Evrensel Kitabevinde görürdüm onu. Görürdük. Biz. İkibiz. Ömer Ateş ve ben, bazen de üçbiz, Erkut da olurdu. Evrensel, Ankara’da Kızılay’da Mithatpaşa caddesini döndüğümüz yerdeydi. Biz kitap alırdık, Ankara’da hep öğrenciydim, üniversiteye giderken bazı arkadaşlarım da oradan kitap aldıklarını söylerlerdi, ben onlar kadar çok almamış olurdum. Param yetmezdi o kadarına. Sonra anlattılar, anladım diyemem doğrusu onlar anlatıncaya kadar. Sovyetlerin Progress yayınları orada satılırdı İngilizce olarak, arkadaşlar onları parasız alırlarmış, yürütürlermiş. O zamanlar şimdiki gibi güvenlik sistemleri yok, kameralar filan yok elbette. Benim de cebime bir-iki kez yanlışlıkla kitapların girdiği oldu, onlar küçük kitaplardı, birinin üzerinde tarihi, yeri ve kitabı cebime koyanın adı yazar, Varlık’tan çıkan küçük boy bir Dostoyevski kitabıydı, Batı Notları olabilir, cep kitabı cebime girmiş oldu, biri de uzun, ince bir kitap, yakışıklı bile diyebilirim, galiba Bilgi yayınevinin bir kitabıydı o da, Kafka’yla Konuşmalar olabilir. Ahmet Tevfik Küflü’ye kızmıştım, biz, ikibiz ya da üçbiz, Ankara Sakarya’daki Bilgi Kitabevine girip uzun uzun kitaplara bakardık, karıştırırdık, saçımızdan sakalımızdan mı ne şüphelendi, belki de kitabevinde çok uzun kalmamızdan, bir keresinde bize hırsız muamelesi yaptı, çok kızmıştım ona, öyle kızmıştım ki, onun yüzünden kitap hırsızı bile olabilirdim, onuruma dokunmuştu, ağrıma gitmişti, öç almak amacıyla değil ama, ‘ondan habersiz’ alabileceğim en küçük şeyi almıştım. Başka da yapmadım, ilkini Eskişehir’de ortaokul öğrencisiyken bir arkadaş cebime atmıştı zaten. Progress yayınevinin kitaplarını yürütmeye ise gerek yoktu, çünkü o zamanlar devlet baskısı marksist kitaplar okumaya gönül indirmezdik, hem de Sovyetik değil Batini marksistlerdendik. Hem de ne ‘ilerlemeci’ ne ‘kalkınmacı’ydık, ruhen sosyalist bile sayılabilirdik, ne benzetmek ne de övünmek gibi olsun, ‘mistik anarşist’ gibi bir şey demektir bu da Unamuno’nun demesiyle.
Serpil hanım vardı Evrensel’in sahibi, kocasıyla birlikte işletirlerdi kitapçıyı. Adalet Ağaoğlu’nu ilk onun yanında gördüm sanırım. 45-50 yaşlarındaydı. Sonradan ODTÜ-ÖTK Edebiyat Kulübü olarak düzenlediğimiz Hikaye Günlerinde Fakir Baykurt, Aziz Nesin, Demirtaş Ceyhun gibi başka öykü yazarları ve romancılarla birlikte ODTÜ Kampüsünde, söyleşi ve imza gününde ağırladık, ‘Ankara’nın Adalet’i’, o yüzden biraz ‘bizim Adalet’imiz’ demek gibidir, doğrusu İstanbul’da daha çok karşılaşmamıza rağmen, ben onu hala Ankara’da sanırım. Sanırım o da...
Kimin saptamasıydı aklımdan çıkmış, olasılıkla “Yön-Devrim Hareketi” üstüne yazdığı kitapta Gökhan Atılgan, Doğan Avcıoğlu ve arkadaşlarını ‘Mustafa Kemal’in öz evlatları’ olarak niteliyordu.
Dikkat çekici bir saptama, Avcıoğlu’nun kemalist mi marksist mi, sosyalist kemalist mi kemalist sosyalist mi olduğu hep tartışılagelir ya, hani kemalist yanı ağır basan bir sosyalist demek daha doğru olabilir. Kemalizme toz kondurmadığı filan sanılır ya, aslında öyle değilmiş, tam tersine ‘öz evlat’ olunca daha içerden, daha hakiki, ve daha sert eleştiriler yapma imkanı doğarmış, bunlardan birinde Avcıoğlu Mustafa Kemal Paşa’yı ‘fikir keşmekeşi’ içinde olmakla eleştiriyordu mesela. Hem emperyalizme kapitalizme karşı mücadele vermek gerektiğini söylüyor, aynı zamanda da milyonerler, milyarderler yaratmaktan bahsediyor diye. Bunun gibi başka şeyler de var.
Benzetme biraz dolaylı oldu olmasına da iyi yanı yine Ankara üzerinden olması. Doğan Avcıoğlu Ankara’da, Paşa Ankara’da, Adalet Ağaoğlu Ankara’da ve en önemli yapıtı olan Cumhuriyet Üçlemesi de tabii Ankara’da geçiyor. Taşranın Ankara’yı eleştirmesiyle, İstanbul’un kötülemesi tümüyle bambaşka şeylerdir, birinde korkuyla karışık bir saygı, ikincisinde küçümsemeyle karışık bir nefret vardır adeta. En sıkı eleştiri içerden yapılan eleştiri galiba, Ağaoğlu’nun romanları da bunun en çarpıcı, en çıplak, en hakiki örnekleri.
“İntihar etmeyeceksek içelim bari!” Romancılarda da, bilhassa şiir seven, bazen şiir gibi okunan romancılarda da ‘şair sezgisi’ demeyeceğim, ama bir ‘şiir sezgisi’ oluyor. Adalet Ağaoğlu da asıl ‘1980 Yüzyılı’nın açılış cümlesi olarak gördüğüm bu cümleyi erkenden, 70’lerde söyleyerek bir ‘Ankara sezgisi’ne, ‘şiir sezgisi’ de denebilir sahip olduğunu gösterdi. Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi, Hayır...
Bütün kitaplarını okumuştum, sırasıyla. Eskiden öyle yapardık, çalışkan yazarların, çalışkan bir liseli kız gibi hem güzel, hem titiz, hem de görev ve sorumluluk duygusu ve bilinciyle yazanların, o kızlar da Tanpınar’ın romanlarında kaldılar sanırım sonra da Adalet Ağaoğlu’nun romanlarında doçent Ayseller oldular, romanları, öyküleri de aynı duygu sırasıyla ve aynı çalışkanlık tutkusuyla okunur. Ben de Adalet Ağaoğlu’nu benzer bir çalışkanlıkla okudum ve çalıştım. Yazarından okuruna geçen duygulardan biri de ona layık olmaktır. Cemal Süreya’nın şiir Türkçesiyle Gönül ki Yetişmekte dediği Flaubert romanı aklıma geldi, bazı yazarlar okurunu öyle yetiştirir: Okur ki Yetişmekte duygusuyla yetiştirir, öyle ki bazı dönemleri, hele olay Türkiye’de geçiyorsa, onun yapıtlarıyla anlama, sezme alışkanlığına, bana kalırsa da ayrıcalığına kavuşursunuz.
Ağağoğlu’nun romanları öyledir, keşke daha çok yazsaydı, hala yazıyor olsaydı, son 30 yılı da yazsaydı sözgelimi, şu ‘1980 Yüzyılı’ diye diye diyegeldiğim zamanı da. Ben de onun romanlarının hem okuyucusu hem öğrencisi oldum, okudum ve çalıştım demem bundan. Hepsini okudum...sanırken meğer arada birini atlamışım, üstelik hiç kaçırmamam gereken bir romanını, Üç Beş Kişi’yi, ilkin Adalet Ağaoğlu romanı olduğu için, ikincisi de ‘olay Eskişehir’de geçtiği’ için. Çok sevdiğim bir sanayici, üstelik romanın başkişisi Ferit Sakarya, sosyaldemokrat bir sanayici olarak öne çıkan rahmetli Mümtaz Zeytinoğlu. Eskişehir’e değerli katkılarda bulunmuş ve bulunmakta olan Zeytinoğlu ailesinin genç yaşta yitirdiği bir üyesi. Romanı hayli gecikmeyle, ama Adalet Ağaoğlu imzalı olarak okudum.
