Behiç Ak ünlü bir isim. Ama neyle ünlü? Bir kesim onu, on yıllardır yayımlanan gazete karikatürlerinden, ebeveyn olanlar ise çocuk kitaplarından tanıyor. Tiyatro izleyicileri, pek çok oyun yazdığından ve oyunlarının yabancı ülkelerde de oynandığından haberdar olsa gerek. Edebiyat okuyucuları arasında yetişkinlere yönelik romanlarına rastgelenler çıkacaktır. Sinemacılar ise ödüllü bir belgesel yönetmeni olduğunu bilebilir. Tüm bunlara ek olarak mimar ve şehir planlamacıları arasında Behiç Ak, mimarlık yapmayıp mimarlık ve şehir planlamacılığı pratiklerini eli rahat bir şekilde eleştiren mimar olarak tanınır. Kısacası çok yönlü, çok üretken ve illaki muzip bir sanatçı ile karşı karşıyayız. Behiç Ak ile çocuklardan, çocukluğundan, çocuklar ve büyükleri arasındaki entelektüel paylaşımdan, karikatürden, tiyatrodan, mimarlıktan ve elbette edebiyattan konuştuk.
Uzun yıllardır çocuklar için üretiyorsunuz, sizce çocuklar değişiyor mu?
Elbette, çocuklar yavaş yavaş da olsa değişiyor. 80’lerin başında çocuk kitaplarımı yayınlatmaya çalıştığımda, okullarda çocuk edebiyatı bir edebiyat türü olarak görülmüyordu pek. Sadece bu konularda çabalayan birkaç öğretmen vardı. Hele okul öncesi kitaplarla ilgili anlayış neredeyse hiç gelişmemişti. Anne, baba ve çocuk arasında bir köprü oluşturan, aralarındaki ilk ve belki de son entelektüel ilişki olan bu kitaplar küçümseniyordu. İlk yaptığım kitapları Türkiye’de yayınlatamadım bu yüzden. İlk baskılarını Japonya’da yaptılar. Şimdi ise çocukların birçoğu çok seçmeci. Yazarına göre kitap seçebiliyorlar. Yazarı eleştirebiliyorlar.
Uzun yıllardır yetişkinler için de üretiyorsunuz, sizce ülkenin bugünkü yetişkinleri önceki kuşaklardan farklı mı?
Yetişkinler, tüketim ekonomisinin kıskacına çok çabuk girdiler. Bu kadar rahat tüketmeyle bir yere ulaşabileceklerini, hatta ulaştıklarını, nihai hedefe vardıklarını düşündüler. Tarihi bitirdiler. Felsefe ve düşüncelere dayanarak yaşam tarzı oluşturmaya pek çalışmadılar. Bunun yerine yaşam tarzı satın almaya çalıştılar. Bu, bir hayal kırıklığına yol açtı toplumda. Düşünsel süreçlerle ve emekle toplumsal olarak oluşturulabilecek bir şeyi, parayla kişisel olarak satın almaya çalışmanın yarattığı bir hayal kırıklığı. Düşünmemenin ve toplumdan ayrı kalmanın getirdiği bir ıssızlık hüküm sürüyor her yerde. Bireyle toplumun barışması gerekecek. Türkiye’deki bugünkü kuşaklardan bahsediyorsak, her düzeyde birçok insan yaşadığı toplumdan kurtulmak istiyor. Bunun geri planında, az düşünceyle çok şey yapmaya çalışmanın getirdiği miskinlik de var biraz. Yeni kuşakların bazı şeyleri daha fazla sorgulamaları gerekiyor. Onun ipuçları görülüyorsa da henüz düşüncelerini oluşturmaktan kaçınan bireylerle dolu toplum.
Ebeveyn ve çocuk arasında tek entelektüel paylaşım döneminin 3–6 yaş arası olduğunu söylüyorsunuz. Neden?
