"Ayaküstü size bir kehanette bulunayım. O yaşanan kötülüklerin nedeni şefkat yetmezliğidir. Sevgi demiyorum, bu çok farklı bir şey. Sevgi gani, her filmde bir yerinden tutup çekiştiriyorlar zaten. Romanlar yazılıyor, şarkılar besteleniyor filan falan. Netice? Savaşlar, yıkımlar, katliamlar, ihanetler, vahşet dolu bir çağ. Size bir şeyi garanti edebilirim. Üç yüz yıl sonra tarih kitaplarında “Karanlık çağlar” başlığı altında Ortaçağ filan anlatılmayacak. Bu nahoş isim şu anda yaşadıklarımıza verilecek. Çünkü şefkatli bir dokunuşun değersizleştirildiği kirli bir dünyadayız artık." İsmail Güzelsoy ile son kitabı Gölge üzerine söyleşi...
Romanlarınızda birbirine bağlanan karakter var hep. Siz bir şeyleri bırakmakta zorlanır mısınız?
Karakterler pek sabit sayılmaz aslında. Bir romandaki ana karakter, başka bir romanda daha pasif bir rol alabiliyor. Hatta yoldan geçen bir adama dönüşebiliyor. İyi işlediğimi düşündüğüm karakterleri kurgu içerisinde yeniden işlevlendirmeyi seviyorum. Zaman çok acımasız. Giden gidiyor. Bari romanlar biraz daha merhametli olsun, fena mı? Kişisel olarak evet, dünyanın en liberal muhafazakarı olduğum doğrudur. Can taşıyan her şey değerlidir ve bunu göz ardı ederek yazacağınız şeyler de cansız olur.
Kitaplarınızın kurgusu tarihi olarak epey araştırma yapmayı gerektiriyor. Nasıl bir çalışmayla yazıyorsunuz?
Üç aşamalı bir yazma süreci izliyorum. İlk aşamada insanlara ne söyleyeceğime karar vermem gerekiyor. Bu romanı okuyacak birine sonunda ne fısıldamış olacağım. Romanın hikâyesi değil, hayata yapacağı müdahaleye yoğunlaşıyorum o aşamada. Nereye atış yapacağıma karar verdikten sonra ikinci aşamada hikâyeyi oluşturmak gerekiyor. Daha somut konuşmak gerekirse, son romanım, Gölge’den örnek vererek ilerleyelim. İlk aşamada “müdahale” cümlem şuydu: “Şefkat katmayı unutmayın.” Basit gibi görünüyor ama siyaset, din, ideoloji, kurumlar, fikirler, eğilimler, yönelimler içinde savrulup giderken her şeyin kavgasını verebiliyoruz da şefkatli bir teması beceremiyoruz. Sevgi bile can yakıcı olabiliyor bu yüzden. Şefkatin aşktan da değerli olduğunu düşünüyorum. İşte bu romanı okuyacak birini bu sorgulamaya zorlamak için hikâyeyi, bu fikrin üzerine inşa etmeye başlıyorum. Bu aşamada dönem belirleme, karakter işleme filan gibi ayrıntıları ortaya çıkarmak için çerçeve metinler oluşturuyorum. Bunlar özet değil, yanlış anlamayın. Bazen romandan daha uzun çerçeve metinler çıkabiliyor. Sonra bunları yeniden, yeniden elden geçiriyorum ve belirginleşen tarihsel dönemi, karakter yapılarını, mekanları, sahneleri filan ayrıntılı olarak işlemeye başlıyorum. Bazen 300 sayfalık bir roman için 1000 sayfadan fazla yazdığım olur. Kafamda her şeyin netleşmesi gerekiyor. Mimarinin sağlam kurulması için bu aşama biraz uğraştırır. Çerçeve çok sağlam olmalı. Dönem ve mekân etütleri yapmaya bu sıralarda başlıyorum. Mekânlar somutluk kazandıkça önceki yazılanları çöpe atıp daha somut içeriklerle aynı sahneleri yeniden işlemeye başlıyorum. Bu üçüncü aşamada da kullanılacak dilin belirginleşmiş olması gerekiyor tabii. Anlatıcı