Sanatın hatasızı makbuldür diye düşünülür fakat küçük kusurları olan eserler bana hep daha yakın gelmiştir. Büyük yönetmen Fellini’nin söylediği gibi, “İyi bir filmin kusurları olması gerekir, tıpkı hayat gibi, insanlar gibi…” Sözü birazcık değiştirebiliriz belki, iyi eserlerin kusurları olmalı. Kusursuzluk çoğu zaman sanat yapıtlarını fazla mekanik hale getirmiyor mu? Her satırda, her fırça darbesinde yahut mısrada “Aman hatasız ilerleyelim” endişesi bütün doğallığı yok etmiyor mu? Sanat endişenin bir kenara bırakılması ile en saf halini alıyor… Bir eser samimi ve derinlikli ise, hatalar ona bir de insani bir yan katmış oluyor, hepsi bu.
Türk edebiyatının en büyük eserlerinden saydığım Yaban’ı tekrar okurken aklım takıldı şu “kusur” meselesine… Romanın bir bölümünde Yakup Kadri, karakteri Ahmet Celal’e şunu dedirtiyor: “Şimdi başım iki ellerim arasında düşünüyorum.” Ama biz Ahmet Celal’in tek kolunun olmadığını biliyoruz, nasıl iki el? Acaba Yakup Kadri sadece bir an için karakterinin tek kolunun olmadığını unutmuş muydu? Yoksa “iki elin arasına başını almak” edebi bir ifade olsun diye mi öyle yazılmıştı, kim bilir?
Milan Kundera da “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabında erkek kahramanına üşümesin diye sevgilisinin file çorabını giydirmemiş miydi? Sevgili, adamın karısına “Kocanın hayatındayım”ın işaretini gönderiyordu adeta, adamın karısı o file çorapla bazı şeyleri daha net anlamış olacaktı, en azından Kundera böyle uygun görmüştü. Peki file çorap nasıl olur da soğuk havada mecburen giyilecek bir şey olabiliyordu? File çorapla ısınmak mümkün mü sorusunu hanımlara bırakalım, Kundera’nın yarattığı dünyada ısıtıyormuş da diyebiliriz tabii… Geçelim…
Şiirimizde yok mudur peki, hem de çok… Feyza Hepçilingirler, Cumhuriyet’te yazmıştı; Yahya Kemal, Sessiz Gemi’sinde “Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol” demiyor muydu? Kol sallamak da neyin nesiydi? Barış Manço’nun “El salla, el salla/ Kol salla, kol salla” diye devam eden şarkısını bir kenara bırakırsak dilimizde bir veda anı için var mıdır böyle bir ifade? Ah şu kafiye zorunluluğu… Ancak tabii, Yahya Kemal sallattıysa, sallanır da diyebiliriz belki…
Elimiz değmişken resimden bir örnek verelim, fotoğraf makineleri atların koşuşunu kayıt altına alana dek nice ressam atların o dörtnala halini yanlış resmetmemiş miydi? Yüzyıllar boyu atlar koşarken ön ayakları ileri, arka ayakları geriye doğru iken yansıtılmıştı resimlere. Ancak işin aslı öyle değildi. Atlar koşarken ön ve arka ayaklarını tamamen öne ve arkaya doğru çevirmiyordu. Tabii bu durum o resimlerin büyülü birer yapıt olduğu gerçeğini değiştirir mi? Elbette hayır… Géricault her ne olursa olsun, söz gelimi bir gün atların aslında koşmadığı (!) gibi bir durum bile ortaya çıksa, büyük bir ressam olarak kalacaktır…
Sinema sanırım seyirciyle hata anlaşması yapmış ender alanlardan biri… “Kusursuz olamam” demiş işin en başında, seyirci de kabul etmiş durumu… Orada mesele şudur, bir gün biri gelip “Süt Kardeşler filminde geceleri güya gaz lambaları ile dolaşılır ama hemen her sahnede tavandan ampullerin sarktığı görülür” der… Etkisi mi? Film zaten kültürel kodlarımıza işlemiştir, daha az seviyor olmak da mümkün değildir. Bir sonraki izlemede ampullere de dikkat edilerek sevilecektir, hepsi bu…
Şarkılarımız hatalar konusunda belki de en verimli alan. Hele ki Türkçenin düzgün kullanılması mevzu bahis ise sayfalar dolusu örnek verilebilir. Benim aklıma bu alanda öncelikle Orhan Gencebay geliyor. “Severek ayrılalım/Aşka hasret kalalım/Eğer mutlu olursak/Yeniden barışalım” diye devam eden şarkıda ayrılıktan sonra mutlu olunuyorsa neden tekrar barışılıyor sorusu uzun süre aklımı meşgul etmişti. Dahası böyle bir ifadede benim anlayamadığım bir derinlik, bir söz oyunu var zannediyordum. Derken günün birinde bir televizyoncu Gencebay’a bunu sordu, “’Eğer mutlu olmazsak” dense daha doğru olmaz mıydı?” Ben, Orhan Baba şimdi “Orada şunu kaçırıyorsun canım kardeşim” diye lafa girecek diye beklerken ummadığım bir yanıt vermişti: “Evet orada bir hata yapmışız…” Yine de seveni için değerli şarkıdır, zaten Gencebay “Hatasız Kul Olmaz” derken de, durumu biraz olsun izah ediyordu…
Hatasız sanat olur mu? Belki de eser asıl minik hatalara rağmen büyüklüğünden bir şey kaybetmiyorsa gerçek sanat oluyordur… Kusurlarına rağmen büyük sanat eseri ortaya koyabilmek değil midir büyük sanatçı olmak da?