Sahafların tozlu raflarında keşfedilmeyi bekleyen eski ve ilginç eserlere yer verdiğimiz yazı dizimizin beşincisinde 1954 yılında yayımlanan, edebiyatımızın en özel isimlerinden Sait Faik için hazırlanan Seçilmiş Hikâyeler Dergisi'nin 27'nci sayısına yer verdik.
Seçilmiş Hikâyeler
Sait Faik için
Sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden: Salim Şengil
Baskı: Nisan 1954, Cilt:10 Sayı:27, 52 Sayfa
Kapak ve başlıklar: İzzet Çetin
Bulunduğu yer: Sahaf Haziran
“Şimdi sana sesleniyorum. Balıkları, denizleri, adaları ve çok sevdiğin insanları mahzun bırakıp gittiğin yerden…”
Salim Şengil-Sana Sesleniyorum
Bu defa Seçilmiş Hikâyeler Dergisi'nin “Sait Fait İçin” başlıklı sayısını ele alıyoruz. Önümüzdeki ay büyük öykücünün aramızdan ayrılışının altmış üçüncü yıldönümü. Yazıyı nisanda yayımlamamızın sebebi de elimizdeki derginin altmış üçüncü yılı olması. Bu mistik olaya kısaca değinmek gerekirse: Derginin tarihi Nisan 1954 olarak basılmış ancak Sait Faik’in ölümü 11 Mayıs 1954. Derginin önceki ve sonraki sayılarına baktığımızda tarih akışında bir anormallik görünmüyor. Aynı şekilde günün gazetelerine baktığımızda Sait Faik’in 11 Mayıs’ta öldüğünden emin oluyoruz. Bu meseleyi edebiyat tarihçilerine bırakarak derginin içeriğine geçelim:
Seçilmiş Hikâyeler Dergisi'nin en büyük özelliği, Türkiye’de yalnızca öykü yayımlamış ilk dergi olması. Dergiyi çıkartan isim, Dost Dergisi’nin de başında bulunan Salim Şengil, namı diğer Salim Amca. Bu iki derginin bir farkı da biçimlerinde: Bütün dergi tek bir eser gibi okunur. Farklı yazılar iç içe geçer, birbirlerinin sayfalarına konuk olur. Bazı ağır yazılar birkaç sayfa ara verirler. Okuyucu dinlensin, başka şeyler düşünsün diye, sonra devam ederler. Kendi ritmi vardır Salim Amca dergilerinin. Çokseslidirler. Yazılar kalabalıklaşıp karıştıkça yeni manalar kazanır. Bu yüzden Sait Faik’i Seçilmiş Hikâyeler dergisiyle anmak pek anlamlıdır.
46 sayfalık, A5 formatındaki derginin içinde Sait Faik’in altı hikâyesinin yanı sıra Attila İlhan’ın, Nezihe Meriç’in, Selahattin Aldanır’ın, Ömer Faruk Toprak’ın ve Salim Şengil’in yazıları, Vüs’at O. Bener’in “O Ülkede” ve Metin Eloğlu’nun “Eloğlu” şiirleri bulunuyor. İlhan Berk’in ise Sait Faik için yazdığı üç requem: Kalem, Yitik Ufuk ve Ağıt. Şair, Eftalikus’un Kahvesi’ne şu dizelerle selam veriyor:
“Bağırmak sabahlara, akşam üzerlerine, bir pencereden bir denizden bağırmak, bağırmak
Uyandık Eftalikus uyandık İstiklal Caddesi yok, Beyoğlu’ndaki güneş yok
Gökyüzü yok.”
Nezihe Meriç-Sait Faik İçin
Ölüm korkusunu ve acısını ilk defa Sait Faik ile tanıdığını söyleyen Nezihe Meriç, Sait Faik’in ölümünü tılsımın bozulmasına, yaşama tutunduran kuvvetlerin değerini kaybetmesine benzetiyor. Kendisiyle ahbaplık etmediğini söyleyen hikâyeci, Sait Faik’i bir masal kahramanı olarak tasavvur ettiğini ekliyor, iki “kırık dökük” hatırasını yazıyor:
“Etki kelimesini ilk kullandığı gün ada vapurunda karşılıklı oturuyorduk. O beni tanımıyordu. Ben de rahatça onu seyrediyordum. ‘Etki’ kelimesini söyler söylemez kendi de şaştı. “Gördün mü, dedi arkadaşına. –Şişman, açık renk gözlü, gürültülü bir doktordu bu.- Olacak, zamanla olacak. İlk defa kullanıyorum bu kelimeyi, hiç de yadırgamadım.” Sonra dil meselesi üzerine tartışmaya başladılar.” Yakın bir zaman sonra Nezihe Meriç ile Sait Faik, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun atölyesinde tanıştırılırlar. Sait Faik, Meriç’in “Aksaray Dolmuş” hikâyesini beğendiğini söyler. Arkadaşları Nezihe Meriç’e ne zaman “Sen de hikâyeci misin” diye takılsalar, “hey hey Sait Faik bile…” diyerek kendini savunur.