Çocuğun okuma yazma bilmediği dönem, büyük ve çocuk arasında bir paylaşıma zemin hazırlıyor. Düşünmeye kavram, sembol ve nesneler arasında ilişki kurarak başlarız. Daha sonra böyle bir süreçten geçtiğimizi unutarak yola devam ederiz. İşte okul öncesi kitaplar kavramlar, semboller ile gerçek hayat arasında ilişki kurmamıza olanak tanıyor. Çocuk orada saat resmini görüyor. Saat resmiyle evdeki saat arasında bir ilişki kuruyor. Bir de zaman kavramı var. Çocuk bütün bunları anne ve babasıyla bir hikâyenin içine dalarak, onu anlayarak ve zaman zaman da onu değiştirerek elde ediyor. Büyük de deneyim denen “yanıltıcı tekrar”dan bu paylaşım sayesinde bir süreliğine de olsa kurtuluyor. Bu ilişkiyi kuran okul öncesi çocuk kitabının gücü çok önemli.
Çeşitli ülkelerde yayımlanmış pek çok çocuk kitabınız var. Ülkemizde de okul öncesi ve ilkokul çağı çocukları arasında çok popüler bir isimsiniz. Ancak ben resimlenmiş ya da resimli hikâye kitaplarınıza değil Karikatür Kitabı’na bir vurgu yapmak istiyorum. Türünün nadir örneklerinden biri olan bu kitap nasıl bir bakış açısı ile ortaya çıktı?
Bu kitap benim otuz küsur yıldır çocuk büyük ayrımı gözetmeksizin çizdiğim karikatürler arasından yaptığımız küçük bir seçme. Çocukları konu eden karikatürlerin, bazan çocuklar tarafından çok daha rahat algılandığını görünce şaşırdığım zamanlar olmuştur. Oysaki ben onların bir kısmını büyükler için çizdiğimi düşünüyordum. Yıllar içinde, bazı karikatürleri büyüklerin “naif” buldukları için anlamadıklarını söylediklerine şahit oldum. Oysa durum bence pek öyle değildi. Sistem yetişkini, tek boyutlu ve başarı endeksli bir yaşama yönelttiğinden, düşünsel kayıplara uğratıyor ve otomobil markaları, para konuları, mesleki kavramlar vesaireden oluşan bir dünyanın içine hapsediyor. Düşünsel olarak kendilerini ifade etme ve anlama konusunda sınırlı bir dünyanın içinde tutsak kalıyorlar. Çocukların, bu konudaki bütün kısıtlama çabalarına karşın, anlama kapasiteleri daha geniş. En azından böyle bir potansiyel taşıyorlar. Kaliteli mizah analitik bir şey. Hiç düşünmediğini düşünmeye itiyor insanı… İnsanı düşüncenin sınırlarında dolaştırabiliyor. Kısacası Karikatür Kitabı çocukların geniş algı dünyasıyla bir ilişki kurma çabası…
Sizin çocukluğunuz Samsun’da geçti sanırım. Nasıl bir çocukluktu merak ediyorum. Üstelik kardeşiniz Sevim Ak da önemli bir çocuk edebiyatı yazarı… Bir evden iki çocuk yazarı çıkması ne hoş.
Çocukluğumun bir kısmı Samsun’da geçti. Annem Selanik doğumlu, babam ise İstanbul Sultanahmetli. Babam Samsun’dan sıkıldığı için İstanbul’a geldik. İlkokulu Kadıköy’de bitirdim. Samsun’daki çocukluğum olağanüstü güzeldi. Karadeniz’in hırçın doğası, uçsuz bucaksız kumsalları, hiç dinmeyen yağmurlarının yanı sıra bir sülale içinde yaşamanın verdiği huzur, güven ve neşe… Hepsi iç içeydi. İstanbul’a geldiğimizde annemin yedi kardeşlik ailesinin oluşturduğu sülaleden koptuk ve çekirdek aileye dönüştük. Bu benim için büyük bir tramvaydı. Bir şehirden başka şehre gitmenin yanında, sülaleden çekirdek aileye göç etmek. Şüphesiz büyük bir kayıptı bu. Bir eksilmeydi. Sanırım sanatsal faaliyetlerim üzerinde bunun etkisi olmuştur. Bu eksilmenin telafi edilmeye çalışılmasıydı belki de beni sanata yönelten. Sevim için de aynı şey olmuştur belki, bilemiyorum.
Yaşadığınız çevreden yola çıkarak ürettiğiniz bolca hikâyeniz ve tiyatro oyunu olduğu dikkatimi çekiyor... Martılar, kediler, ada, Galata Kulesi ve genel olarak İstanbul, eserlerinizde çok güçlü bir şekilde varlık gösteriyor. Tiyatro oyunlarınızda ise kâğıt üstündeki işlevleri ile uyuşmayacak şekilde kullanılan yapılara (Bina) ve ancak bireysel hayatlara olanak tanıyan şehirlere (Tek Kişilik Şehir) rastlanıyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Mimarlık bilgisiyle pratiği birbirinden oldukça farklı. Mimari bir bilgiyle dünyaya baktığınızda, sadece yapmakla değil, anlamakla ilgili de bir pratiğin içine giriyorsunuz. Oysa pratik hayatta mimar, sadece “yapan” biri… Mimarlık bilgimi anlamak için kullanmayı, yapmak için kullanmaya hep tercih ettim. Hayatı bu bilgiye dayanarak anlamak yeni kapılar açıyor kuşkusuz. Anlamayıp yapan biri olmaktan çekindiğim için, belki… Ama ne yazık ki dünyayı onlar yönetiyor. Güncel mimarların birçoğu anlamadan yapan, anlarmış gibi davranan kötü filozoflar gibi. Parayla satın alınabileceği zannedilen “yaşam tarzının pazarlanmasında” önemli bir unsur olarak görev yapıyorlar; tasarımcı olarak. Oysa biraz önce de belirttiğim gibi yaşam tarzının parayla satın alınabileceği fikri miskince bir fantezidir. Hayal kırıklığına götürür, bizi. Yaşam felsefesi olmayan insanların, yaşam tarzı olamaz zaten. Kısacası müteahhitlerin mimarlarla el ele vererek yaptıkları mekân parçalarını satın alarak fotoğraf çektirmekten ibaret bir şey değildir yaşam. Burada kişisellik yoktur. Tabii ki mimarlık düşüncesinin analitik yanı çok güçlü. O da bana çalışırken kuşkusuz yardımcı oluyor.
Mimarlık ile edebiyat arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Tasarım ve sanat arasındaki fark önemli. Mimari bilgiye dayanarak olayları anlamak çok iyi ama bir edebiyat eseri oluşturmak, pek parlak bir fikir gibi gelmiyor bana. Sanatla tasarımı karıştırmak günümüzün bir yanlışı. Tasarımın bir sanat türü gibi sunulması sanatı hiç anlamayanlara özgü bir yaklaşım. “Bana insanın ürettiği bir şey gösterin ki sanat eseri olmasın” diye geniş bir sanat tanımı yaparsak bir kola şişesini de sanat eseri olarak tanımlayabiliriz kuşkusuz. Ama tasarıma dayanan edebiyat ölü bir edebiyattır, bence. Tasarımla sanat arasındaki çok önemli bir fark şu: Tasarımda önceden sembol ve işaretlerle tasarladığımız bir fikri, gerçekleştiriyoruz. Yani tasarımla gerçekleştirme süreci arasında çok az üretim var. Sanat ise tam tersi, yola çıktığımız fikirleri ilk on dakikada terk edebiliyor, başka bir konuya saplanmanın daha doğru olduğunu düşünebiliyoruz. Yarattığımız bir karakterin bizden nasıl bağımsızlaştığını hayretle izliyoruz. Hiç başta düşünmediğimiz bir şekilde biten hikâyeler, tasarımımıza uymayan olay ve karakterlerle zenginleşiyor hikâyelerimiz… Bir serüven sanat. Önceden tasarlanmış bir gezi değil.
Behiç Ak'ın nasıl bir edebiyat okuru olduğunu da merak ediyorum…
İyi bir edebiyat okuyucusu olup olmadığımı bilemiyorum. Sevdiğim kitapların okuyucusuyum ben.