son Yolcu için “Otofiction türünde bir anlatı,” diyorsun. Otofiction hakkında, deyim yerindeyse “kurmacanın gönlünü incitmek” üzerine neler söylemek istersin?
Kurmacanın gönlü ondan uzaklaşmakla incinmez, her yazarın, yazın türleri açısından, kendine özgü bir yoğurt yiyişi vardır çünkü. “Özkurmaca” diye adlandırdığım "auto-fiction" çağdaş Fransız edebiyatında ilgi gören bir tür. Otobiyografiyle kurmaca arasında gidip gelen, her ikisinden de unsurlar taşıyan, deyim yerindeyse “hybride” bir anlatı biçimi. Son Yolcu, sanıyorum bu tanımlamaya uyuyor. Örneğin ana karakterin adı Deniz Çakır ama romanlarının adları Nedim Gürsel'in yazdığı romanların adlarıyla birebir örtüşüyor. Boğazkesen, İlk Kadın, Resimli Dünya, vb. gibi.
Şiir alıntıları, Son Yolcu'da epeyce yer alıyor. Bilhassa ölüm üzerine yazılmış dizelerle karşılaşıyoruz. Sence ölüm teması, biçimsel açıdan, şiire daha mı uygun düşüyor? Düzyazı, şiirle bu bağlamda yarışabilir mi?
Düzyazı yalnızca bu bağlamda değil, kanımca hiçbir bağlamda şiirle yarışamaz. Şiir çok eski çağlardan bu yana insanoğlunun başvurduğu ifade biçimlerinden biri, hatta başlıcası. Destandan da eski. Romansa, görece yeni bir tür. Burjuvazinin tarih sahnesinde egemenlik kurmasıyla yaşıt olduğunu söyleyebiliriz. Yine de yazınsal türler arasında aşılmaz duvarlar olduğunu düşünmüyorum. Örneğin Nâzım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları'ndaki düzyazı unsurları, az önce adını andığın Rilke'nin yapıtındaki şiirsellikten daha fazladır. Rilke'nin düzyazısının, Nâzım'ın dizelerinden daha fazla şiirsel yoğunluğa sahip olduğunu da söyleyebiliriz.
Deniz Çakır, çocukluğunu anlatı boyunca anımsıyor. Çocukluğumuzu yazmak, kuşkusuz, hem bir anımsama çabası hem de onu ölümsüzleştirme arzusu. Deniz Çakır, çocukluğunu neden çokça düşünüyor?
Bir ayağı çukurda olduğu için. Deniz Çakır, Paris-İstanbul eksenindeki uçak yolculuğu boyunca hayatının kısaca dökümünü yapıyor bir bakıma. Ve elbette geçmişe, çocukluğunun kaybolan cennetine dönüyor. Yani varoluşunun belirleyici yıllarına. Ama günümüz Türkiye’sindeki siyasi sorunlarla da hesaplaşıyor. Onu etkileyen siyasi olaylar da yer alıyor anlatıda; Paris, Berlin, İstanbul, Diyarbakır gibi kentler de.
Anlatıcının uçakta, uykuyla uyanıklık arasında hatıralarına yolculuk yaptığını görüyoruz. “Uçak” neyi simgeliyor? Gökyüzüne yakın olmak; belki “ölüme, sonsuzluğa yakın olmak” anlamına geliyor?
Bunu hiç düşünmemiştim açıkçası. Gökyüzü ölümü simgeleyebilir mi? Hiç kuşkusuz evet. Ama kara toprak bu iş için sanki daha uygun. Ya da mezar. Hamlet'teki mezar kazıcıların diyaloğunu unutma. İçinde yatan hep orada kalacağına göre mezarı sağlam ve derin kazmak gerekiyor.
Deniz Çakır iki kadın arasında kalıyor: Batılı Penelope ve Doğulu Songül. Bu seçimin, anlatıcının Doğu ile Batı arasında sıkışmışlığını bir başka pencereden de işaret ediyor. Elbette Penelope, yurdu İthaka'ya dönmek için mücadele eden Odysseus'u da düşündürdü bana. Bu anlatı “postmodern bir Odysseia” olarak okunabilir mi?
Gözlemlerin çok yerinde. Evet, tam da belirttiğin gibi, Doğu ile Batı arasında kendine yer arayan, bir kadının değil iki kadının gövdelerine kök salmaya çabalayan, ne var ki sonunda boşlukta asılı kalan bir roman kahramanıyla karşı karşıyayız. Son Yolcu, çok haklı ve zekice belirttiğin gibi, postmodern bir Odysseia olarak okunabilir. Öyle okunmasını isterim, ama okur başka yorumlarla anlatıyı yeniden üretmeli, biliyorsun roman, yayımlandıktan sonra yazarından çok okuruna aittir.
Romanın sonunda Deniz Çakır'ı umutlu görmek, beni bir okur olarak mutlu etti. Kötü sonları sevmeye/yazmaya alışkınız. Fakat umut hep var, değil mi? U(mutlu) sonlar kurgulamanın önemini üzerine daha çok düşünmeli miyiz?
Umut hep var elbette, her zaman da olacak. Ama ölüm de var. Deniz Çakır'ın akıbetini söylemeyelim, okur merak etsin. Çok iyimser bir sonu olmadığını söyleyelim Son Yolcu'nun. Türkiye'nin içinde bulunduğu, özgürlüğün giderek yürürlükten kalktığı ortama uygun bir son olduğunu belirtmekle yetinelim, ne dersin?