Bugüne kadar şiir, şiir eleştirisi, deneme, polemik yazılarıyla hatırladığımız Cihat Duman’ın ilk romanı Olay Beyoğlu’nda Geçiyor, gezi olaylarını da içine alan bir dönemde geçiyor ve Beyoğlu’nun ara sokaklarına mercek tutuyor. Romanla ilgili şair-romancıyla bir söyleşi gerçekleştirdik.
Üç şiir kitabından sonra bir roman. Şiirden romana geçiş nasıl oldu? Bir roman yazma fikri nereden geldi? Şiir yazmakla roman yazmak arasında ne türden farklar var sence?
Fikir diyemeyiz aslında. Kendimi içinde bulduğum şeyin roman olduğunu çok sonra fark ettim. Roman olduğunu anlayınca ciddiye almadım. Fakat iki yıl sonra metin tekrar beni çağırdı. Ben roman bilmem, dedim metne. Metin beni zorladı, bitirmeye uğraştım, roman olduğunu fark ettim. Şiir yazmak ile roman yazmak arasındaki tek bağlantı ikisinde de kelimelerin kullanılıyor olması. Fakat kelimeler su faturasında da kullanılıyor, biliyorsun. Şiirde kelimeler nesne gibidir. Nasıl resimde kırmızı rengi, tuval, fırça birer nesne ise şiirde de kelimeler manalarından kurtulmuş ve şiir oluşsun diye birbirine bağlanmış nesnelerdir. Gösteren ve gösterilen arasındaki kaygan ilişkiden faydalanır şiir. Romanda kelimeler bir şeyi anlatmak için kullanılır. Romancı kelimelerden faydalanır. Şiirde ise kelimeler şairden faydalanmaktadır. Benim için şiir yazmanın yanından bir de roman yazıyor olmak suda taş sektirmekteyken yanındaki arkadaşınla sohbet etmek gibidir. Alakaları yok. Kısacası, roman yazmak dışarıya masa atmaktır.
Romanın karakterlerinden başlamak istiyorum öncelikle… İzzet’le başlayan, Raif Bey ile devam eden hikâyede aniden Emrah’ın kendi ağzından konuşmaya başladığı bölümlere denk geliyoruz. Daha sonra sıralı olmasa da ara ara birinci ağızdan anlatımla Emrah’ı dinliyoruz. Sonra bir bakıyoruz Özgür ve Özlem dahil olmuş metne... Peki, romanda belirgin bir kahraman yok mu? Ya da tanrı anlatıcı ile başlayan ve bu anlatım üzerinden ilerleyen romanın en odak noktasında Emrah yer aldığına göre, Emrah’a ana karakter diyebilir miyiz?
Diyemeyiz. Senin arkadaş çevrende üstünlük tanıyıp ayırdığın biri var mı?
Biri var diyemem. Üç beş tanesi belki diğerlerinden daha yakındır bana.
Benim anlattığım da bir arkadaşlık hikâyesi olduğuna göre, bu hikâyede üç beş tane önemli karakter var. Öyle konvansiyonel romanlarda olduğu gibi hepimizin hayran olacağı, kusurlarından arındırılmış bir kahraman yok. Kaldı ki elemanların hepsi kötü insanlar zaten. Hiçbirine tam olarak ısınamıyoruz bir türlü. Gelelim neden ikili bir anlatımı tercih ettiğime: Benim tanrı anlatıcım güçlü, fakat âlim-i mutlak değil. Âlim-i mutlak bir anlatıcı kullanmak için henüz çok gencim. Fakat anlatacağım hikâye bu yarı tanrı anlatıcı için bir işkenceye dönecekti. O yüzden ara ara Emrah’ın ağzından anlatmak bir zorunluluk haline gelmişti. Emrah’ın ağzından konuşmam ise onun baş karakter olduğu anlamına gelmez. Benim romanımda baş karakter yok. Muhayyilemize giren, çıkan, dürten, kaybolan karakterler var. Belki de her insan başka bir karakteri kendine yakın bulacaktır, okurdan dinleriz umarım kimleri kendilerine yakın bulduklarını. Hayatlarında ille de bir baş karakter olmasını isteyenlerin ve bunu sağlayanların ne tip insanlar olduğunu çok iyi biliyoruz. Hangi partiye oy verdiklerini, hangi hocaefendinin peşinden yürüdüklerini, hangi konserlerde gırtlak çürüttüklerini… Ben hayatlarında baş karakterler olmayanlar için yazdım bu romanı. Karakterler anti kahramandır. Davranışları çelişki doludur. Ve göçebedir hepsi. Hatırı sayılan, bir yere gittiğinde aşırı hürmet gören, yıllardan beri aynı yerde olan tek karakter yok. Herkes sallantıda. Ve bu sallantı üzerine Gezi Parkı isyanı kuruluyor. Var mı peki Gezi Parkı’nın kahramanı? Yok. Herkes üzerine düşeni yaptı, çekti gitti. Türkiye’deki futbol takımlarında bile artık takımın yıldızı yok. Takım oyunu oynamak zorunda kalıyorlar.
Çok fazla karakter var, kimileri kitabı bir romandan çok uç uca eklenmiş hikâyeler olarak görebilir?
Flashback yok, birden fazla mekân yok, zaman kısıtlı, toplam karakter sayısı on üç, edebiyat yok, felsefe yokken nasıl uç uca hikâye ekleyelim? Emrah, Nazlı, Zeynep, Raif Bey, İzzet ana karakterler. Bunların da alâmetifarikaları var zaten. İzzet okuma yazması olmayan ve genelevi çok seven biri. Bunu başta söylüyorum zaten. Bundan sonra İzzet adı geçtiğinde kimdi acaba ya diyecek bir okur varsa hiç Orhan Pamuk romanı okumamış demektir. Gitsinler dizi izlesinler. Oralarda anlatım çok kolay, karakterlerin de yüzü belli olduğu için unutmuyorsun.
Bölüm başlıkları kafamı karıştırdı biraz. Neye göre ayırdın bölümleri?
Beyoğlu’nda geçen bir arkadaşlık hikâyesi olduğu için bir arkadaş ya da arkadaş grubuyla yaptığımız üç şey üzerinden böldüm romanı. Tanışma, Kaynaşma, Ayrışma. Her bölüm içinde de 19-20 numara var. Bu başlıklar olayın geçtiği yere göre değişiyor. Mekân değiştikçe yeni bir numara veriyorum. Mesela ilk bölümde Raif Bey ile İzzet kesişirler yolda, tanrı anlatıcı İzzet’i bırakıp Raif Bey’i anlatmaya başlar ve okuru peşine takar. Karakterimiz Raif Bey olmasına rağmen bölüm numarası atılmaz. Yayınevine adım atar atmaz yani mekân yoldan iş yerine değiştiği an bölüm numarası atılır.
Değişik bir dramaturji. Ama büyük bir yenilik de değil yani. Peki burçlar? Bazı karakterleri burçlar üzerinden aşağılıyorsun. Çoğu karakter ikizler burcu. Neden burç?
Oynadığım bir kısa filmin setinde arka arkaya iki kadının burçlarını tahmin etmiştim. Doğru tahmin edince bana sormuşlardı, nasıl bildiniz diye. Söylemedim. Nereden bildiğimi ben de anlayamamıştım. Ama insanları on iki eşit parçaya bölerek incelemek gündelik hayatta pratiklik sağlıyor. Benim karakterlerime uydurduğum burçlar, onların romanda nasıl davranacaklarına dair bir ipucu verdi. Sıkıştığım yerlerde onların burcunu düşündüm. Mesela Hurşit oğlak olmasaydı, kavga sahnesini yazarken Özlem’e nasıl davranacağını bilemeyebilirdim. Klasik romanlardaki boy pos, endam, yaş, saç baş gibi ayrıntıları anlatmaktan daha faydalı değil mi karakterin direkt burcunu söylemek? Okurla başka türlü bir yakınlık kurulamaz mı?
