Nilay Özer'in “İnsanın insana ettiği” bağlamında evrensel düzeyde açımlanabilecek şiir örüntülerinden oluşan kitabı Korkuluklara Giysi Yardımı üzerinden bir inceleme.
Katliamlar, nerede yapılmış olursa olsun, akan kanla beraber acısını, zehrini ve çaresizliklerini toprağa sızdırıp dünyanın her köşesine akıtır. Kurban edilenle kurban edenin ortasında, utancı, kibri, yok etme dürtüsünün akıl dışı dinamiklerini üzerimize giyip tanımadığımız insanlar için kahrolur, hicap duyar ve insanlığın ne olduğuna kadar varan sorgulamalara gideriz. Seneler evvel izlediğim Sometimes in April filminde, Ruanda katliamının etkisi bende de böyle olmuştu. O etkiyi katliamın ayrıntılarını deştikçe daha dehşetli bir şekilde duymaya başladım. Bu benim ömrüm boyunca silemeyeceğim, insan olmamın lekesi gibiydi. Zaman geçti ve karşıma Nilay Özer’in Korkuluklara Giysi Yardımı kitabı çıktı. “gelenler ne bulacak?” bölümünde yer alan on üç şiirin her biri, insanlığın hem yerel hem de evrensel belleğine işlemiş trajedilerin yaşandığı kentlerin isimleriyle, o kentlerin tarihlerinde belki de en ağır süreçleri geçirdikleri senelerin not düşülmesiyle sona eriyordu. “İnsanın insana ettiği” bağlamında evrensel düzeyde açımlanabilecek şiir örüntülerinden oluşan kitapta yer alan Ruanda’ya işaret eden şiir bana sahiplendiğim lekeyi yeniden göstermişti. Özer’in şiirine yakından bakmak, hafızalardaki yükleri biraz olsun yerinden oynatabilmek için iyi bir fırsat.
Görmek Büyüyor Bu Kimsenin Anladığı Yük Değil şiirinin, Ruanda soykırımının anıştırdıklarının etrafında gelişen imgelerle yapılandırıldığını yahut dünya üzerinden gelip geçmiş herhangi bir soykırımın şair üzerinde bıraktığı etkilerin bir bileşiği olduğunu söylemek mümkün. Katliamları tanıyan biri için Ruanda deyince akla 1994 yılında yaklaşık yüz gün içinde 800.000 Tutsi ve ılımlı Hutu'nun, aşırı uç Hutular (Interahamwe) tarafından öldürülmesi, başka bir deyişle Hutular’a Tutsi kabilesinin “kırdırılması” gelir. Katliam, Tutsi destekli isyancı Ruanda Vatansever Cephesi lideri Paul Kegame'ye bağlı güçlerce, Hutu ağırlıklı hükümetin düşürülmesi ile son bulmuş, ardından yönetimden güç alan Tutsilerin öç bahanesiyle saldırması sonucu yüz binlerce Hutu, komşu Zaire'ye (Kongo Cumhuriyetine) sığınmıştı. Fransa, soykırımı gerçekleştiren Hutu hükümetinin o dönem içerisinde en yakın dostu ve destekçisi olması sebebiyle Ruanda Soykırımı'ndan en fazla sorumlu tutulan ülkedir.[1] Soykırım biraz açıklıkla incelenirse, Tutsi ve Hutu kabilelerinin fizyolojik farklılıklarının (kafatası yapısı, butun büyüklüğü vb.) kurban edileceklerin belirlenmesinde nasıl rol oynadığına kadar inilebilir. Nilay Özer’in şiiri hem Ruanda Soykırımı için hem de diğer nice soykırımlar için okunabilecek esnek izlek kümesini, katliamların, evsiz kalan ailelerin, cinayetler esnasında söz konusu ülkede bulunan birçok insanın aldıkları yaralara, ansızın değişen hayata dair güçlü ortak imgeler taşımasına borçlu. Yine de Özer’in şiirinin oldukça kapalı bir yapısı olduğunu söylemek gerekiyor. Zira çoğu imge, okurunun onu doldurmasına ve anlamlandırmasına fazlasıyla açık.
