02 MAYIS, PERŞEMBE, 2019

Reddedilemeyecek Bir Felsefi Teklif Üzerine İtiraz Edilebilir Bir Reddiye

Çetin Balanuye'nin Spinoza'nın Sevinci Nereden Geliyor? isimli kitabı üzerine eleştirel bir inceleme.

Reddedilemeyecek Bir Felsefi Teklif Üzerine İtiraz Edilebilir Bir Reddiye

Çetin Balanuye iyi bir yazar olduğunu daha sunuş yazısında hissettiriyor. Dil her zaman belirleyici ya, bu tip felsefi metinlerde iletinin okuyucuya geçmesinde yazarın edebiyata yatkınlığı ve sözcüklerle kurduğu ilişkinin derinliği daha büyük bir rol oynuyor. Bu bakımdan, Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor?’un ölçülü, anekdotlarla da pekiştirilmiş akıcı dili metnin okunurluğunu kolaylaştırıyor. Ama kitapta sunulan teklifin işlenişi konusunda aynı şeyleri söyleyemeyeceğim.

İlk Hayal Kırıklığı: Plasebo

Kitabın başında, düşünce ve beden arasındaki ilişkiyi anlatmak için tıpta yaygın bir şekilde uygulanan plasebo yönteminin örnek olarak verilmesini anlıyorum. Şüphesiz bugün, kitapta söylendiği gibi, “etkilerin gözlemlenebilir, nedenlerin gözlemlenemez” olduğu durumları yorumlama konusunda taş devri insanına göre daha iyi durumdayız. Balanuye, buradan hareketle, bize Spinoza’nın felsefesinin temelinde her türlü “aşkıncı” ve “doğaüstücü” tavırdan uzaklaşma çabasının yattığını anlatıyor. Çünkü aşkıncı görüş - kabaca söylersek, bir ‘öte’ inancı-insanın var olmaya, var kalmaya ait farkındalığını törpülüyor. Spinoza’nın bakış açısına göre, olup biten her ne varsa bunlar tek ve aynı doğada cereyan ediyor ve bu gerçeği içselleştirmemek bu dünyadaki sevincimize engel oluyor. Balanuye’nin yorumu: “Sonuç her zaman sadece kederdir!” Buraya kadar anlatılanlar, tamam. Fakat plasebo etkisine, yazarın babasıyla ilgili bir anısına ve aşkıncı görüşe dair detaylı açıklamalardan sonra yazarımız şu kestirme sonuca varıyor:

Aşkıncı dünya görüşüne sahip insanların en derinlerinde bir korku yattığını hissetmek bazen çok kolaydır. Bu kişiler aşkıncılıklarının  farkında olmasalar bile, tuhaf bir biçimde bazı ortak tutumlar benimserler. Bu tutumlarının başında, yaşamaya karşı yetersiz bir iştah duymak gelir.

Çetin Bey’in yukarıdaki hükme nereden vardığını anlamadım. Bu iştah meselesindeki argümanını desteklemek için çocukluk günlerinden bir mahalle arkadaşını örnek göstermesini ise iyice yadırgıyorum. Satırlar ilerledikçe argümanın güçlendirilmesini bekliyoruz ama bu olmuyor. “Şeytan hep bizimle ve iştah da onun nefesi” gibi incileri olan (herhalde) on-on iki yaşlarındaki bir çocuktan Spinoza’ya nasıl çıkıldığı okuyucu için bir muamma olarak kalıyor.

​Yazar bu çocukluk arkadaşının ileriki yaşlarda bir düşünce evrimi geçirip geçirmediğini bize söylemiyor. Bir ihtimal, ailesinden öğrendiği dini sözleri etrafta satmayı seven bu çocuğun, büyüdüğünde iştah konusunda fikirlerini değiştirmiş olması ya da durumu daha ileri götürüp bir radikale de dönüşmüş olabilir. Kim bilir, belki aşkıncı görüşe sahip olmaya devam ederek aynı zamanda “sevinçte kalmayı” da başarmıştır. Her hâlükârda, aşkıncı görüşle iştah arasındaki bağlantıyı bir çocuğun gizemli iç dünyası üzerinden örneklendirmek pek anlamlı gelmedi bana.

Sonuç Her Zaman Sadece Keder midir? Pek Sanmıyorum.

Yazar bu dünyaya sadakatimiz azaldığı ölçüde bir “öte”ye hayranlık duymaya başladığımızı iddia ediyor. Ama bu azalmanın ölçüsünü ve hayranlıktan kastettiği şeyin ne olduğunu söylemiyor. Üstelik “biz” diye tarif edilen kitlenin kim olduğunu da bilmiyoruz. Aşkıncılık bölümünde anlatılan Ruhi Bey ve tandır kebabı anekdotundan sonra varılan sonuç da yukarıdakine benzer bir müphemliği içinde barındırıyor. Yazara göre, bu dünyaya ve hayata sadık kalmakta ısrar eden Ruhi Bey’in aksine, bizler (kimler?) bu dünyayı ve hayatı öteleyen varsayımlarla bedbaht olmayı seçmişiz. Peki, öyle olsun.

Roman Kahramanları 

Çetin Bey insanların kişilik özelliklerini, meşreplerini, yetişme koşullarını dikkate almadan düz bir insan modusu çiziyor ve bize Zorba’yı örnek gösteriyor. Yazarın dediğine bakılırsa, Kazancakis’in bu ünlü romanının, Spinoza konusunda kafası karışık olanları zihinsel bir berraklığa ulaştırması garanti. Ama burada bir sorun var: Balanuye’nin önümüze koyduğu “her an dans etmeye hazır” ve “müzisyen” roman kahramanı (veya onun model alındığı kişi) şüphesiz bu sevincini Spinoza okumasından değil, anne babasının ona aktardığı genlerden alıyordu! Yazar bize teminat veriyor, ama kitapta Zorba’nın yaşama biçiminin ve hayata bakışının Spinoza öğretisiyle ilişkilendirilmesi biraz eğreti duruyor. Hem 2019 Türkiye’sinde her an dans etmeye hazır bireyler bulmak o kadar da kolay olmasa gerek, tabii, sıkı bir Tic Toc takipçisi değilseniz!

Aynı şekilde, Hermann Hesse’nin Çarklar Arasında romanındaki manastıra gönderilen çocuğun öyküsünün (yine bir uç örnek!) bizim bugün Spinoza okuyarak sevince dönüşmemize nasıl bir katkı sağladığı havada kalıyor. Nitekim, ilerleyen sayfalarda  yazarın Melville’in Billy Bud adlı romanından yaptığı alıntı bu söylediklerimizi destekler nitelikte:

Claggart, romanın bir yerinde şöyle betimlenir: “İçindeki kötü karakter sert talimlerden, ayartıcı kitaplardan, ahlaksız bir yaşamdan kaynaklanmıyordu, onunla doğmuştu, özünde vardı; kısacası doğa uyarınca meydana gelen bir ahlaksızlık örneğiydi.”

Görüldüğü gibi, burada, bir roman kahramanının içindeki haset duygusu onun karakterine, özüne bağlanırken, bir diğerinin sahip olduğu “müzisyen neşe” -nedense- Spinoza’yı anlamanın bir teminatı olarak önümüze sunuluyor.

Özgür İrade Üstüne Varsayımlar

Dediğim gibi, Balanuye “biz” öznesini sıklıkla kullanıyor: Şöyle düşünürüz, böyle algılarız… Ama bu bulgulara nasıl ulaştığını temellendirmiyor. Kitabın özgür iradeye ayrılan sayfaları “… benimsemiş görünüyoruz, “… dönüşmüş görünüyor,” diyerek geçiyor. Aslında kitabın iddiası, Spinoza’dan hareketle, insan zihnini çevreleyen ve bu yüzden kurtulmamız gereken birçok varsayımımız olduğu. Çünkü bu varsayımlar sevince engel oluyorlar. Ama yazar “görünüyor” diliyle meramını anlatırken pratikte kendi iddiasını da varsayımlar üzerine kurmuş oluyor:

… Oysa biz sıradan insanlar günlük yaşamlarımızda ahlaki yargı, tutum ve ilkelerimizde büyük ölçüde özgür irade sahibi varlıklar olduğumuz varsayımını benimsemiş görünüyoruz. Kendi yaşamlarımızın mutlak kaptanı olduğumuz fikri vazgeçemeyeceğimiz kadar güçlü bir tutkuya dönüşmüş görünüyor: “Özgür iradem varmış gibi hissediyorum, öyleyse vardır!...” der gibiyiz.

Kitap, insanlara hayatlarında özgür iradenin belirleyiciliği ile ilgili düşüncelerinin sorulduğu bir çalışmanın ya da anketin sonuçlarını içermediği için eldeki verilerin yazarın sezgilerinden ibaret olduğuna hükmetmek kaçınılmaz oluyor. Dolayısıyla okuyucu, yazarın elindeki “görüntülerden” mahrum bir şekilde sayfalar arasında yolunu bulmaya çalışıyor. Bir iki yerde ironik olarak, “baykuşlara soramadığımıza göre…,” “günebakanların fikrini alamadığımız için…” diyen yazar, özgür irade gibi çok cevaplılığa açık bir konuyu kendi varsayımları üzerinden işliyor da işliyor.

İnsanların herhangi bir konudaki düşüncelerini (burada, özgür irade konusundaki düşüncelerini) onların kişisel deneyimlerinden ve toplumsal ve kültürel bağlamlarından ayırmak mümkün olmadığına göre, genellemelerin ve kestirme önermelerin pek işe yaramayacağını düşünüyorum ben. Diyelim Norveç veya Malezya halklarının ve hatta bu toplumlardaki ayrı ayrı bireylerin özgür irade konusuna bakışlarının homojen olduğu söylenebilir mi? İçinde yaşadığımız coğrafyada, özgür irade konusundaki genel algının ve pratik söylemin sayın Balanuye’nin tarif ettiği şeyle uyuştuğunu söylemek zor. Toplumumuzu oluşturan bireylerin, şu ya da bu sebeple, “kendi seçimlerimizin kaptanı olmadığımız hakikatiyle yüzleşmek” gibi derdi yok bana kalırsa. Yakın çevrenizi, aile büyüklerinizi şöyle bir düşünün: Acaba mutlak bir özgür iradeye sahip olduğunu ya da hayattaki seçimlerinin tek patronu olduğunu iddia edecek kaç kişi bulacaksınız? O kadar ki, içinde yaşadığımız kültürel dokuda, irade ve kader gibi mevzular kimi zaman hakkında uzun boylu konuşulmayacak kadar derin bulunur, konu açılınca bir yerden sonra susulur. Bu bakımdan, yukarıdaki ‘Vazgeçemeyeceğimiz kadar güçlü bir tutku’ ifadesinin -kağıt üzerindeki etkisini kabul etmekle beraber- sahadaki gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum.

Esinti Melteme Dönerken Hayat Kaçıyor

Kitabın dilinin belli bir düzeyi tutturduğunu ilk paragrafta ifade etmiştik. Zaten yazar da giriş kısmında bizi, elimizdeki kitabın şu pek moda olan “kendine yardım” kitaplarından olmadığı konusunda uyarıyor. Fakat metnin içinde bu uyarıyı boşa çıkaran yerler de yok değil! Balanuye’nin etkili üslubu -hiç de ihtiyacı olmadığı hâlde- bazen kişisel gelişim kitaplarındaki hafifliğe doğru bir eğilim gösteriyor:

Mesaiye yetişmek için koşan kalabalıklardan kaçı, havadaki esintinin uysalca yumuşayıp ince bir melteme dönüştüğünü fark edebilir? Döviz kurlarındaki tek kuruşluk değişimi fark etmeye memur edilmiş hangi göz, her gün yürüdüğü yoldaki ağacın  meyveye durduğunu görebilir?... Biz hızlandıkça bizden kaçan şeydir hayat.

Doğrusu, Üstünde Durulabilir Bir Teklif

Ben aslında kişisel olarak –tabii, anlayabildiğim kadarıyla- Spinoza’nın öğretisine veya Balanuye’nin teklifine o kadar kapalı değilim. Felsefeyi bir ilgi alanı olarak görenler için, konunun derinliğinin daha fazla okuma ve araştırma talep ettiğinin de farkındayım. Ama Spinoza’nın sevincinin nereden geldiği konusunda yazarın öne sürdüğü argümanları ve örneklendirmeleri çok ikna edici bulamadım.

Başlık görseli Nazario Graziano'ya aittir.
​Slider'da yer alan resim ise Samuel Hirszenberg'e aittir.

0
16022
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage