24 MAYIS, SALI, 2022

“‘Roman’ın Adı Aynı Kalsa da Kendisi Hiçbir Zaman Aynı Kalmaz”

Jale Özata Dirlikyapan ile 2010 yılından sonra yayımlanmış on beş roman üzerine farklı kuramsal yaklaşımlarla, bakış açıları ve mesafelenme tercihleriyle yazılmış on beş yazıdan oluşan Mesafeyi Aramak - 2010’lu Yılların Romanları Üzerine Yazılar adlı çalışması üzerine konuştuk.

“‘Roman’ın Adı Aynı Kalsa da Kendisi Hiçbir Zaman Aynı Kalmaz”

Jale Özata Dirlikyapan ile Mesafeyi Aramak - 2010’lu Yılların Romanları Üzerine Yazılar derleme kitabı üzerine söyleşimizde yakın dönemde çağdaş edebiyat içerisinde önemli kilometre taşları oluşturmuş romanlar üzerine metin izleklerinin odağa yerleştiği ve -kitabın da çıkış noktası olması itibariyle- nasıl mesafelenmesi gerektiği üzerine konuştuk. Salt okur olarak romanlarla kurduğumuz bağın önemi, sonrasında eleştiriye/incelemeye dönüşecek olan okumaların metinlerle arasına koyacağı ideal mesafenin nasıl olması gerektiği ve tüm bunları temel alacak şekilde sürecin bir tür deneyime dönüşmesi nasıl mümkün kılınabilir sorusuna verilecek yanıtlar, kitabın edebiyatımız adına önümüzdeki mesafeleri kat etmemizdeki yol arkadaşlığını önemli kılıyor.

Mesafeyi Aramak kitabınız metin-okur meselesi odağında, özellikle de günümüze doğru yaklaşıldıkça Türk edebiyatına dair araştırma, inceleme, analiz etme yolculuğunuzu kapsamakta. Herkesin yazar olarak edebiyat dünyasına dahil olmak istediği bir ortamda siz çok da tercih edilmeyen bir yolu benimseyerek yolculuğunuza devam ediyorsunuz. Neydi bu durumu tercih etmenizdeki sebepler?

Teşekkür ederim. “Tercih edilmeyen bir yol” ifadesiyle kastettiğiniz edebiyat eleştirisi alanında çalışmak sanırım. Bazı açılardan haklısınız tabii. Öte yandan, gençlikte şiirle ilgilenmem dışında hayatımın hiçbir döneminde edebiyat yazarı olmak istemedim. Yüksek lisans ve doktora döneminde, eleştiri ve eleştiri kuramları konusunda önemli isimlerden dersler alınca ve bu alanda okumalarımı derinleştirdikçe gördüm ki, zorlu bir yolculuk olsa da benim yapmak istediğim kurmacanın mantığı üzerine düşünmek, kurmaca ile kuram, kurmaca ile yaşam arasındaki çatışmalı ilişkiye odaklanmak. Rastlantılar ya da hayatın akışı değil, romanların analizine yönelik güçlü arzum beni bu yola sürükledi. Dilediğim kadar üretken olamasam da.

Her insan için farklı bir algıyla ilişkilenen bir kavram “mesafe”. Kitabın adını roman ile okur arasındaki mesafenin kavranması, incelenmesi kapsamında doğru mesafenin bulunması, iyi ayarlanması adına mı bu şekilde koydunuz?

Kitaba yazdığım sunuşta da belirtmiştim bunun sebeplerini. “Mesafe”, edebiyat üzerine yazarken hep üzerine düşündüğüm bir kavram oldu. Bir roman analizi yapmak, analiz nesnesine mutlak bir mesafeyi mi gerektirmeli? Bu, uzlaşımsal akademik dil içinde neredeyse bir zorunluluk olarak algılanır. Eleştirmen okuduğu metne soğukkanlı bir direnç geliştirmeli, eleştiri metninde kendi varoluşunu görünmez kılmalıdır. Böyle yazmak bir sorun oldu benim için her zaman. Bugün geldiğim noktada da sanırım bir denge arayışındayım. Kendini bırakma ile geri çekme arasındaki gerilimli ilişkinin yazıma/yazılara sinmesini seviyorum. Kıymetli ve hakiki buluyorum bunu. Kitabı yayıma hazırlayan sevgili Müge Sökmen koydu aslında kitabın ismini. Onunla konuşmalarımızdan çıkan diğer bir katman da romancının geçmiş travmaları, felaketleri anlatırken/kurgularken takındığı tavrın niteliğiyle ilgiliydi. Acı üzerine yazabilir hâle gelebilmek için yazarın içselleştirmesi gerektiğini düşündüğüm, zamansal olmaktan çok düşünsel bir mesafe. Hem hissetmeyi hem de aynı anda o histen çıkabilmeyi gerektiren bir yazma pratiği… Bu olmadığında edebiyat metni bir duygusal boşalma-yansıtma alanına dönüşebiliyor çünkü.

​Tüm bu düşünceler sonucunda hem eleştirmen hem de yazar için uygun mesafeyi bulmanın önemi daha da vurgulanmış oldu.

Hem kitapları ele alacak, inceleyecek kişileri hem de incelenecek romanların konusunu nasıl belirlediniz? Bir de bir metnin salt okur olarak bize hissettirdikleri ile metni inceleyecek olan tarafına geçtiğimizde düşüncelerimizin nasıl şekillendiğini konuşmak isterim.

Derlemeyi hazırlamaya girişmeden önce beni en çok düşündüren mevzu hangi romanların ele alınacağı ve kimlerin yazacağı meselesiydi aslında. 2010 yılından bu yana epey çok sayıda roman yayımlandı malum. “Hangi romanlar?” sorusuna nesnel bir yöntemle yanıt bulmak pek mümkün değildi. Sonra şöyle bir süreç işledi: Şahsen yazılarını okumayı sevdiğim, edebiyat eleştirisi alanına katkılarını bildiğim ve önemsediğim akademisyenlere-eleştirmenlere, derleme fikrimden söz ettim. Son 10 yıl içinde yayımlanmış olan ve önemli buldukları, hakkında yazmak istedikleri romanları sordum. Öncesinde kendilerine uzun ve kısa iki liste gönderdim. 2010 sonrası yayımlanmış romanların listesini. Sonraki süreçte, her bir yazarla ayrı ayrı konuşarak kararlaştırdık incelenecek romanı.

​Okur ile eleştirmen-okurun bir metne yaklaşımı farklıdır şüphesiz. Eleştirmen de kimi zaman sadece “okur” kimliğiyle metne yaklaşabilir. Rahat bir koltukta, kendini tümüyle metnin akışına ve dünyasına bırakarak okuyabilir metni. Ama eleştirel bir yazı yazma niyetindeyse bu yeterli olmayacaktır tabii. Daha şüpheci, daha dikkatli, daha didikleyici bir tavra bürünmesi gerekecektir. Edebiyat metninin neresine, nasıl, ne yoğunlukta bakmak gerektiği konusunda edebiyat kuramları ve tartışmaları yol gösterici olacaktır. Öznel beğeni ölçütlerini devreye sokmakta çekimser davranacak, sözünün sorumluluğunu üstlenecek, içselleşmiş kuramsal bir sorumlulukla söz söyleyecektir. Çizdiği sınır içinde metni ele alacak ve o sınır dışında da metne sayısız biçimde yaklaşmanın mümkün olduğunu okuruna duyuracaktır. Barthes; okurun metne gözleriyle, eleştirmenin ise yazıyla dokunduğundan söz ediyordu. Yazıya başka bir yazıyla dokunmanın çağrıştırdığı pek çok şey var. Ama herhalde en önemlisi, bu yolla, eleştirmenin yazısının, edebiyat yazısına sızması ve bu sızışın yazıyla sabitlenmesi. Karşılıklı etkileşim ve direnişin, iletişimin doğasından gelen tüm gerilimlerin ele alınan metni daha da açması ve hareketlendirmesi olsa gerek.