Peki burçlara inanmayanlar?
Çevresindeki insanları ikizler erkeğini ya da balık kadınını incelemelerini salık veririm. Belki yardımcı olur inanmalarına.
Sadece burç değil, karakterlerin anneleriyle olan ilişkisini de açık açık vermişsin başta.
Bütün karakterlerin değil tabii. Psikolojisini öne çıkaracağım karakterlerin olgunlaşması için en baştan anne ile olan ilişkilerini tek kelime ile özet geçtim. Anneden ayrılma durumu ayrılık anksiyetesi diye adlandırılıyor sanırım literatürde. İnsan yavrusu, kendini anneden ayrı bir özne olarak hissettiği anda kıyamet kopuyor. İlk aylarda bunun farkında olmayan yavru… Her neyse; bunları burada uzun uzun açıklamak ne kadar doğru bilmiyorum, ama aslında özetle mesele şu: Anne, çocuğuna musallat olursa o çocuk büyüyünce bunu öder. Öldürerek, akıl sağlığını yitirerek, ölerek, tecavüz ederek... Meraklısı için imgesel ve simgesel dönemin nelere sebep olduğu ile ilgili Lacan hakkında yazılan kitaplar okunabilir. Kurnaz okurların yakalayıp sevineceği şeyler koymuştum kitaba, şimdi sen bunları sorarak bütün büyüyü dağıtmaya çalışıyorsun. Daha fazla cevap veremiyorum.
Olay Beyoğlu’nda Geçiyor, iki hafta içinde Beyoğlu sınırları dâhilinde geçen bir hikâye.
Sadece bir yerde Beşiktaş’a uğramak zorunda kalıyoruz. O da olayın gerçekleştiği tarihte Beyoğlu hudutlarında Nazlı’nın yaralanması mümkün olmadığı için.
Evet, onu saymazsak, ki ben onu da Beyoğlu’nda geçiyor diye hatırlıyorum, neden tek mekân? Mesela İzzet’in peşinden Malatya’ya gidebilirdik. Bir de Gezi olayları sadece Beyoğlu’nda olmadı ki, Ankara’da oldu, İzmir’de de…
Bu bir Gezi romanı değil. Bu bir Beyoğlu romanı. O yüzden de hikâye Beyoğlu’nda geçiyor. Hikâyenin geçtiği tarihlerde aynı zamanda Gezi olaylarının başlaması hikâyemizi değiştirmez. Gezi usulca hikâyemize sokuldu. Karakterlerin değişmesine yardımcı oldu, hikâyeyi de kısalttı. Yani kalleş olanlar yine kalleşlik yapacaktı, ama Gezi olduğu için erkenden yaptılar. Olmasa, ben bu olayı dört-beş ay içinde geçirir, yine o karaktere kalleşlik yaptırırdım. Bu Beyoğlu romanını Ağır Roman’ın, Aylak Adam’ın, Genelevde Yas’ın, Huzur Pansiyon’un, Asmalımescit 74’ün ve benzer romanların yanına koyabilirseniz koyun. Böyle bir kitaplık var. Bu kitaplığa girmek isterim. Çünkü Beyoğlu gerçekten muazzam bir coğrafya. Bu coğrafyanın başrolde olduğu kitaplar ayrı bir tür oluşturmalı.
Gezi olaylarına değinmenin sebebi nedir? Neden başka bir siyasi olay değil de bu? Emek Sineması da Beyoğlu’ndaydı, Robinson da Beyoğlu’nda kapandı? Bunun dışında, siyasi olarak çok daha farklı topluluklara hitap eden fakat çok daha kapsamlı, güncel, büyük olaylar da var.
Sabuncakis sürüldü, Rebul Eczanesi taşındı ve senin bahsettiğin meseleler gerçekleşti. Bunların hiçbiri kamuya açık olan ve bölgedeki tek yeşillik olan Gezi Parkı’na yapılan tasallut kadar beni ilgilendirmedi. Eylemlerine de katıldım, ama Gezi’ye yapılanlar kadar beni öfkelendirmedi diyebilirim. Nihayetinde onlar tacirdi ve mal sahipleri ile anlaşamıyorlardı. Pera’nın büyük simgeleri olmalarına rağmen yok olmaları beni üzüyor, fakat öfkelendirmiyordu. 2.000 yıllık Pera Savaşı’nın son meydan muharebesi olan Gezi, romanıma dâhil oldu bu yüzden. Evet, sebebi öfke. Bunları romanda açıklamıştım yahu?
Hazırladığım başka sorular da var ama anladığım kadarıyla sen büyünün bozulmasından çekiniyorsun?
Yo, çekinmiyorum. Okura pay bırakmak istiyorum. Daha genel, mesela benle ilgili sorular sorabilirsin.
Değişik türler denedin. Şiir, şiir eleştirisi, deneme, polemik, röportaj, editörlük yaptığın dergilerde dergiye gelen mektupları yanıtlama, tweet, alışveriş listesi… Neden bu kadar fazla tür denedin ve bunlardan en çok hangisi seni tatmin ediyor?
Çok güzel bir soru gerçekten. Güzel hazırlanmışsın. Yukarısını toparlayacak olursak; şiir, eleştiri, öykü, senaryo, roman gibi türlerden kalem oynatırken en çok zevk aldığım tür eleştiri. Fakat eleştiri bir tür müdür yoksa eli kalem tutan birinin namuslu kalabilmek için sığındığı bir oda mıdır bilemem. Öyküden hemen caydım. Çok zor. Şiirde yepyeni bir alan açmak için yaptığım okumalar kesintiye uğradığı için yavaşladım. Doğru zamanı bekliyorum. Senaryomuz ise yazım aşamasında. Belli olmaz, iptal edebiliriz. Eleştiri konusunda Oscar Wilde’ın belki de benim alfabeyi söktükten sonra okuduğum ve ezberlediğim şu muhteşem şeyleri aynen söylemek isterim: “Gerçek ve kaliteli eleştiri, insanın kendi ruhunun sicilidir, ruhunun muhasebe kayıtlarıdır. İnsanın ruhunun sicili olan yetkin eleştiri, yegâne medeni otobiyografi formudur, çünkü kişinin hayatındaki olaylarla değil fikirlerle ilgilenir.”
Muhteşem.
Muhteşem.
Romanda cemaat, mit, gezi parkı, cinayet, aşk, seks, alkol, uyuşturucu, genelev ve birbiriyle alakası olmayan birçok şey var. Neden bu riske girdin?
Sanat risklidir. Bunun azı çoğu da olmaz. Bu meseleler gazetelerde kalır bak. İnternet sitelerinde kalır. Radikal’in arşivi nerde. Zaman gazetesi nerde? Tek tuşla silerler. Ama bunu edebiyat tarihine kaydedersen kimse silemez. Ben 2012’deki MİT krizi ile başlayan ve anakart gibi altta çalışarak TC’yi 17 Aralık’a götüren bir dönemin kaydını yaptırdım tarihe. Bu anlamda, benim 160 sayfalık romanımda bu konulara ilişkin gerçekleşmiş olaylara eklediğim ya da çıkardığım bir şey yok. Ne olmuşsa yazdım. Tarafsız kalmaya çalıştım. Olaylar olduğunda tarafsız değildim elbette, şimdi de değilim, ama eserimde bunu yapmaya çalıştım. Genelev sahnesine cemaat imamı Abdurrahman’ı da sokardım ve sırıtmazdı, ama ben karakterlerin çalıştığı lokantaya soktum. Dolayısıyla, bahsettiğin şeylerin birbiriyle çok sıkı rabıtası var.
Peki bu, her konuya yeterince yer ayıramaman olarak görülebilir mi? Sonuçta kitap 200 sayfa bile değil.
Merak edenler, anlamadıkları her yerde internete başvurup, güncel olaylar ile ilgili ayrıntıları sayfalarca öğrenebilirler. Güncel olayları birebir uyarak anlattım çünkü. Güncel olmayan, arkadaşlar arasındaki ilişkileri ve romanın daha özel kısımlarını ise 40 sayfada anlatabilirdim. 160 sayfa fazla oldu yani. Özlem ve Zeynep arasındaki ilişki benim anlattığım gibi üç sayfada da anlatılabilir, birebir roman konusu da yapılabilir. Biri biseksüel fakat diğeri ne olduğunu bilmiyor, kendini heteroseksüel sanıyor. Aralarında cinsel olaylar geçiyor ama devam etmiyor. Mesela sırf bu ilişkiden kaynaklı bile senin o çok aradığın baş karakter Zeynep diyebiliriz. Etrafımızdan biri. Cinsel kimliğini ararken sürekli kırıp dökerler, hatalarını bağışlarız, fakat neden bağışladığımızı bilemeyiz. Benim Zeynep’i oradan çıkarıp metropolde ulusalcı bir ailenin kızı olarak, yer yer femme fatale, yer yer de kimliğini arayan biri olarak 500 sayfada anlatmam beni romancı yapmaz, psikolojiye hevesli bir vatandaş yapar. Tabii günümüz için konuşuyorum. Yoksa ben de henüz psikanaliz çocukken, kavramlar oturmamışken 1930’da Peyami Safa’nın karakterlerine yedirdiği anksiyete bozukluklarını, panik atakları, majör depresyonları imrenerek okuyorum.
Üç şiir kitabından sonra roman geldi. Roman yazmak daha uzun bir süreç. Sen bu süreci sevdin mi ve devam edecek misin roman yazmaya?
Aslında yazarken iki farklı kaynaktan besleniyorsun. İlki arkadaşlarının ya da kendi başından geçenler; ikincisi ise tamamen uydurduğun olaylar. İlkinde kendimi sömüren olarak değerlendirdim. Biraz da riyakar buldum diyebilirim. Fakat kurmaca kısmını yazarken yerküre üzerinde bana başka hiçbir şeyin veremeyeceği bir neşe hissettim. Ekrana kilitlendim diyebilirim. Bu anlamda romandan hoşlandım. Belirttiğim sebeple roman yazmaya devem edebilirim. Yeni romanda beni kendi çeken olaylara ya da konulara en uygun üslubu bulmak için teori eğitimi almayı düşünüyorum. Seçtiğim konuya en uygun üslubu bulduktan sonra gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.
Son bir soru: Olay Beyoğlu’nda değil de mesela Kadıköy’de geçseydi, elimizde ne tür bir roman olurdu?
Bu soru senden çıkıp bana gelirken sınıfsal hale bürünüyor. Ya da ben öyle algılıyorum diyebilirim. Yersiz yurtsuz insanları yazdığım düşünüldüğünde Kadıköy'ü hareketlendiren kitle ile Beyoğlu'nu hareketlendiren kitle arasında fark var. Yerliler şekil verir Kadıköy'e. Hesabı kitabı bellidir. Sarışındır da diyebiliriz. Fakat Beyoğlu karaşınların hâkimiyeti altındadır. Dolayısı aynı zamanda ve aynı karakterle oluşturulan bir hikâye Kadıköy'de geçse bu şekilde anlatılamazdı. Metin başka yönde doğru kımıldardı. İkinci olarak romanda Beyoğlu'nu da bir karakter olarak tasarladım. Özgeçmişi var, sokakları arasındaki farkları bir karakteri anlatır gibi aktardım, kokuya ve sese geliştirdiği tepkileri belirttim. Kadıköy bir semt olarak benim üstesinden gelebileceğim bir karakter değil. Fakat her şeye rağmen romanı orada geçen bir olaya dayandırsam kesinlikle tövbe kapısında yazardım. Çünkü Peralılar o kapıdan çıkmak için girerler Kalkedon'a.