Bir sonraki karşılaşmaları, yaklaşık bir yıl sonra, Sait Faik’in ölümünden bir ay önce İstiklal Caddesi’nde gerçekleşir. Nezihe Meriç, Oktay Akbal, Salim Şengil ve Attila İlhan yürürlerken Sait Faik ile karşılaşırlar. Fakat Sait Faik kendisine hiç pas vermez. Bir süre sonra Attila İlhan Sait Faik’in kulağına eğilip dişlerinin arasından “Nezihe Meriç” der. Sait Faik çocuksu bir şekilde şaşırıp telaşlanarak: “Kusura bakmayın hanımefendi. Ben sizi tanıyamadım” der. Nezihe Meriç bu duruma daha çok içerlenir. Arkadaşlarına, “Bizim memleketin bir tip kızı vardır, ona (ulan ne kızsın be) denir, (yahu kızım) denir, (bacım, kardeşim) denir ama imkanı yok hanımefendi denmez” deyip deyip kızgınlığını dile getirir: “Bir görsem hemen söyleyecektim. Hakaret gibi geliyordu. Zoruma gidiyordu. Seçilmiş Hikâyeler’in sergisinde karşılaştığımızda söyleyemedim. Havası yoktu. Sonra da ölüverdi.”
Kalinihkta Sait - Attila İlhan
“Nisuaz’a baktım, yoktun: “Baylan’da…” diye düşündüm: “Mutlaka Baylan’da. Tek başına. Yahut bir paket Yenice ile başbaşa” Sonra birdenbire artık hiç; ne bugün, ne yarın, ne öbürgün; Baylan’da veya Nisuaz’da olamıyacağını, sinemaların önünde dolaşamıyacağını hatırladım: “Ulan!..” dedim: “Sait be!..”” diye başlıyor Attila İlhan yazısına.
Sonra her şeye rağmen İstanbul kalabilmiş bir sahil buluyor Sait’i düşünmek için. Bir de Sirkeci otelinde veremlerini büyüten adamların yalnızlığını… Anılarından, en çok da hayallerinden bahsediyor: “Kahvenin kapısından mütebessim giriyor masanın üzerine gazeteleri atıyorsun. Gözlüklerini aranıyor taranıyor, bir sarı defterden, iri iri, seyrek seyrek yazılmış hikâyeler, roman başlangıçları okuyorsun. Beraber yolculuklar kuruyoruz. Her defasında, bir dahaki sefere Paris’te St-Michel üstündeki kahvelerde yahut ne bileyim Marsilya’da Canabiere’deki sinemalardan birinin kapısı önünde buluşmaya karar veriyor; oralarda romanlar yaşamayı, romanlar yazmayı; asrımızın ve kendimizin şahane kederini, adamı dağlara uğratan sancısını satır satır dökmeyi düşünüyoruz.”
Sait’in yalnızlığını anlatıyor Attila İlhan, diğer herkes gibi. İkinci bir yürek gibi çarpan, hikâyeleri yarıda bıraktıran, şehirlerden soyutlayan, sövdüren bir yalnızlık Attila’nın anlattığı, Sait Faik’in yalnızlığı. “Ama ne olursa olsun. En son arkadaşın benim!” diyor Attila, Türk edebiyatında yeni çareler aramalarından, fikirler paylaşmalarından bahsettikten sonra. Sait Faik’i tanıyan herkesin diline dolanmış, küfretme kabiliyetinden bahsediyor biraz da: “Yorulursun. Gözlerin düşer. Dalarsın. Sinemalara gideriz. Büsbütün dalarsın. Filmin sonunda ne olduğunu çoğunluk ben anlatırım. Hastasındır. Ölüm bir yarasadır, etrafında kayar dolaşır, öfkelenir söversin; bir de bakarsın ki eninde sonunda elinde bir yalnızlığın, bir sancın, bir de yazılarını ve kafanın içini dolduran hayallerin kalmış, onlara söversin.”
Sonra tekrar vuruyor arkadaşın ölümü. Anılar geçitlerine devam ediyor. Elden bir şey gelmiyor. Yüreğini eski bir gazete gibi buruşturup atıyor, Attila İlhan. Yazı bitiyor:
“Ama sen konuşmuyorsun ki, şimdi. Orada, yağmurun altında upuzun uzanmışsın. Islanıyorsun. Bir cami avlusunda, bulaşık bir yağmurun altına uzanmışsın. Islanıyorsun. Sana trençkot aldığımız günü hatırlıyorum. Hani üç kere cayıp karar verdiğin yeşil trençkota. Şimdi ne olacak o trençkot? Sen oraya upuzun yatmışsın, öyle ıslanıyorsun. Şikayet etmiyorsun. Konuşmuyorsun. Sövmüyorsun.”
