İnsanların fantazyayı ve bilimkurguyu neden sevdiği hep bir merak konusudur. Aslında bu herkesin ancak kendisi için cevaplayabileceği bir soru. Bazıları çok söylendiği gibi bu türleri gerçek hayattan sıkıldığı zaman sığınabileceği bir liman olarak görür. Bazıları artık keşfedilecek pek bir şeyin kalmadığı dünyada boğulur, hayal gücüyle yaratılan yeni diyarlarda dolaşmak, Kolomb’un Amerika’yı keşfederken yaşadığı heyecanı tatmak ister. Kimileri şehir hayatının griliğinden, trafik gürültüsünden, beton yığınından bunalır, ne de olsa fantastik dünyalar yeşil ormanlarla doludur, bu diyarlarda insanlar hayvanlarla dostça yaşar, hatta onlarla konuşurlar. Kimileri fantastik öykülerin işledikleri temaları bildiğimiz dünyadan kısır örneklerle değil, renkli metaforlarla anlatmasına hayrandır. Elbette son derece şahsi nedenleri olanlar da vardır.
Okurların beklentileri nasıl farklı farklıysa, yazarları çalışma masasına oturtan dürtü de tek değildir. Kuşkusuz hepsi hayal kurmayı az ya da çok sever, yoksa bu türlerde kalem oynatmazlardı. Ama bazılarının öyküleri komiktir, bazılarının korkunç, kimileri bize uçsuz bucaksız diyarlarda geçen yolculuklar anlatır, kimileri ise yalnız bir karakterin iç yolculuğunu. Yarattığı dünyaları en ufak detayına kadar tasvir edenler de vardır, sadece zorunlu olduğu kadarını anlatıp gerisini okuyanın hayal gücüne bırakan da.
Elbette bu türlerde son derece kötü yazılmış, okuyana hiçbir şey katmayan birçok eserle karşılaşabilirsiniz, ama ancak diğer türlerde olduğu kadar. Yazılan tüm aşk romanları sevdayı ve tutkuyu Madame Bovary kalitesinde anlatmıyor, gerçek savaşları konu alan tüm kitaplar Savaş ve Barış değil. Bu yüzden sizin tarzınıza uygun bir örneğini okuyana dek, fantazyayı sevmediğinizi sanabilirsiniz, ama o doğru kitap elinize geçince, son sayfaya kadar gözlerinizi ayıramazsanız şaşırmayın.
Fantazya genellikle eğlenceyle ve düşlerle özdeşleştirilir, hatta bazı ortamlarda ciddiye alınmaz, yalnızca çocuklara göre olduğu düşünülür. Bir panelde genç arkadaşlar fantastik romanlar üstüne konuşurken, dinleyiciler arasındaki yaşlı bir beyefendi, bir yazarın böyle boş şeylerle uğraşmaması, şehrin ve köyün dertlerini yazması gerektiğini pek de şık olmayan bir üslupla dile getirmişti. Ben de ilk fantastik romanımı yayınladığımda, kitabımı okumadan röportaja gelen genç bir gazeteci, bana ileride ciddi şeyler yazmayı düşünüp düşünmediğimi sormuştu. Benim için oldukça enteresan bir soruydu, çünkü ben yıllarımı verdiğim o romanı en az bir siyasi roman kadar ciddi buluyordum! Hâlâ da öyle olduğuna inanıyorum.
Peki fantazya gerçek dünyanın sorunlarını ve insan gerçeğini sorgulamak için yepyeni bir araç olamaz mı? Bunu yapmaya kalkarsa eline yüzüne bulaştırır ya da pek bir sıkıcı mı olur? Ellerinden ateş çıkan adamlar, hayvanlara dönüşebilen kadınlar, sivri dişli dehşetengiz canavarlar, edebiyatta kendilerine yer bulamaz mı? Açıkçası ben hiç de öyle düşünmüyorum.
Korkak ve Canavar isimli romanımda, Leofold isimli bir karakter yaratmıştım. Bu karakter, romana yakışıklı, herkesin hayranlık duyduğu bir kahraman olarak katılıyordu. İdealist bir adam, insanlara yardım etmek için silahşör olmuş. Kadınlar ona sırılsıklam âşık, erkekler arkadaşı olmaya can atıyor. Leofold, kitabın ilerleyen bölümlerinde sinsi ve şeytani Asherta’nın tuzağına düşer. Asherta, fareye benzeyen ufak bir yaratıktır, kuyruğundaki iğneyle
kahramanımıza kendi kanından şırınga eder ve onu kocaman, çirkin bir canavara dönüştürür. Asherta’nın kanı bedeninde dolaştığı sürece, Leofold onun buyruklarına karşı koyamaz, çünkü denediğinde damarları patlayacak gibi olur. Şeytani yaratık, onu uzun süre sadık bir avcı ve koruma olarak kullanır. Kahramanımız sonunda özgürlüğüne kavuşur, ama artık kimsenin yüzüne bakmak istemeyeceği kadar korkunç görünmektedir. Kadınların âşkı imkansızdır, erkekler ondan tiksinirler, insanlara karşı bir tehdit görüp kendilerinden uzaklaştırırlar. Herkes tarafından sevilmeye alışık olan genç adam, yaşadıkları yüzünden büyük acılar çeker. Bu haliyle onu istemeyeceğini düşünüp canından çok sevdiği nişanlısını kendisi terk eder. Leofold’un dış görünüşü tamamen değişse de, içindeki kahraman yok olmamıştır. İlerleyen günlerde, yaşadıkları diyar büyük bir tehlikeye düşünce, hayatı pahasına bu kötülüğe karşı savaşır. Kendisini dışlayan insanları korkunç bir sondan kurtarır. Bunu bilmeyen köylüler, yalnızca görünüşü yüzünden ondan uzak durmaya devam etmekte, çocuklar yolda görünce canavar diye arkasından gülmektedir. Ama Leofold için bu önemli değildir, önemli olan kendisi hakkında düşünceleridir. O kim olduğunu artık gayet iyi bilmektedir.