kim, karakterler sınıfsal aidiyetine, eğitimine göre nasıl konuşacak, sürpriz yumurtalar nerelere saklanacak filan falan. Bunlar da eğlencelik kısmı zaten. Artık yazma aşamasına gelinmiştir. Fiziksel olarak yazmak çok kolay. Doğru pencereden baktığıma emin olduktan sonra yazmak müthiş eğlenceli. Bunu şöyle hayal edin: Aerodinamik tasarımı doğru olan bir uçağı uçurmak... Eğer tasarımda sorun varsa uçağın çakılacağını bilirsiniz. İlk romanlarımda çakılırdım. Zamanla yazma öncesi sürece, bu metaforla söyleyecek olursak tasarıma daha fazla emek ve zaman harcamam gerektiğini anladım. Çakılmamak için çok iyi bir tasarım yaratmak zorundasınız. Çünkü o uçakta yolcu değil aynı zamanda pilot olduğunuzu da bilmeniz gerekiyor. Can taşıyoruz, kolay değil.
Masalsı bir dünya yaratıyorsunuz her seferinde. Masalsı dünyalar bir tür kaçış isteği mi?
Benim romanlarım birer kaçış değil, kovalayış romanıdır. Onlar kaçsın, ben niye kaçıyormuşum ki?
Kitaplarınızda yine kendi çizdiğiniz resimler oluyor. Görselleştirmek sizin için yazmayı kolaylaştırıyor mu?
Az önce söylediğim o aşamalarda resimler çiziyorum. Ta Sincap’tan beri yazdığım bütün romanlarda önemli karakter ve sahneleri resimlemişimdir. Bu çizimler hem karakter, mekân vs. üzerine odaklanıp ayrıntı düşünmemi sağlıyor hem de bu çizimler sayesinde sahneler daha canlı tasvir edilebilir somutluk kazanıyor kafamda. İlk romanlarımdaki bu çizimleri hep kaldırıp attım. Çok azı kaldı geriye. Kaba saba çizimlerdi zaten. Sonra ders almaya, çalışmaya başladım. Mademki çizimlere ihtiyaç duyuyorum, niye bu işi daha iyi yapmıyorum ki, diye düşündüm. İlk kez Değmez’de, yaptığım çizimleri kitaba ekledim. Eskizleri ahşap baskı gibi işleyip kullandım. Yani romanın üretim sürecini de okurla paylaşmış oldum bir bakıma. Bu fikri sevdim. Gölge’de elliyi aşkın çizim yaptım, bunlardan çok azını kullandım.
Kitaplarınızda şefkat hissediyorum. Genelde erkeklerin daha çok ilgisini çekecek gibi görünen ama verdiği şefkatle kadınların da çok seveceği kitaplar. Şefkatle ilişkiniz nedir?
Yaşadığımız çağın en büyük sorunu şefkatin tükenişi. Marx, “İnsanın en büyük ihtiyacı insandır” demiş. Bunun üzerine durmak gerek. Adamın diğer özelliklerini görmeyin bir an için, alın Grundrisse’ye, Das Kapital’e bakın, dikkatinizi ne çekiyor? İktisat... Marx hayatı boyunca iktisatla boğuşmuş bir adam. Eğer bu adam insanın en büyük ihtiyacının insan olduğunu söylüyorsa, orada durmak lazım. Açın bir haber kanalını, ilk haberi izleyin. Ayaküstü size bir kehanette bulunayım. O yaşanan kötülüklerin nedeni şefkat yetmezliğidir. Sevgi demiyorum, bu çok farklı bir şey. Sevgi gani, her filmde bir yerinden tutup çekiştiriyorlar zaten. Romanlar yazılıyor, şarkılar besteleniyor filan falan. Netice? Savaşlar, yıkımlar, katliamlar, ihanetler, vahşet dolu bir çağ. Size bir şeyi garanti edebilirim. Üç yüz yıl sonra tarih kitaplarında “Karanlık çağlar” başlığı altında Ortaçağ filan anlatılmayacak. Bu nahoş isim şu anda yaşadıklarımıza verilecek. Çünkü şefkatli bir dokunuşun değersizleştirildiği kirli bir dünyadayız artık.
Gölge’de beni çok çarpan bir cümle vardı. "Hikayemiz namusumuzdur", neden bu cümle? Ne demek?
Dünyada yürüyüp giderken ne biriktirdiğimize pek dikkat etmediğimizi düşünüyorum. Evet bu yolculuk bizden bir şeyler alıp götürüyor ve biz de dünyanın bizden aldıklarına karşılık ondan koparabildiğimiz kadar şey koparmaya çalışıyoruz. Alışveriş hakkaniyetli olsun diye o bizden ömür çaldıkça biz de bir şeyler biriktirmeye bakıyoruz. Yalan mı? İşte hikâyemiz böyle yazılıyor. Dünyadan ne istiyoruz ve bunu nasıl almaya çalışıyoruz? Namus burada belirir. Cinsel ahlakı namus olarak adlandıran sistem gülünç geliyor bana. İffet ile namus aynı şey değil. Namus, dünyayla kurduğumuz ilişkide, yani yazdığımız hikâyemizde. Cinsel ahlak namusun küçük bir parçacığı. Namus, bu yolculukta nasıl bir hikâye biriktirdiğimizdir. Siz iffetli ama önüne gelene madik atmış birine namuslu diyebiliyor musunuz? Ben diyemem.
Yazarlık serüveniniz nasıl başladı?
Yazı büyülü bir medya. Okuma yazma bilmeyen biriyle konuşun, ne dediğimi anlayacaksınız. Bu yazıyı bin yıl sonra okuyacak biriyle sohbet ediyorum şu anda. Benzersiz bir şey bu. Görüntüyle filan kıyaslanamaz. Hani şöyle sevgililer, eşler vardır ya, sürekli didişirler ama kavga ettikleri zaman bile birbirini sevdiğinden kuşku duymazsınız. Hatta kavgaları biraz da sevgi sarhoşluğundan kaynaklanır galiba. Benim hayatla ilişkim hep böyle oldu. Sevdiği için kavga eden biri oldum. 12 yaşında bir çocuk canlı bomba oluyorsa bir şey söylemek zorundasınız. Az önce dediğim gibi, hikâyemizi oluşturan şeyler bunlar işte. Orada sessiz kalıyorsanız yoksunuz demektir. Yazmak, “İtiraz ediyorum” demenin bir yolu. Yanlış anlamayın, “sessiz kalmak” derken, çıkıp sokakta bağırın demiyorum. Kederli bir iç çekiş kadar büyük isyan mı olur? Öfkelenin. İşte yazmak bunları söylemenin yolu benim için. Çünkü seviyoruz be abi.
Hep değişik kahramanları yazıyorsunuz. Sıra dışı. Genelleme yapacak olursak toplumun bir parça dışlanmışları gibi. Hatta kaçık statüsünde görülebilecekleri. Sıra dışı kahramanlar neden ilginizi çekiyor? Sıradan bir kahraman size sıkıcı mı geliyor?
Aslında yazdığım herkes çok sıradan. Ben onları gündelik hayatın gailelerinden çekip kurgusal bir yolculuğa çıkardığım için sıra dışı görünüyorlar. Böyle yaklaştığınız zaman kimse sıradan değildir zaten. İnsanların inkâr ettikleri rüyalarından ansiklopediler yazarsınız. Ben inkâr edilmiş duyarlıklara vuruyorum neşteri.
Görseller: Jude Labuca, Wayne Dudgeon,