* Kalinikhta: Sait Faik’in son öyküsü. Rumca “İyi Geceler” demek.
Ömer Faruk Sorak - Avuçlariyle Ateş Taşıyan İnsanlar
“Milton, büyük sanat eseri yazmak istiyenlerin, herşeyden önce kendi hayatına başvurması lâzım geldiğini söylüyor. Tabii toplumdan bağlarını koparmamış olarak.” diyor Ömer Faruk Sorak. Sait Faik’in yazdığı insanların gerçekliğinden bahsediyor. Çünkü hiç çalışmamış Sait Faik. Annesinden aldığı harçlık ve öykülerinden kazandığı 3-5 bin olmuş kırk sekiz yıllık ömründe harcadığı. Bu yüzden ayak takımıyla ahbap olmuş, koca İstanbul’u bu sayede, böylesine ayrıntılı, böylesine gerçek kaleme alabilmiş. Dolaşmış. Böylece ilmek ilmek işlediği öyküler, İstanbul’un üstüne tam olmuş.
Sonra Ömer Faruk Sorak, Faik’i betimliyor: “Şimdi tekrar iskelede duralım. Bu istiridye korsanına, bu başıboş gezen adamın hasır şapkasının altında, güneşten yanmış yüzüne bakalım. Hayatı tam tatmış, alabildiğine açılmış akları çok mavi gözler, cansız gibi görünen soluk kalın dudaklar…” işte Sait Faik, sabahleyin erkenden yollara düşen, neyi ya da kimi öğrenmek istediyse o yöne yürüyen, kalabalıkların arasında, içinde tüm kalabalığıyla Sait Faik. Karakterlerinin abartısı olmadığı gibi, noksanlığı da olmadığından bahsediyor Sorak, hatırında kalan Sait Faik karakterlerinden bahsediyor, ne çeşitlilik. Onlarca ırk, meslek, yaş… hemen hepsi bir gün, bir yerlerde yaşamış muhakkak: “Benzeri ne eskilerde var, ne yenilerde… Anıları yaşayacak, hikâyeleri yaşayacak. Edebiyatımızın semasında görülmüş en parlak yıldızlardan biri o.”
Salim Amca’dan Ek:
Yazı sonlanır, dergi biter. Son olarak, Çakır Hikâyeci’nin Seçilmiş Hikâyeler dergisine katılışını, Salim Şengil’in 1991’de basılan Anılarda Kalan Portreler adlı kitabından öğreniyoruz:
Yeditepe dergisi sahibi ve yönetmeni Hüsamettin Bozok: “Ben nasıl olsa yazı parası ödeyemiyorum. İstersen senin için araya gireyim, Sait ‘Seçilmiş Hikayeler’ dergisine versin öykülerini.” Deyince birdenbire, önce duraksadım, sonra hemen kendimi toparlayarak sevinçle:
“Çok iyi olur.” Dedim.
Yanılmıyorsam yıl 1951. İlk kez açılan ‘İstanbul Fuarı’nı üçümüz geziyoruz. Sait arkamızdan yürüyor. Hüsamettin’in bu önerisinden önce, telefon kulübesine benzeyen bir yere girdik. Atılması gereken parayı işaretli yere attım. Bir düğmeye basarak başbaşa resmimizi çektirmiştik Sait Faik’le…
Hüsamettin Bozok’un durup dururken ortaya attığı önerisine sevincim sürerken, heyecanımı hiç gizlemeden:
“Çok iyi olur.” u yeniledim.
“Kaç lira vereceksin her öyküsüne?” diye Hüsamettin sordu:
“Yirmi beş lira…”
O sıralar ‘Varlık’ gibi daha başka dergilerin öykü başına en çok yedibuçuk, on lira verdiklerini biliyordum.
Biz konuşurken biraz açığımızdan yürüyen Sait Faik’e Hüsamettin:
“Salim, yirmi beş lira veriyor her öyküne. İstersen ver ‘Seçilmiş Hikâyeler’ dergisinde çıksın.” dedi.
Sait Faik, gözümün önünden hiç silinmeyen, saf bir gülümseme ile yanımıza yaklaştı:
“Veririm.” dedi, arkasından ekledi:
“Yalnız bir şartım var.”
Heyecanla bekledim.
“Öykülerimden şimdiye dek elime bir yüzlük geçmedi. Ben sana dört öykü verince, sen de bana bir yüzlük gönderirsin.”
Sait istese avans verebilirdim. Yeter ki öykü versin, ama istemedi. O, özenle ‘yüzlük’ gönderilmesini istiyordu.”