Şimdi izin verirseniz, size bir başka öykü anlatacağım. Bir hekim hayal edin, çok yakışıklı ve ünlü bir adam olsun. Amerikalıların taptığı Doktor Mehmet Öz gibi bir televizyon yıldızı mesela. İdealist bir insan, başkalarına yardım etmek için bu mesleği seçmiş. Kadınlar ona sırılsıklam âşık, erkekler arkadaşı olmaya can atıyor. Günün birinde yakışıklı doktorumuz büyük bir kaza geçirir, bütün vücudu fena halde yanar. Yapılan tüm müdahalelere rağmen, artık dış görünüşü çok çirkinleşmiştir. Kadınların ilgisi hemen kesilir, bundan böyle televizyonda program yapması mümkün değildir. İnsanlar ona sadece acımayla bakarlar, görünüşünden rahatsız oldukları için artık sosyal ortamlara, davetlere çağırmazlar. Kendi hatası olmayan bir olay yüzünden her geçen gün biraz daha dışlanır. İlerleyen günlerde, yaşadıkları şehirde ölümcül bir salgın baş gösterir. Doktorumuzun içindeki idealist yok olmamıştır, bu yüzden ona sırt çevirmelerine rağmen halkına yardım eder. Kendi üstünde deneyler yapıp hayatını tehlikeye atarak salgının çözümünü bulur, milyonları ölümden kurtarır. Bunu yaptığını bilmeyen insanlar, yalnızca görünüşü yüzünden ondan uzak durmaya devam etmekte, çocuklar yolda görünce ucube diye arkasından gülmektedir. Ama doktorumuz için bu önemli değildir, önemli olan kendisi hakkında düşünceleridir. O kim olduğunu artık gayet iyi bilmektedir.
İki öykü de aslında aynı duyguları, iç çatışmalarını, benzer bireysel ve toplumsal önyargıları anlatıyor, insanı tanımlayan şeyin görünüşü mü yoksa seçimleri mi olduğunu sorguluyor. Ben sadece olayları büyülü bir ortama taşıyorum, kahramanların üzerine rengârenk kostümler giydiriyorum. Size aynı hikâyeyi daha eğlenceli ve merak uyandırıcı biçimde sunuyorum. Çünkü hayal kurmayı ve bu düşleri sizlerle paylaşmayı seviyorum.
Hayal gücünden bahsetmişken, şunu da söylemesem olmaz. Dünyada bilimsel, teknolojik ve ekonomik gelişmelerin en fazla yaşandığı ülkeler, fantazya ve bilimkurgu gibi hayallerden beslenen türlerin en çok
yazıldığı ve filme çekildiği ülkeler. Bunun sadece bir tesadüf olmadığına emin olabilirsiniz. Toplumların da insanlar gibi yetenekleri vardır ve yetenekler kullanıldıkça, önem verildikçe gelişir. Amerika ve Japonya gibi ülkelerde, gençler hayal kurmaya teşvik edilir, bizde olduğu gibi bu yönleri bastırılmaz. Büyüdüklerinde eğer sinemayla veya edebiyatla uğraşırlarsa, süper kahramanlar, uzay maceraları, fantastik diyarlar yaratırlar, iş hayatına girerlerse Facebook ve Google gibi yaratıcılık gerektiren, daha önce var olmayan sektörler kurarlar, bilimle ilgilenirlerse robot kollarıyla ameliyat yapabilen makineler, Hubble gibi uzay teleskopları, avuç büyüklüğünde bilgisayarlar düşler ve bunları gerçeğe dönüştürürler. Mucitleri ya da yeni fikirleri olmayan toplumlara bir bakın, orada fantazya ve bilimkurgunun da halka mal olmadığını göreceksiniz. Bu yüzden son dönemde en azından bazı özel okullarda gençlere fantastik romanlar okutulmaya başlanmasını çok önemli buluyorum.
Ben hayal gücünün, bize dünyayı başka açılardan görme yeteneği kazandırabileceğine inanıyorum. Edebiyatın illa sıkıcı olması gerekmediğini, romanların gece uyku getirsin diye okunacak metinler olmadıklarını düşünüyorum. Eğlenmek, merak duymak, heyecanlanmak, şeytani eylemler değildir, hayatı yaşanılır kılarlar. Okumanın ve hayatı sorgulamanın insanı yaşamdan bezdiren metinlerle eşleştirilmesi şart değil. Öyle yaptığımız için pek çok insan ancak zorunlu tutulursa eline bir kitap alıyor. Öyle yaptığımız için, gerçekten harika fantazyalar yazabilecek kişiler bu türlerden uzak duruyor, kültürümüzün renklerini taşıyan yeni ve özgün eserlerden mahrum kalıyoruz.
Eğer bana katılırsanız, ayda bir defa burada edebiyatın ne olduğu ne olmadığı üzerine, düşlemek ve bunu kâğıda dökmek üzerine, hayatta ne yapıyorsak yapalım hayal gücümüzü buna nasıl katabileceğimiz üzerine sohbet edelim. Sadece kitaplardan değil, sinemadan, çizgi romandan, sanatın diğer dallarından da konuşalım. Yeri gelir belki gerçek diye kabullendiğimiz bazı şeylerin aslında o kadar da gerçek olmayabileceğinden, günlük hayatın minik detaylarında saklı farklı gerçeklerden de bahsederiz. Eğer dinlemek isterseniz, size anlatacak çok öyküm var! Dilerseniz düşüncelerinizi ve beklentilerinizi bana yazabilirsiniz. Kendi görüşlerim gibi onlara da bu köşede yer vereceğim.
Hep birlikte tüm önyargılarımızdan, kabullenmelerimizden sıyrılalım, zihnimizi henüz var olmayan şeylere açalım istiyorum. Çünkü ancak hayal edebildiklerimizi gerçekleştirebiliriz.
Önümüzdeki ay şaman davulumla ben yine burada olacağız. Sizi de birlikte aya ulumaya bekliyorum.
Barış Müstecaplıoğlu, 1977'de Kocaeli'nin İzmit ilçesinde doğdu. Yüksek öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü'nde tamamladı. Hikâye ve roman eleştirileri Varlık, Altyazı, Kitap-lık, Radikal Kitap gibi dergilerde ve çeşitli gazete eklerinde yayımlandı.
1995'te İstek Vakfı Mezunları İffet Esen Öykü Ödülü'nü kazandı. Türkiye'nin ilk fantastik kurgu dizisi olan Perg Efsaneleri'nin başlangıç romanı Korkak ve Canavar ve devam kitabı Merderan'ın Sırrı 2002'de, üçüncü romanı Bataklık Ülke ise Ocak 2004'de yayımlandı.
Tanrıların Alfabesi, dört romandan oluşan Perg Efsaneleri'nin son kitabı oldu.
Perg Efsaneleri serisini tamamladıktan sonra, birey olmak ve anlam arayışı üzerine Şakird isimli bir roman yazan Barış Müstecaplıoğlu, bu kitabın ardından sokak çocuklarını ve onları kullanan suç örgütlerini işleyen bir polisiye olan Kardeş Kanı'nı kaleme aldı. 2009'da 14.yüzyılda yaşamış gizemli şamanist ressam Mehmet Siyah Kalem'in eserlerini odağına alan "Bir Hayaldi Gerçekten Güzel" isimli romanı yayınlandı. Son eseri, Perg Efsaneleri tarzında bir fantastik kurgu serisi olan Şamanlar Diyarı oldu. Şamanlar Diyarı ve Keşifler Zamanı adlı iki kitabı yayınlanan ve üç kitapta sonlanacak olan bu seriyle, Mehmet Siyah Kalem'in çizdiği yılan kuyruklu esrarengiz yaratıklara bir isim, bir ülke ve bir tarih yarattı.
Çeşitli çalışmaları yurtdışında yayımlanmış bir çizer olan Engin Deniz Erbaş'la birlikte resimli bir çocuk kitabı hazırladı. Bu kitapta Doğu ve Anadolu masallarının, efsanelerinin karakterlerini modern bir bakış açısıyla yeniden yorumlayıp fantastik bir çocuk öyküsünün içine kattı. Gökyüzündeki Ülke isimli bu kitap 2008 Nisan'ında yayımlandı.
Romanları dışında İstanbul Hikayeleri ve 1002.Gece Masalları gibi çeşitli öykü seçkilerine de katılan yazarın bir cinayet öyküsü, 2008'de Amerika'da Akashic Books tarafından hazırlanan İstanbul Noir isimli bir seçkide ingilizce olarak yayımlandı. Bu kitap aynı sene Türkiye'de Everest Yayınları tarafından da basıldı.
Yazarın çeşitli öykü ve romanları bugüne kadar İngilizce, Lehçe, Romence, Bulgarca, Çince, Arapça, Sırpça, Almanca ve Hintçe dillerinde yayınlandı. 2012'de, Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği'nin (FABİSAD) kurucuları arasında yer aldı.
www.barismustecaplioglu.com
bmustecap1@gmail.com
Yazıda kullanılan illüstrasyonlar Ertaç Altınöz tarafından Perg Efsaneleri ve Şamanlar Diyarı için özel olarak çizilmiştir.