Her biri 15 farklı eleştirmen tarafından tek tek ele alınan 15 farklı roman. Sizin de kitaptaki yazınızı okuduğumuzda, son 10 yılda yeni kitap yayımlama konusunda ciddi bir artış olduğu gerçeği var. Bu durum edebiyatın gelişmesine, ilerlemesine katkı sağlayabildi mi? Metinler, masaya yatırılacak eserler ve bu eserleri inceleyecek/eleştirecek yazarlarla ile ilgili seçim yapmakta zorlandığınız yerler oldu mu? Hâlihazırda canlı olan, yaşayan, hızlı üretimi devam eden bir yapı içerisinde tespitte bulunmak, konuya netlik kazandırmak hiç de kolay değil çünkü.

Haklısınız. Kolay değil. Ama nihayetinde bir derleme kitap hazırlamaya girişmiştim. Bunun getirdiği sorumluluğu ve riskleri yüklenerek bu işe koyuldum. Yoksa, sözünü ettiğiniz seçim zorlukları nedeniyle hiç girişmeyebilirdim de. İstedim ki bir yerden başlayalım. Son dönem yazılan romanlarla ilgili net, nihayete ermiş, iddialı tespitler yapmak gibi bir niyetim(iz) yok aslında. Akademinin bakışını daha yoğun bir dikkatle bu romanlara yöneltmesinin önünü biraz daha açmak gibi bir gayeyle başladım bu işe. Bundan belki 10 yıl sonrasından bakıldığında, manzaranın biraz daha net görülmesine katkıda bulunmak istedim. Ve elbette bunu tek başıma değil, şimdiye kadar yapıp ettikleriyle bu romanları hakkıyla değerlendireceklerine inandığım kıymetli yazarlarla birlikte yapmak istedim bu katkıyı. Bir tür “ön ayak olma” çabası diyelim.

​Epey fazla sayıda roman yayımlanmış son 10 yılda. Bu romanların “edebiyatın gelişmesine” ne ölçüde katkı sağladığını ve bu katkının niteliğini tespit edebilmek için, önce onlara dönüp bakmamız gerekir elbette. Metodik bir yaklaşımla üzerine düşünülmediğinde, hakkında eleştirel yazılar yazılmadığında, yayımlanmış onca romanın anlamı eksik kalacaktır şüphesiz. Ve bir roman, yazarı hâlâ yazmayı sürdürüyor olsa da, yazarın ilk romanı olsa da, tamamlanmıştır ve analize hazırdır. Kalıplaşmış formları, klişe temaları, kullanıma hazır söyleyiş biçimlerini yeniden üretmeyen, farkıyla okurunu yakalayan bir romansa bu, edebiyat eleştirisi üzerine yıllarca çalışmış, üretmiş eleştirmen cephesinden gelecek anlamlı sesler, onu bu metin yığınından çekip çıkarmamızı sağlayacaktır. Kuşkusuz bu tek derlemeyle olacak bir iş değil.

Kitabın sunuş kısmında sizin de belirttiğiniz üzere seçilen metinlerin; bireyi, toplumu temsil edebilirlikleri noktasında bellek ve hafızaya vurgu yapan metinler olması öncelenmiş. Çağdaş, modernist üretim içerisinde bu durumu en hakkıyla kotarabilecek mecra edebiyat, bireyin ve toplumun temsil edilebilirliğini en iyi bu kanal vasıtasıyla yapılabileceği üzerine ne söylemek istersiniz?

Edebiyat, bu bağlamda roman, bir yaşantı sunar. Diliyle, kurgusuyla ve karakterleriyle okuru o yaşantıya çeker. Romanın okuru yaşatmasının türlü türlü yolları vardır elbette. Ama hangi yoldan gidilmiş olursa olsun, iyi bir roman “o olmanın”, “o zamanda yaşamanın” ya da “orada olmanın” nasıl bir şey olduğunu duyurur okuruna ya da hatırlatır. Bunu, meselesine ince ağlarla bağlı olan ayrıntılarda da yapar. Damarlarınızda gezen kanın yenilendiğini, zihninizin dönüştüğünü hissedersiniz. Az bir şey değil bu. İyi ellerde müthiş bir güce dönüşebilecek bir şey. Kolektif ya da bireysel hafızaya yönelik her metin için de geçerli bu söylediğim elbette. Toplumun nasıl hatırladığını, tam da o bireyin nasıl hatırladığıyla iç içe anlatarak, okura bir şeyleri hatırlamanın çeşitli yollarını da yaşatmış olur böylece.

Jale Özata Dirlikyapan

Mesafeyi Aramak çağdaş edebiyatta yakın dönemde çıkmış romanları bir araya getirmesi açısından önemli bir çalışma. Bu seçkide dışarda kalan metinler adına devamı olacak nitelikte ikinci bir kitap düşünüyor musunuz?

Evet evet. Düşünüyorum. Elbette ikinci derlemeye dahil etmek istediğim, bu derlemede eksikliğini hissettiğim romanlar var. Umarım ikinci cildi de yapabiliriz.

Son olarak pandemi, savaş, ekonomik krizler derken dünya büyük bir yenilenmeye doğru gidiyor. Böyle bir tabloda edebiyattaki yenilenmeler nasıl olacak sizce?

Edebiyatın dönüşüm aşamalarına, roman tarihine yakından baktığımızda, savaşların, ekonomik krizlerin vs. edebiyatta her seferinde yeni açılımlara, yeni temaların zorunlu kıldığı yeni söyleyiş biçimlerine yol açtığını görüyoruz. Toplumu, dolayısıyla bireyi derinden sarsan her felaket ya da her teknolojik gelişme romanı da etkilemiş, etkilemekten öte tanımını değiştirmiştir. “Roman”ın adı aynı kalsa da kendisi hiçbir zaman aynı kalmaz. Değişimin hangi yönlerde olacağını zaman gösterecek tabii. Ama şunun farkındayız ki hiçbir değişim birdenbire olmuyor. Hâlihazırda o değişim sürecinin içindeyiz. Bir yanda kanıksanmış teknikleri yineleyip durarak oyalanan, söylenmiş şeyleri bir daha söyleyen, daha iyisi geçmişte yazılmışken vasatıyla kendini var etmeye çalışan bir romancılık var, diğer yanda da yazma imkânını, edebiyatın anlamını sorgulayan, bugünün okkalı meseleleri içinde o meselenin dilini araştırarak inşa ettiği zihinlerle, okurda esaslı etkiler yaratan bir romancılık var. “Hakikat-sonrası” bir çağın içinde “edebi hakikat”i nasıl kovalayacağını düşünen bir romancılık. Kuşkusuz yaygın olan ilki. Benim üzerine düşündüğüm, günümüzün savaşlarının, açlıklarının, pandemi koşullarının romanlara doğrudan konu olmasından çok, zihinlerimizde yarattığı kopuşlar, dönüşümler, alt üst oluşlar. O zihinler nasıl roman yazacak, yazmayı sürdürebilecekler mi? O zihinler nasıl roman okuyacak, okumayı sürdürecekler mi? Yoksa gittikçe daha küçük bir azınlığın uğraşı mı olacak bizim bildiğimiz anlamıyla “roman”? Zaman gösterecek.

Başlıktaki eser: Wassily Kandinsky -Untitled First Abstract Watercolor, 1910

0
4810
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage