Japonya’ya, Japon kültürüne ve dahi edebiyatına kendimi bildiğim günden beri alakam var. Belki bu alakamın sebebi çocukluğumun akşamüstlerinde pencerede babamı beklerken izlediğim dağın arkasında hep Japonya’nın olduğunu düşünmemdi, belki en uzağın gizemi, belki de bilinmeyenin huzur vaad eden imaları.
Lise yıllarımda Japon Masallarıyla, üniversitenin ilk yıllarında da sıkıcı lisans derslerini ziyadesiyle asmam sayesinde Japon Edebiyatı’nın dört atlısıyla tanıştım; Kavabata, Mişima, İshiguro ve Tanizaki. Her biri farklı bir Japonya’yı anlatsalar da, aslında dördünde de müşterek bulduğum renk, ölümün kıyısını soğukkanlı bir üslup ve yumuşak bir dille anlatmalarıydı. Bu dört yazardan bilhassa Mişima’nın hayatı; intiharı, aile yapısı, kurduğu örgüt ve bunalımları nedense kapalı havalardaki yağamayan yağmurun sıkıntısını hissettirdi bana. ‘Dalgaların Sesi’ isimli kitabında Japonya’nın ücrasındaki balıkçı adalarından birinde geçen aşk hikâyesini tutkuyla okuduktan sonra Japon edebiyatına bir kez daha hayran olmuştum. Ama gerek Mişima, gerek diğerlerinde eksik bulduğum beni yakamdan tutup dipsiz kuyuya atamayan bir dinginlik, hareketsizlik var gibiydi. Elbette bu durum, kısa vadede okur ile kitap arasındaki münasebeti huzurlu bir zarafete bindirse de, değişen dünyanın gökdelenlerini, büyük şehirlerin karmaşasını, postmodern entrikaları, Freudist- Lacanist perspektif izleğinde oluşan bilinçdışı- içgüdüler- dil üçgenini ve teknolojiyle soslanmış yeni insan tipini belletmekten uzak olduğu için modern zamanlardan uzak kalıyordu. En azından yeni Japonya’yı tatmak için. İşte tam bu anda karşıma çıktı Murakami.
Onunla Bir Uçak Yolculuğunda Tanıştım...
Onunla İstanbul’dan Ankara’ya giderken havada tanıştım, tam da Murakami romanlarına uygun olarak. İmkansızın Şarkısı isimli romanının giriş sahnesindeki baş karakter de bir uçağın içindeydi ve onun uçağı, Hamburg havalimanına inmiş tavandaki ışıklı uyarıcılar yanmış ve Beatles’ın Norwegian Wood şarkısı çalmaya başlamıştı. Romanı kısa yolculuk süresinde müthiş akıcılığına şaşırarak akşamına İstanbul’a dönüş yolundayken bitirmiştim. Böylece son birkaç yıldır ismini sıkça duymaya başladığım Murakami ile müşerref olmuştum. Ertesi günkü ilk işim de bir başka Murakami romanına başlamak ve hakkında yoğun bir mesai harcayarak araştırma yapmak oldu. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, Salinger, Scott Fitzgerald, Sâdık Hidayet ve Kafka’dan etkilendiğini söyleyen yazarı daha iyi anlamak için Murakami’nin alegori dünyasını, Japonya tarihini ve evrensel müzik normlarını iyi kavramak gerekiyor.
Rüyalar, Miso çorbası, kitaplar, müzik, kediler, gölgeler, erotizm, yoğun bir müzik kültürü, -blue jazz, klasik jazz, altmışlar- yetmişler pop ve klasik müzik- Uzakdoğu tarihi, İkinci Dünya Savaşı Japonyası, bilinç akışı, halüsinasyonlar, açıklanamayan doğa olayları, ortadan bir anda yok olan insanlar, mitoloji ve dahi biteviye artan bir gizem vurgusu… Özellikle rüya ve gerçek arasında sıkışıp kalan karakterlerin iç dünyasını olağanüstü bir görsellikle anlatıyor. Marquez, Borges gibi Latin Amerika yazarları ile özdeşleşmiş ‘büyülü gerçeklik’ akımını ters yüz edip sürreal bir arka plan ve postmodern kurgunun içinde eritiyor. Karanlığı ve var oluş problemi yaşayan insanları, kimi zaman kendine has imge dünyasına sâdık kalarak bir kuyunun dibine indirip günlerce orada bekletiyor, kimi zaman şehrin kalabalık metro istasyonlarında bir bankta oturtup monolog yoluyla cebelleştiği dünyayı anlattırıyor.
Ölüm Ve Yaşam, Hayal Ve Gerçek, Gitmek Ve Kalmak...
Tabii ki sınır demişken Murakami’nin ikirciklerinden söz etmemek olmaz. Ölüm ve yaşam, hayal ve gerçek, gitmek ve kalmak, iyi ve kötü, ışık ve karanlık, geçmiş ve gelecek Murakami’nin üstünde kafa patlattığı başat ikilemler. Bunlarla beraber, romanlarında en kapsamlı ansiklopedilerde dahi bulunamayacak bilgileri, gayet sıradan bir dille kurgunun içine özenle yedirirken Japonya’nın dönüşen metropollerindeki güncel hayatı ve bu hayatın içinde eksilen insanı, geçmiş ve bugünü bir arada tutma zorluğunu zedelemeden sade bir dille vermeyi başarıyor. Kendine kurduğu simgeler dünyasında çekingen bir erkeği, âşık bir erkeği, adölesan çağında hayatın mânâsını arayan bir ergeni anlatırken bir anda kedilerle konuşan, gölgesi natamam bir meczuptan bahsedip büyülü bir atmosferi rahatlıkla kurgulayıp okuru bu efsunlu dünyanın içinde gezdiriyor.
Gökten balıklar, sülükler yağıyor, kediler birbiriyle dertleşiyor, dünyaca ünlü markalar kanlı canlı insanlara dönüşüp, örtülü ama bir o kadar sert bir kapitalizm eleştirisine tutulabiliyor romanlarında.Murakami metinlerindeki kareler, David Lynch’in, bazen de Tarkovsky’nin o huzursuz ve bir o kadar da renksiz sahnelerine bir nebze benziyor diyebilirim. Ama o, sözünü ettiğim yönetmenlerden farklı olarak dünyayı soyut hale getirmek için yaptığı hamlelerin sayısını, gerçekliğe vurduğu fırça darbesi sayısıyla eşitliyor. Böylece, ucu bucağı olmayan iç içe geçmiş realite ve hayal zinciri oluşturuyor. Tüm olağandışı olayları düşündürücü bir soğukkanlılıkla yer yer mizah çerçevesi içine oturtmayı da iyi beceriyor.
Kendi Ülkesindeki Eleştirmenlerden Sert Eleştiriler
Bunların dışında birçok eleştirmen tarafından Milan Kundera ve Umberto Eco ile birlikte yaşayan en büyük yazar ünvanı ile taltif edilirken kendi ülkesindeki eleştirmenler tarafından sert eleştirilere maruz kalıyor. Japon edebiyat eleştirmenlerinin bu sert eleştirilerinin dayanağı, Murakami’nin yerellikten uzak bir sanat anlayışı tesis etmesi ve Japonya’ya ‘oryantalist’ bir nazarla bakması. Bu durum da Orhan Pamuk’tan ötürü bize pek uzak değil aslında. Ayrıca onu son derece maskülen bulan eleştirmen sayısı da azımsanmayacak kadar çok. Neticede onu Japon mistisizmini çok yerinde kullanan ve evrenselliği göz önünde bulunduran bir yazar profili ile algılayanlar da var, biraz evvel sözünü ettiğim şekil de eleştiren de. Ama şu sıralar Murakami’nin bu eleştirilerin uzağında en büyük derdinin artık aday gösterilmekten emekliye ayrılacağı Nobel edebiyat ödülü olduğunu düşünenlerdenim.
Ee bu kadar Murakami güzellemesinden sonra, bazen romanlarında gereksiz ve rahatsız edici bir yoğunlukta kullandığı erotizm meselesinden de söz edeyim. Sanki karşı durduğu kadını meta haline dönüştüren modern dünyanın argümanlarının cazibesine kapılmış halde erotizmi bolca kullanarak bir tutarsızlık örneğini gözler önüne serdiğini düşünüyorum ayrıca yine bazı romanlarının kurgusunda ciddi problemler ve mantık hatalarının olduğu da artık bilinen bir gerçek. Şüphesiz ki Murakami’yi yerli yerinde anlatırsak bir kitap hacmine tekabül eder. Bu bakımdan burada kesmek zorundayım. Ama yazarın Türkiye’yi ziyaret ettiğini ve yirmi iki günlük Edirne-Kars hattındaki yolculuğunda en çok beğendiği şeyin pide ve çay olduğunu da ekleyivereyim.
Murakami, Türkiye’de Doğan Kitap etiketiyle yayınlanıyor. Son kitabı Uyku aslında onun tüm romanlarındaki uyku metaforunun derli toplu izahatı gibi. Nihan Önol ve Prof. Dr. Hüseyin Can Erkin gibi kıymetli çevirmenler tarafından aslından Türkçe’ye tercüme edilen 10 adet Murakami kitabı var. Edindiğim malumata göre yakınlarda bir Murakami sürprizi de kapıda.
*1Q84
*İmkansızın Şarkısı
*Koşmasaydım Yazamazdım
*Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu
*Sahilde Kafka
*Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları
*Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında
*Uyku
*Yaban Koyununun İzinde
*Zemberek Kuşunun Güncesi
‘’Gözlerini kapatman, hiçbir şeyi değiştirmez.
Gözlerini kapattın diye, hiçbir şey silinip gitmez. Bu bir yana, gözlerini bir sonraki açışında her şey daha da kötüleşir. Biz işte böyle bir dünyada yaşıyoruz, Nakata.
Adam gibi gözlerini aç!
Göz kapamak, korkakların işidir.
Gerçeklere göz yummak çok alçakçadır.
Sen gözlerini kapatıp kulaklarını tıkasan bile zaman akmaya devam eder.
Emin adımlarla…’’
Yazarın web sitesine de şuradan ulaşabilirsiniz.
http://www.harukimurakami.com
Ayrıca romanlarında geçen birçok şarkıyı da yine şu adresten dinleyebilirsiniz.
http://www.openculture.com/…ki-murakami-novels.html
NOT: Anasayfada kullanılan görselin künyesi: 'Birds and Flowers of Spring and Summer' by Kano Eino Suntory Museum of Art