Elizabeth O’Connor’ın birçok ödüle değer görülen, bir genç kızın gözünden II. Dünya Savaşı’nın eşiğinde bir varoluş hikâyesi anlatan romanı Balinanın Ölümü üzerine bir yazı.
Gökte, yerde ve denizde daha önceden karşılaşmadığımız her şey bir tedirginlik yaratıyor bizde. Bazen korkuyoruz bazen de duruma göre merak ederek olup bitenin üstüne gidiyoruz. Ardından yeni bir gerçekliğe denk gelme olasılığı belirebiliyor.
Elizabeth O’Connor, Balinanın Ölümü’nde beklenmedik bir olay sonrasında taze bir hakikatle ve hayatla karşılaşma ihtimali ortaya çıkan Manod’un ve yaşadığı adanın merkezde olduğu; merakla, yılgınlıkla, şaşırmayla ve ikilemlerle şekillenen bir hikâye anlatıyor.
Hatırlayan ve hayal kuran bir karakter
O’Connor, romanın ve 1938’de olayların geçtiği adayı, Britanya çevresindekilerden esinlenerek kurgulamış. Yoğun göç veren, mülkleri el değiştiren ve farklılaşan iklim koşulları nedeniyle kimliğini kaybetme aşamasına gelen bu adalardan hareketle yarattığı kara parçasına vuran bir balina, romanın başkarakteri Manod’un yaşamının akışını değiştirme ihtimali doğuruyor.
Manod’un ailesinin ve önceki kuşak akrabalarının yaşadığı adada mevsim geçişleri ve hayat gayet düzenli. Bir eylül günü kıyıya vuran balina ise farklı tepkilere yol açıyor: Ahaliden bazı kişiler bunu bir alamet sayıyor bazıları kıyamet işareti sayıyor. Kimsenin yüzme bilmediği, zihinsel sınırların dışına neredeyse kimsenin çıkmadığı ama daha iyi bir gelir için ayrıldığı adanın sahilinde öylece yatan balina, efsane ve gerçekler arasında salınan halk için bir tedirginlik demek.
Adadaki hayat ile Manod’un ailesiyle sürdürdüğü yaşamın birbirine benzediğini görüyoruz; O’Connor, zihinsel sınırı hem ada hem de Manod için kullanıyor. Bu, zaman zaman muhafazakârlığa çalıyor. Dolayısıyla ada da balina da birer metafora dönüşüyor: Ada, geçirimsizliği temsil ederken balina farklı olana açılan koridoru simgeliyor.
Manod, balinayı görmek üzere yola çıktığında heybesinde mevcut yaşamı, aklında ise hayaller bulunuyor: “Balinayı kendi gözlerimle görmek için sahile yürüdüm. Yalnız yürürken hayal kurmayı severdim, bazen ana karada varlıklı bir ailenin yanında terzi olarak çalıştığımı ya da Avrupa’da bir yerde rahibe olup şehir meydanındaki uzun beyaz kulede yaşadığımı hayal ederdim. Kafamın içinde İngiliz aksanıyla İncil ayetleri okur, dilimi her kelimenin şekline sokardım.”
Adadaki gelgit misali, Manod’u yakalayan pastoral; daha doğrusu mekânın ruhunu zorlayan bir aşk hikâyesi de ana öyküyle paralel biçimde yürürken uzaklardan haberler geliyor: Ana karada fiyatlar artıyor, bir yerler işgal ediliyor, silahlanma hızla sürüyor… Yeni bir savaştan bahsediliyor.
Manod bu hikâyelerin ve olayların ortasındayken hatırlıyor, geçmişte olup bitenleri tartıyor ve anları yorumluyor: Babasıyla ilişkisini düşünüyor, annesinin ona ve kardeşine elini hiç vermemesini, babasıyla annesinin birbirine neredeyse hiç dokunmadığını anımsıyor. Diğer yandan, adanın dışını düşlüyor: Gitmek istediği şehrin hangisi olduğunu bilmiyor. Balinanın kıyıya vurmasından sonra adaya ayak basan ve etnograflar ise Manod’a başka bir yaşam için fırsat sunuyor.
Zihinsel sınırlar içinde var olma uğraşı
Doğanın olağan işleyişinin aksine durumlarla karşılaştığında bunu bir kötülüğe yoran, teknelerde kadın bulunmasının uğursuzluk getirdiğine inanan ve son derece tekdüze bir hayat yaşayan adalılar arasında Manod, hayallerini canlı tutmaya ve kendisine öğretilenlerin ya da öğütlenenlerin dışına çıkmaya uğraşıyor. “Ana karaya ulaşmanın belirsizliğinin adadaki yaşamı şekillendirdiğini” bilerek hayatını sürdüren Manod, diğer yandan adadan ayrılması hâlinde nereye gideceğini ve ne yapacağını bilmiyor. Tüm hikâyesini, ailesini ve geçmişini geride bırakma ve kalıp devam etme ikilemine kapıldığını hissediyor. Bu sırada balina hızla çürüyor: “Bir süre balinanın bedeninin yasını tuttuk, ilk çürüme belirtilerini göstermişti. Biri çiçek getirdi, ceketini sırtına örttü. Palto komik bir şekilde küçük görünüyordu, oyuncak bebek önlüğü gibi. Koku giderek ağırlaştı, artık gözümüzü yakıyordu. Sahilin üzerinde kara bir martı bulutu dolaşıyordu.”
Adanın geçmişini, oradaki sakin yaşamı ve akıp giden günlerin zaman zaman nasıl hırçınlıklar ve sertlikler taşıdığını anlatan Manod’un hayalleriyle ve geçmişe dair canlanan anlarla yüzleşiyoruz. Dahası, adada yaşamanın veya var olmanın dramatik tarafını ve zorluğunu betimleyen Manod, ana karayla iletişimin ve bağlantının bazen kolay bazen hayli zor olduğunu anlatırken zihinsel sınırların dışına çıkma arzusunu yeniden ve başka sözcüklerle hatırlatıyor: “Dünyada görmediğim o kadar çok şey vardı ki.”
Bunu aklından geçirdiği günlerde Avrupa’da faşizm yeni bir topyekûn savaş başlatmak üzere estirdiği rüzgâr adaya da ulaşıyor. Balina çürümeye devam ederken ondan geriye kalanlar ahali tarafından parçalanıyor.
Kıyıya vuran ve her geçen ay yavaş yavaş yok olan balinayla beraber biçimlenen; ana ve yan hikâyelerle genişleyen, Manod karakterinin ve yaşadığı adanın merkezde bulunduğu bir roman Balinanın Ölümü.
Zihinsel sınırlar içinde kalma ve onu aşma, günü anlama ve hatıraları yorumlama hikâyesi kaleme alan O’Connor; değişim, dönüşüm, yabancılaşma, başka bir dünyayla tanışma ya da yüzleşme ihtimali, hesaplaşma, yaşam ve ölüm etrafında kurguluyor romanı. Annesinin ölümü ve Manod’un hatırladıklarının yanı sıra adanın aydınlık ve karanlık tarafı romanın önemli eşikleri.
Kısacası O’Connor, İkinci Dünya Savaşı arifesinde sınırları içinde var olmaya uğraşan bir ada ile orada var oluşunu anlamlı kılmaya çalışan Manod’un öyküsünü bir arada sunuyor okura.
Balinanın Ölümü, Elizabeth O’Connor, Çeviren: Sevinç Sanem Erzurumlu, Timaş Yayınları, 234 s.