“anıtsı ve utangaç ve filizî bir ki üç/ve durmadan bölünen çift cinsiyetli okunaksız bir şeydi/hayır bir yerdi/ çoğala çoğala sis mi kar mı tövbe de bir yokoluş biçimi/yaşamasından/Bakkallar sonrasıydı şaşırmış adamların ellerinden un akıtıp geldiği”
Anıtsı ve utangaç ve filizî… Büyük bir katliamın başladığı o biricik “an”a işaret eder gibi. Bir taraf diğerine bilenmiştir; geçmişten taşınılan zararsız anılar bile sivriltilmiş, iki etnik kökenin arasında heyula gibi kinle öfke durmaktadır. Nifak tohumlarının atıldığı yerin gerisinde kavgayı kızıştıranlar vardır; filiz vermesini izlerken tohumların, onları görmeyeceğimiz bir yere gizlenmişlerdir. O anıtsı öfkenin, kinin önünde ölümü ilk getirecek kişi sıkılganlıkla, “ilk”in vermiş olduğu utançla beklemektedir. Durmadan bölünen bu habis hisler gittikçe çoğalacak, kadını da erkeği de etkisi altına alacaktır. Karın toplandığı gibi, sisin kapkalın bir örtü olarak kente yayıldığı gibi, kıyım ateşi onu taşıyanların ailelerine düşecektir. Folklorik bir söyleyiş olan “tövbe de” söylemi şiirin diğer iki bölümünde de tekrarlana gelmektedir. Bu da şiire, hem şairinin sınır dışındaki bir olayı nasıl içselleştirdiğine dair anlamlar yüklemekte hem de söyleyişi güzide kılmaktadır. Dilden uzak olması dilense de bu hazırlanan şey bir “yokoluş biçimi”dir. İnsanlar evlerinde basılmak suretiyle katledilmiştir ilk dalgada; işinde gücünde olan sıradan Hutular bir anda palalar ve tüfekler yüklenmiş, “ellerinden unu akıtmış”lardır. Elleri kanlıdır artık…
Ham yenen meyvelerin ağızlarda bıraktığı kamaşmış tadı arıyor şair. Ölmeye başlayanlar- öldürenler-henüz ölmemişler üçgeninde, kurtuluş için göğe bakan paganist bir inancın ritüellerini çağırıyor sanki. Yüzlerce, gittikçe binlerce olan ölülerin toplu mezarlarda kirece yatırılmasını, katledilmeden az önce tuttuğu deftere kaydeden birinin, ölü bedeninde üreyecek mikroplardan çıkacak bir salgının tehdidi katliamın ağırlığına ekleniyor. Şair, bu duygusal yükü ağır dizelerin arasında “bir ki üç” diye sayarak ritmik bir geçiş sağlıyor ve her seferinde soruyor: “Bir olay kişisi mi? Sis mi? Kar mı?” Hayır bir kişi değildir bu kıyım, olsa olsa bir şeydir isimlendirilemeyen, konsolide acıları kapsayan.
“her yerdeydi göstermek mümkün değil/bir sızıyordu kapıların altından türlü koyu renklerde endişelerde/bir siliyor açık seçik izlerini var mı yok mu tövbe de bu masal/zamandan/gözlere yazılmalı çünkü unutturulur seyrine sadakât gerektiren/her yokluk/çünkü bir balkonun eğri büğrü kederi/sözcüklerle olsun biçimlenmek istiyor/hem büyüyor sokağın yüzüne birikmiş sular sularda bir ölünün/okunmasından/ağırlaşmış ve siyah ve kaç parça bir ki üç/herkesin kendisi mi elbet bir şeydi”
Gözü kanla dönmüş ve zihni öldürmeye ayarlanmış bireylerin sürü gibi dağılması, yolları kesmesi, otelleri basması, marketleri ve okulları talan etmesi kenti ve insanları farklı bir zaman akışına taşımıştır artık. Hanelerinde katledilen aile bireylerinin kanları kapıların altından sızmakta, o hanenin tarandığını bilen başka bir kurban aile gelip o eve sığınmaktadır. Cesetlerin yanında korkunç bir bekleyiş başlar. Amaç kontrol noktalarını geçip şehri terk etmektir. Bunun için birçok Tutsi, Hutu olduğunu iddia ederek etnik kökenlerinin onlara bahşettiği fiziksel unsurları askerlere sergilemekten hicap duymaz. Bazısı geçer, bazısıysa oracıkta infaz edilir. Her doğan yeni günde üst üste biriken yalnız cesetler değil, bu kırıma müdahale etmeyen “uluslarası birlikler”in kayıtsızlığına şaşıranların endişesidir de. Birtakım sivil toplum kuruluşları teyakkuzda olsa da, dünya bu kıyımı durdurmaya yetecek “umursama”ya sahip değil gibidir. Nasıl olsa bu da geçecek, katliamdan yararlananlar parsalarını toplayacaktır çünkü “unutturulacaktır seyrine sadakat gerektiren”ler. Tıpkı Sivas’ta, Dersim’de, Auschwitz’de olanların, vuku ettikleri zamanlarda kara bir perdeyle unutturulduğu gibi. Yanlış inşa edilmiş bir balkonun, o balkon yıkılmadan değişmeyecek yapısına benzetiliyor insanlığın bütün bu tutumu sanki. Bir binada eğreti duran balkonu yıkmadan estetikten söz etmek mümkün olur mu? Zor. Ama işte, bütün bu insanlık halleri ve dünya ahvali, sonradan da olsa uyanacak, bir vakitler unutulanlar, zamanı geldiğinde utançla hatırlanarak herkesin malı olacaktır çünkü sözcüklerle biçimlenmiş hayat kendini unutturmaz ve toplumun ortak bilincinden şiirle, öyküyle, romanla fışkırır.
Basın sessizdir. ABD, İngiltere ve Avrupa’nın kalanı gündelik uğraşlarına devam ederken, dünyanın bir yerinde yaşanan cehennem anları hiçbir kadraja sığamamıştır. Olaylar esnasında, acilen ülkeden kaçırılan “beyaz”lar, döndükleri evlerinde Ruanda’da olanlara dair seslerini ne kadar çıkarabilmiştir bilinmez ama “gazetelerin arkasında geveze boşluk” her zaman olduğu gibi durmaktadır. Sadece ölümle değil, kayıp vakalarıyla da dağılan birçok aile varken, evladının peşine düşemeyen ana babaların acısı da ayrı bir yerde durmaktadır. Hutuların, Tutsilerin evini boyalarla işaretlediği o günleri bundan daha iyi hangi dize anlatabilirdi: “evleri yağmurla işaretlenmiş kızlardan en az biri kalkıp gitmeli”. O işaretin arkasında ölümü beklerken, mevcut erzaklarıyla hayatta kalmaya çabalayan ailelerin ertesi güne dair bir umudu var mıydı bilemiyoruz fakat şair bu umuda dair bir gövdenin bulutları dağıtmasından bahsederken, sanki kurtuluşu da yine Afrika’yı var eden kadınlarının o geniş kalçalarında görüyor. Ve yine soruyor: “dağlara teklif mi gülünç bir şeydi”
Bu son kapalı dizeyi şu şekilde çözümleyebilmek mümkün olabilir: Bir olay kişisi değil, herkesin kendisi değil, bir şey, elbet bir şey… Mutlaka bunu gören ve çaresizce içselleştirip elinden bir şey gelmeyen insanlar da vardı. O şey, ölenlerin ve sadece izleyenlerin toplamında gelecek nesillerle beraber taşınacak ortak bir utancın ve çaresizliğin emaresidir. O şeyi, o şeylerin devamındaki iyileşmeyi, yeniden yapılanmayı ve kalan Tutsilerin (ya da genel bir katliam için kalan her kim varsa) yaralarını sarmasını doğal bir süreç olarak görmek, doğaya bunu yüklemek, “bunlar da geçer” demek gülünçtür. Soykırıma uğrayan her bir bireyi, kapanmaz yaralarını çocuklarına aktaracak olan bir nesli, acılarından arındırmak ve toplumsal belleği enkazlarından temizlemek pek de kolay değildir.
Nilay Özer, şiirde bahsedilen hareket noktalarından yola çıkıp “başkalarının acıları”nı içselleştirebilen, bu açıdan hem Türk toplumunun hem de dünya toplumlarının hayat eğrilerini, Korkuluklara Giysi Yardımı kitabının “gelenler ne bulacak?” kısmında yoğun imgeli diliyle ortaya koyuyor. Diğer şiirlerle beraber okunduğunda söz konusu bölümün kadim olaylardan günümüze dek bir acı ve utanç haritası teşkil edebileceğini söylemek pek de yanlış olmaz.
[1] Kaynak: Vikipedi https://tr.wikipedia.org/wiki/Ruanda_Soyk%C4%B1r%C4%B1m%C4%B1