Kahramanım Kuzgun’un hayatını gökkuşağının her bir renginden anlatıyorum. Çünkü gökkuşağının renkleri, beyazın kırılmasıyla mümkün. Kırılmak saflığın, beyazın doğasında var. Beyaz kırılmadan renkler, yani hayat olmuyor.
Ekin Urcan hayatıma ilk romanım En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’ın güzel okuru olarak girdi. Hemen sonra tanıdığım en güzel insan oldu. Henüz bir yıl sonra ise ikinci romanım Kırık Beyaz’ın hayran olduğum çizeri idi.
Biz, Kırık Beyaz’ın iki emekçisi, romanın baş kahramanı Kuzgun’u, İstanbul’u, melodramatik huyu suyu, çizgilerle öykünün yolculuğu, kapağın macerası üzerine günlere yayılan bir sohbet ettik. Sohbet önce Tünel’de başladı.
Can Gürses: Aa Ekin, şu akordeoncu amca benim roman kahramanım mı acaba?
Ekin Urcan: Aa evet!
Öykü mavisi gözleri, eski zaman kasketi, fitilli kadife pantolonu ve Fransız nağmelerini büyüten akordeonu ile yamacımızda durup bize unutulmaz bir sahne hediye eden amcanın şarkıları ilk sorulardı. Birazdan başlayacak yağmur, ilk cevapları verecekti. Kaldıkları yerden biz devam ediyorduk.
Kırık Beyaz’ı ilk okuduğunda neler hissetmiştin?
Çok etkilenmiştim. Çok acayip, bambaşka, ilk defa tattığım bir yazın şekliyle karşı karşıydım. İçim içime sığmadan, sayfaların ardı ardına akmasını bekliyordum. Sanki kendi hayatımı yaşamıyor da karakterlerle birlikte onların dünyasında yaşıyordum. Uzun zaman hayatla kurmaca iç içeydi. Tabii bunda yazarın güzelliğinin de etkisi büyük...
Aşkolsun! Fakat cümle alem okuyacak bu söyleşiyi.
Ne olacak? Hem ben senin değil yazarın güzelliğinden bahsediyorum.
Pardon! Cümle alem dediğime de utandım... Cenk Taner’in deyişinle, “uçsuz bucaksız azınlık” okur bizi okursa, değil mi?
En güzeli!
İlk romanımla karşılaşmanı anlatır mısın?
En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’ı kitapçıda gördüğümde sanki içimden bir ses bu kitabı almam gerektiğini söyledi. Yorgun bir iş haftasının sonunda, bir Cuma gecesi romanı okumaya başladığımda haklı olduğumu gördüm. Daha önce böyle bir şey okumamıştım. Dayanamadım seninle tanıştım.
Neden birden acıkmıştık. Kendimizi Galata Köprüsü’nde bulduk. Rüzgarlı bir bahar akşamıydı. Söyleşi ertesi güne kalmıştı. Ertesi gece, bilgisayarların başına oturduk. Ekin Kadıköy’de, ben Teşvikiye’de. Yazışarak söyleşmeden evvel merasime çıkacak iki çocuk gibi heyecanlıydık.
Aynı müziği mi dinlesek?
Olmaz o zaman ortak akıl olur.
Sizi bilmem ama ben Nick Cave dinliyorum, ayrıksı akıllım...
Söyle bakalım... Kırık Beyaz’ın hikayesinin ilk ortaya çıkışı nasıl oldu?
Her yeni kitapta yeni bir öykü anlatmak kadar yeni bir edebiyat olmayı isterim. Kırık Beyaz’ın edebi manada ortaya çıkışı bir insanın hayatına odaklanan bir “kahraman” romanı yazma arzumdur. Kahramanım gökte ararken hayalimde buldum. Kuzgun’u bilince romanın Beyoğlu odaklı dünyasını keşfettim. Gerisi, içinde sadece benim ve hayali karakterlerin yaşadığı o dünyada evlere şenlik bir yalnızlık...
Kuzgun’da insanların arasından ayrışmasını sağlayan, ona adeta süper kahraman edası katan kişilik özelliklerini görüyoruz... Nasıl başladın bu karakter idealini oluşturmaya?
Saflığı anlatmak istiyordum. Bu dünyada saf kalabilmenin mümkün olup olmadığını... En çok saf, iyi, dürüst insanlar hayata maruz kalıyor. Böyle insanların hem oldukları gibi hem de hayatın içinde kalması sadece masallarda mı mümkün, sorusunun yanıtını bulmak için Kuzgun’un hayatını (çocukluğunun, yalnızlığının, annesinin, sevgilisinin, gençliğinin, dostlarının, battaniyesinin, toprağının ve daha nicesinin dilinden) gökkuşağının her bir renginden anlatıyorum. Çünkü gökkuşağının renkleri, beyazın kırılmasıyla mümkün. Kırılmak saflığın, beyazın doğasında var. Beyaz kırılmadan renkler, yani hayat olmuyor. Renklerden geçip siyaha sürüklenirken beyazın aldığı halin romanıdır Kırık Beyaz.
Uzak diyarın yalnızlığını, saflığını şehirle temas ettirdiğimizde neler olacağını da gösteriyorsun. Sen neredesin?
Ben, ana dilim olan İstanbulluyum. Nerede olursam olayım İstanbul’dayım. Sanırım her yere, her şeye, herkese İstanbul’dan bakıyorum.
İstanbul’un ülkemizin uzak doğusuyla arasında neler var?
Bundan iki sene önce Ermeni-Türk dostluğunu amaçlayan bir proje için Muş’a gitmiştim. Muş’ta bizi görmemiz gereken yerlerde yapmamız gereken tartışmaları yaptırırlarken bilmediğim sokaklara kaçmıştım.
Böyle her şeyden kaçar mısın?
Her şeyden değil ama gruplardan evet. Tek kişinin dediği şeyi yapan güruhun sessiz bir herhangisi olmaktan huzursuzluk duyarım. Uyumsuzluk fıtratımda var.
Yazarın kaderi mi yoksa tek olmak?
En güzeli çizeriyle tek olabilen yazar olmak.
Ağzına sağlık! Muş sokaklarına dönelim...
Belli yerlerin dışında gezmeniz doğru değil, deniyordu. Fakat Muş’un her sokağında bir çocuk dolanıyorsa ben de dolanabilirdim. Benim canım onlarınkinden tatlı değil ya... Böylece çocuklarla tanıştım, konuştum. Hikayelerini anlatanları dinledim. Fotoğraflarının çekilmesini isteyenleri fotoğrafladım. Onlara tek tek var canımla sarıldım. Kuzgun’da tüm o çocuklardaki kara saflık var.
Birden Ekin’in evinde elektrikler gider. Ekin’in telefonunun ve bilgisayarının şarjı bitmek üzere. Belli konularda konuşmamızı istemeyen güçlere inat söyleşmeye devam...
“Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” zihniyetinin bencilliğini Muş’ta gözlerimle gördüm. Bugün Doğu’da yaşananlara bakınca da acıyla ve utançla emin olduğum şey, İstanbulluların kendi güvenliklerinden ve huzurlarından başka hiçbir şeyi düşünmedikleri. O uzak diyarları bizim köyümüz diye sahiplenirken, kendi güvenli çemberimizde sadece kendi huzurumuzu gözeterek memleketimizin uç diyar insanlarının ve hikayelerinin yok olmasına biz sebep oluyoruz.
Kuzgun buralara uçmasa ne olurdu, köyünde daha mutlu olur muydu? Ya da mutlu olmasını istedin mi hiç yazarken?
Kuzgun İstanbul’a gelmeseydi diye bir şey olamaz. Kuzgun İstanbul’a gelecekti. Hayatın suyu tek yoldan akar çünkü. O yol da insanın hikayesinin kaderidir. Babası öldürülen Kuzgun’un annesi, 17 yaşındaki oğluna “Bir daha asla sana bunu yapmalarına izin verme” derken (Kuzgun’umun öyküsünde, Edgar Allan Poe’nun Kuzgun’unun defalarca yinelenen dizesi “birdahaasla” yankılanmasa olmazdı) mücadeleyi öğütlüyor fakat bu mücadeleyi köyünde canıyla vermek yerine büyük şehirde aklıyla vermesini istiyor. Öykü 95’te değil de on yıl sonra günümüzde geçiyor olsaydı annesinin öğüdü değişebilirdi. Fakat bütün öğütlere, engellere rağmen insanın hikayesinin kendi yolunu kendisi belirlediğine, insana da yaşamak düştüğüne inanıyorum... Kuzgun’un İstanbul’da mutlu olmasını ne kadar istediysem de Kuzgun istemedi. Köyünü bırakıp kaçtığı bilinci kendini hep suçlamasına ve nihayetinde trajik bir ironiyle bu “bırakıp kaçma”yı tavır haline dönüştürmesine sebep oldu. Mutlu olmaya gücü kalmadığını, dahası hakkı olmadığını hissetti. Sence? Mutlu olmak istedi mi Kuzgun?
Kuzgun duygu insanı. Plan program yapmadı.
Ve aşık oldu. Niye aşık olduğu kızla birlikte olmadı?
Çünkü tek başına var olabiliyordu.
Aşk, tek başına var olamayanların bahanesi, sığınağı mıdır?
“Belki de” yazmıştım. Telefon hata verdi, gönderemedim.
İyi etmiş. Akıllı ya!..
Aşk demişken... Kırık Beyaz’da aşkta olsun yalnızlıkta olsun hep o eski melodramların tadı var. Nereden geliyor bu sevgi?
Dedem Muharrem Gürses, Türk Sineması’nın en çok sayıda film çekmiş yönetmeni olmasının yanı sıra bir melodram ustasıdır. Bendeki bu melodram müptelalığı demek genetik. Çocukluğumdan beri iflah olmaz Yeşilçam seyirciliğimle de melodram damarım dallanıp budaklanmış.
Sanırım Muharrem Bey’in sonsuz yazma tutkusu da sende artık?
Öyle. Hastanede son gününde bile senaryo yazıyormuş...
Yazmak, hikaye yaratma becerisi genetik olsa gerek. Peki sence bu hikayelerin de nesiller arası aktarımı olabilir mi? Yani seçtiğin karakterler ve yaptıkları belki de dedenin gençliğinde karşılaştığı kişiler ve eylemlerdi?
Düşüncesi bile güzel! Belki de Kırık Beyaz’ın Bahtiyar’ı -yani Emek Sineması’nın kapanmadan evvelki program şefi- dedemin bir filminde okkalı bir söz söylüyordur, belki de bizzat görüntü yönetmeninin kendisidir, kim bilir! Beyoğlu zaten böyle bir yer. Beyoğlu kişileri, zamansız öyküler arası göç eden kahramanlar. Yazmak, eski zamanda başlamış bir oyuna devam etmek gibi... Gerçekten bile büyük bir oyun sanat. Zaten roman, akıl oynatma sanatıdır. Tıpkı resim gibi... Bilirsin.
Beraberce ve hayatla geçmiş bir Cumartesi gününün son saatlerinde söyleşimize devam ediyoruz... Sokaklar kalabalık. Biz daha kalabalığız.
Kırık Beyaz’a ilişkin en sevdiğin ve en sevmediğin şey ne oldu?
En sevdiğim yanı çizimleri yapacak olduğumu öğrenmem. Sevmediğim bir şey olmadı.
Önce seni “ideal okurum” olarak tanıdım. Baktım aslında ideal çizerim de sensin. Böylece senden kitabımı okumanı istedim. İlk kitabım bizi birbirimize buldurmuş oldu.
Üçüncüde neler olacak kim bilir...
Peki, söyle bakalım, Kırık Beyaz’ın çizeri olmak nasıl bir duygu? Nasıl bir süreçti Kırık Beyaz’ı çizmek? Her gününe birebir tanık olduysam da dinlemeye can atıyorum!
Senden bu isteğin gelmesi çok sevindiriciydi. Sahnelerin çizgi dünyasına geçmesi çok zor iş. Her bölüm başına ve her anlatıcı değişikliğinde bir desen olsun istedin. Bölüm başına nasıl çizeceğimi düşünürken, her bölümü defalarca okuyup hem onun bir karesini hem de tüm duygusunu görebilmeye çalıştım.
Çizdiğin tüm desenler bir kareden yola çıksa, bir ana odaklansa da tüm bölümün ruhunu, tonunu, atmosferini yansıtıyor. En az benim kadar geveze tarama ucuyla ve siyah mürekkeple A4 kağıtlara çizdiğini de söyleyelim her bir deseni. Neden bu malzemeyi tercih ettin?
Kitabın kağıdı, basımı falan siyah-beyazı gerektiriyordu. Her zaman kullandığım malzeme mürekkeple tarama ucu ama özellikle seçilmesi hem yazarımın dijital çizimleri reddetmesi hem de mürekkep aşığı olmasından.
Niye sence bunca çok seviyoruz mürekkebi? Mürekkebe bulaşmaya niye bu kadar ihtiyaç duyuyoruz Ekin?
Mürekkep balığı genleri taşıyoruz sanırım.
Yeni bir burç yarattın! İnternetten görsellerine bakıyorum da... Kafasından bacak çıkıyor. Sen çizmişsin gibi. Ömürleri kısa, gelişim süreleri hızlı olurmuş. Rengi, deseni, davranış şekli de çabuk değişirmiş. Sonracıma... Avını hipnotize edermiş. Neyse! Üstümüze alacağımızı aldık. Kışımızı sıcak eden çizim günlerine dönelim...
Sonu gelmeyen günler geceler boyunca kitabın içinden kelimeleri çıkarıp önce tek tek harflere ayırdıktan sonra harfleri de eğip bükerek elde ettiğim bir sürü çizgiyle oluştu resimler. Çizme sürecinde seninle bol bol konuştuk. Her çizgide cümlelerin var. Belki de şimdiye kadar en zorlanarak yaptığım iş oldu. Tatlı zorluk... Sevdiğin bir kitabı çizmek, gerçekten hakkını vermek zorunda olduğunu hissettiriyor. “Oldu” dediğim noktayı yakalayana kadar uğraşı sürdü.
İnanır mısın en beklenmedik anda karşıma koyuverdiğin çizimlerini gördüğümde her defasında şunu hissettim: “Tam da benim yazdığım gibi!”
Neden kitabında çizim olmasını istedin?
Resimli kitap okumayı çok sevdiğim için. Resimli kitaplarda, öyküyü resimden okumak değil de resmi öyküye göre okumak heyecanına kapılırım. Hayal gücümün öykünün resimlerine nasıl uyum sağlayacağını, nasıl meydan okuyacağını merak ederek okurum resimli kitapları. Resimler, o masal diyarının gerçek olduğunun kanıtıdır. Kırık Beyaz da hem gerçekçi hem masalsı bir roman. Senin çizimlerin de öyle. Romandaki masalsılık gibi; gerçeküstü değil gerçekçi bir masalsılık!
Masalsılıktan gerçeğe geçiveren ya da gerçeği okurken çizime baktığında vardığın masalsı diyarlar çizimle yazının uyumunu ortaya koyuyor. Sanırım bunu biraz yapabildik?
Hem de nasıl! Çizimlerin öyküme ne de güzel yoldaşlık etti...
Ne mutlu bana!
Çizimlerin yanı sıra kitabın kapak tasarımı da sana ait. Onun için de az emek sarf etmedin.
Her şeyiyle kitap içinde uzun zaman geçirdikten sonra edindiğim ruh haliyle kitabın aklımdaki somut haline yakın bir tasarım uyguladık. Hayalimdeki kapakta Kırık Beyaz, adın, logolar falan hiçbir sözel ayrıntı yoktu. Salt renklerin iç içeliğiyle bir dikdörtgen prizma şeklinde canlanıyordu Kırık Beyaz’ın zihnimde kitap olmuş hali. Ne yaparsın ki endüstri tüm bu sözel ayrıntıları kapakta sunmak zorunda bırakıyor bizi. Biz de en olacak şekliyle ekledik... Belki de grafik tasarımını ele aldığım işlerde hiçbir zaman en sevdiğim alternatifin seçilmemesi hep aklımdaki o en üst süzgeçten akmış tasarımı uygulamamdan.
Biraz daha anlatsana...
Satış odaklı bir işlevsellik gereksinimi özgürce tasarım üretilmesini engelliyor. Sadece renklerden oluşan bir kapak kompozisyonunu (üzerinde adı sanı olmadan) hiçbir yere kabul ettiremezsin.
Kitabın adı olmadan kitap olur mu?
Olabilir.
Yazarın adı olmasa tamam da kitabın bir adı olmalı bence...
Sanırım benimki daha çok, çoğunlukla görsel düşünen tasarımcı bencilliğiyle açıklanabilir. Bazı şeyleri içerde saklayıp, kapakta okura başka yaklaşmak... Hatrı sayılır bir tasarımcı olduktan sonra bile böyle bir fikri kabul ettirmek için emek sarf etmem gerekir. Hayali bile güzel.
Belki bir gün resimlerinin o benim sevdiğim gibi büyük boy, şaşaalı kağıtlara basılmış bir kitabı yapılır; yapılacaktır. O vakit o kitabın kapağında hiçbir sözcük yazılmaz. Gerekçe olarak da bu söyleşi gösterilir!
Her şey olabilir! Madem söyleşi biter gibi oldu... Sana merak ettiğim bir soru: Kırık Beyaz nasıl biter oldu senin için? Yoksa başta bitirdin de üstüne yazması mı kaldı? Neler oldu da bitti bu roman?
Kırık Beyaz’ı ilk okuduğunda neler hissetmiştin?
Kırık Beyaz az kalsın bitmiyordu. Çünkü romanın içinden Gezi geçti. Sona lügatımdaki 7 harikanın (Güneş, Gökyüzü, Deniz, İstanbul, Rüzgar, Zaman, Aşk) konuştuğu ara bölümleri yazmayı bırakmıştım. Bu bölümleri Gezi Parkı’nda yazmaya çalışırken ne kadar yalnız ve berbat hissettiğimi anlatamam. İnsanlar kalabalık, umutluydu bense bir ıhlamur ağacının gövdesine yaslanmış, her bir yaprağının üstüne titreyerek romanımı yazarak özgürlüğün tadını çıkarmaya çalışıyordum. Ama sözcükler boğazıma diziliyordu. Parmaklarımın ucu kasılıp kalıyordu. Akıl almaz derecede umutsuz, karamsar ve tenhaydım. Bütün bu hislerim için edebiyatı suçluyordum. Birkaç gün sonra yaşanacak ürkünç olayların geleceğini ön görebilmek, beni özgürlüğün anlık rüzgarına kendimi bırakmaktan alıkoyuyordu. Edebiyat benden anlarımı çalıyor sanırım. Her şeyi bir bütün olarak görmek ve şimdiyi hep öncesi, sonrasıyla öykülemek hastalığı, o anı gerçeklik olarak hayattan soyutlama ve hayat namına yaşamaktan yoksun bırakıyor beni. Beni onca yalnız, inançsız ve bedbaht ettiği için edebiyata küsüp, “bu roman tüm bu canım direnişin yanında bir hiç” diye hissedip, Kırık Beyaz’ı tamamlamama kararı aldım. O dönem ne yazdıysam yok ettim. Çok da sevdiğim bir defterin sayfalarıydı. Ağaçlara ayıp ettiğimin farkına bile varmadım edebiyata öfkemle sayfaları yırtıp atarken... Derhal korktuğum başımıza geldi. Gezi Parkı korkunç bir usulde boşaltıldı. Rüyalarımda sarılıp hayal çektiğim çocuklar bir bir vuruldu. Sen iyi bilirsin, vücudumun hızla ruhumun kılığına bürünüp kendini hasta etmeye mest olduğunu... Hasta oldum tabii. Kendimi yararsız ve aciz hissettim. Aklım her zamanki gibi hastayken geldi başıma. Bu destansı Gezi Direnişi’ni, saflığına küstürülen Kuzgun’un öyküsünü anlatarak kendi dilimde bir başıma sürdürmekten başka çarem olmadığını anlayıp çatı katına kapandım. Üç günde tüm ara bölümleri yazdım. Ölümler çoğalıyordu. Kitabımı Gezi’de canından edilenlere ithaf edecektim. Elimden yalnızca anlatmak geliyordu. Anlatmak en çok da anlatamamaktır. Can havliyle son okumaları, düzeltileri yaparken sanki romanımla ülkeyi kurtaracaktım. Kendimi sözcüklere boğarak yas tuttum. İthafımı her gün güncellemek durumunda kalıyordum. Roman bittiğinde iki gün konuşamadım. İçerden dışarıya geçmekte zorlandım. Sözcüklerin yazılmayan hallerini bulmak zul geldi. Kekeledim. Dünyaya dönmek, elimde sadece müdahale edemediğim tek bir dünya kaldığını idrak etmek beni yordu. Zamanla, ağır ağır sözcükler yamacıma geri döndü. Kırık Beyaz tamamlandıktan iki yıl sonra, Nisan 2015’te yayımlandı. O gün bugündür hakkında hemen hiçbir şey işitmedim. Sanırım kimse okumadı kitabımı. Diyeceksin bak o kadar kendini hırpalayıp, canına okuman gerekmiyormuş. Öyle değil... Çünkü ben Kırık Beyaz’ı bitirdikten tam bir hafta sonra ilk romanım En Güzel Günlerini Demek Bensiz Yaşadın’ın yayınlanacağı haberini aldım. Romanlarım aralarında öyle anlaşmışlar herhalde. En güzel romanımı demek ilk romanım çıksın diye tamamlamayacakmışım! Bak şimdi yazmakta olduğum romanım, İstanbul’un yüzyılını anlatma çılgınlığıyla aklımın oyunlarına kapıldığım Ölüyordum Geçerken Uğradım bana gücendi. En güzel romanımın hangisi olduğuna ben değil elbet bir gün buluşacağım okurum karar vermeli, öyle değil mi?
Haklısın. O halde bana ve okurlarına sabırsızlıkla Ölüyordum Geçerken Uğradım’ı beklemek düşüyor.
Madem öyle, müsaadenizle romanıma dönüyorum.