10 yılı geçti, 2000 yılıydı sanırım, Adalet Hanım telefon etti ve Behçet Necatigil Şiir Ödülü jürisinden ayrılmak istediğini, yerine de beni önereceğini söyledi. Bu, Necatigil Ödülünü o tarihten 3 yıl önce kazanmış biri olarak benim için çok onur verici bir öneriydi. Hem Necatigil jürisinde yer almak hem de bunun Adalet Ağaoğlu tarafından öneriliyor olması. Heyecanımı pek de gizlemeyerek ve elbette seve seve kabul ettim. Bu benim için Necatigil Ödülünü iki kez kazanmış olmakla eşdeğer sayılır. 2011’de ayrıldım jüriden, ama Adalet Hanıma söylemedim, belki izin almam gerekiyordu ondan, öyle ya onun yerine girmiştim jüriye. Okuru, öğrencisi, ödül verdiği ve yerine önerdiği biri olarak Ankara’dan İstanbul’a, çok az da görüşsek bir serüven ortaklığımız olmuş meğer. Yine de “Gönlüm Ege’de kaldı” şarkısına benzeterek, bizden başka pek benzeten de bulunmaz ya, ‘Gönlüm Ankara’da kaldı’ demek isterim. Gönlüm Ankara’daki gençliğimde, öğrenciliğimde kalmadı yalnızca, bir de orada okuduğum yazarlarda kaldı, ki bunların da başında Adalet hanım gelir, bir de elbette Sevgi Soysal gelir. Onlar sanki herkesin ‘kalbini bağladığı Ankara kızları’dır.
75. doğumyılını kutlamak üzere bir yazı yazmıştım Radikal’de: “Ankara’nın Adalet’i”. Şimdi baktım da pek kısa bir yazıymış, orada da benzer şeyler söylemişim: “Ankara’yı sevseniz de sevmeseniz de, Türk edebiyatının büyük romancıları, hikayecileri ve şairlerinin çoğu Ankara’dan çıkmıştır. Sonradan İstanbullu olmak, Ankaralı olarak anılmaya engel değildir.” demiş, ve bir güzel Ankara savunması yapmışım, bilmem ki Ankara’nın hala benim gibi dostlarının olması iyi bir şey midir? Sonra sözü ne yapıp edip yine ODTÜ’ye getirip, oradaki “Hikaye Günleri”ne değinmiş ve bu kez de ‘devrim övgüsü’ yapmışım: “Devrim öncesi şaşaalı günlerdi, yapamadığımız devrimler de devrime sayılmaz mı, ‘devrime de yakışacak bir yazar’ diye düşünmüştüm onu dinlerken. Hala öyle düşünüyorum, bir gün mutlaka...” Ve bitirirken de sevdiğim başka kadın yazarların da adlarını anıp, cumhuriyetimizin bu büyük romancısını, Adalet Ağaoğlu’nu tek başına bir ‘roman cumhuriyeti’ olarak selamlamışım. Selamım bakidir.
Günlüklerini de okudum, rüyalarını da, göç temizliği yaparken boşalttığı çekmecelerin içini de. Beni en son sevindiren kitabı ise, çok sevdiğim, ve “Yüzlerce” de yakında bir portresini yazmayı umduğum Memet Baydur’la Mektuplaşmalar’ı oldu. ‘Sevgili efendim’, ‘canım efendim’ diye başlayan mektuplar, ‘Sevgili Memet’ hitabıyla alınan yanıtlar. Dostluklarının farkına varmamışım, çok şaşırtıcı ve çok sevindirici oldu kuşkusuz bu kitap, hele Memet Baydur’u yitirdikten sonra. Adalet Ağaoğlu beni bir kez daha böyle iki kere sevindirdi, ikisevindim. Turgut Uyar’ın ‘Sonsuz ve Öbürü’ şirinin ilk dizeleriyle teşekkür ediyorum Adalet Ağaoğlu’na: “En değerli vakitlerinizi bana ayırdınız/ sağolunuz efendim”