Mahir Ünsal Eriş’in kaleme aldığı, M.K. Perker’in çizgilerinin eşlik ettiği “gecenin olur olmaz saatlerinde uykuları kaçıran, basamakları gıcırdata gıcırdata tırmanan, tel dolapları karıştıran misafirlerin romanı” Öbürküler üzerine bir inceleme.
Mahir Ünsal Eriş’i öyküleriyle tanıdık, sonrasında bir romanla çıktı karşımıza. Bir söyleşisinde, üzerine yapışan kederli öyküler yazan adam etiketinden rahatsız olduğunu söylemişti. Üzerinize yapışan bir etiketten, herkesin anlayabileceği kadar radikal bir şey yapmadığınız sürece kurtulmanız bir hayli zor olsa gerek. Eriş, Dünya Bu Kadar’da riskli bir işe girişmiş ve öyküyle roman arasındaki sınırı kimileri için zorlamıştı. Öbürküler’de ise, herkesin anlayabileceği kadar bariz başka bir türle, hem ne olur ne olmaz diyerek adını da koyduğu bir üslup değişimiyle, kendi oluşturduğu değil fakat ona verilen derisinden kurtulmaya girişiyor.
Kendiyle çatışmayı seven bir yazar olarak tanımlanabilir Mahir Ünsal Eriş. Olduğuyla yetinmeyen, eleştirilme riskini göze alıp yenilikten kaçınmayan bir yazar. Bu sebeple, öncelikle okuru değil kendini mutlu etmek için yazan bir yazar olarak görüyorum Eriş’i. Öykücü olarak görüldüğünde roman yazan, hüzünlü olarak nitelendirildiği an karşınıza bir korku edebiyatı koyan biri. Yine bir söyleşisinde, öykü yaz denildikçe öyküden uzaklaştığını söylemiş: “Öykü yaz,” dendiğinde, kendine doğru yaklaşan öykücü etiketini gördü belki de.
Gelelim son kitabına, Öbürküler’e. İçinde üç farklı yazarın, ismen ve yazdıklarıyla anıldığı bir kitap bu: Hüseyin Rahmi Gürpınar, Refik Halid Karay ve Nâzım Hikmet. Kitap, Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları kitabından alıntılarla bölümlere ayrılırken, kitabın ilk yarısı Karay’a, ikinci yarısı Gürpınar’a ithaf ediliyor. Bu iki bölümde de Eriş, dilini bu yazarlardan ödünç alıyormuşçasına, kendi üslubunu bir kenara bırakıyor ve bu kitaba, Öbürküler’e özgü, nostaljik, yer yer Memleket Hikâyeleri’ni, yer yer Gulyabani’yi andıran bir üsluba büründürüyor kalemini. Bu sebeple, Eriş’in yazma tarzının gittikçe değiştiğini, kendisinin farklı bir yazara evrildiğini kesinkes söylemek mümkün değil: yazım tarzının, bu yazarlar özelinde değiştiği düşünüldüğünde, bunun tarz değişikliğinden çok bir tür saygı duruşunu temel alan bir deneme olduğu varsayılmalı. Elbette, her yazar gibi Eriş de yazdıklarıyla değişiyor, gelişiyor, farklı bir yere evriliyor; fakat onun yazar olarak değişimini belirleyecek kıstas bu kitap değil bir önceki, Dünya Bu Kadar kitabı olmalı.
Kitabın konusuysa şöyle: Refik Halid’e ithaf edilen ilk yarısında Fahrettin Bey ve ailesi, köylerinden çıkıp öncesinde planladıkları bir eve yerleşmek amacıyla İstanbul’a gelirler. Yol boyunca Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde insan gruplarına rastlarız. Halktan çeşitli insanlarla, gerek coğrafi gerek tarihi bir yolculuğa çıktığımız bu bölümde, arka planda bir baba olma tedirginliği görüyor, yeni bir yerde yaşama yolculuğundaki en gergin ismin, Fahrettin Bey’in endişelerine tanık oluyoruz: Baba olmanın sorumluluğu kendisinin omuzlarındadır, ola ki önceden planladıkları evde bir sorun yaşanır, ola ki yolda bir problemle karşılaşırlar, ola ki...
Eve yerleşilir yerleşilmesine ama evde birtakım tuhaflıklar meydana gelmektedir. Netice itibariyle, evin perili olduğu, “öbürküler”in bu evde yaşadığı dedikoduları da aile arasında bir şekilde yayılır ve Eriş ortaya bilmeceler atarak daha fazla bilinmeyen yaratır ve haliyle daha fazla korku. Lovecraft’ın söylediği, Yankı Enki’nin aktardığı gibi, insanlığın en eski duygusu korku ve en güçlü korkusu, bilinmeyenin korkusudur.
Kitabın Gürpınar’a ithaf edilen ikinci yarısındaysa tüm bu bilinmeyenler çözülmeye başlar. Bilinmeyen öğeler açıklığa kavuştukça, manevi âlemden maddi âleme geçiş yaparız. Burada okuyucu olarak beni etkileyenin, Eriş’in kitabının ilk bölümünde metafizik sınırlarda fazlasıyla dolaşmamız olduğunu söylemeliyim: ne ile karşı karşıya olduğumuzu bilmediğimizden, bu metafizik öğelerin hiçbirini akılcı nedenlere dayandıramıyor, ilk bölümde bu sebeple ziyadesiyle geriliyoruz.
Öbürküler’den Gürpınar’ın Gulyabani’sine geri döndüğümüzde taşlar yerine daha bir oturuyor. Kitabın henüz başında, Gürpınar yazacağı hikâyeye dair şu sözleri dile getiriyor ki, Eriş’in yapmak istediğinin tam olarak bu olduğu söylenebilir: “Teknik ve ciddi ilim adamlarının tenkitlerini ve azarlamalarını çekmeksizin sizi manevi alemin kendimce olan sırlarında dolaştırdıktan sonra gene madde dünyasına döneceğiz. Roman bir gariplik toplamı olmakla beraber yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için seçtiği akla uygun sınırlar içinde son bulacak.”
Kimi okurları öykü bekleyedursun, ben Eriş’in bir dahaki kitabında şimdiden ne yapmak istediğine karar verdiğine ve biraz muzipçe gülümsediğine eminim. Bu sebeple, her kitabında aynı türde ve tarzda yazan yazarlardan ayrılıyor Eriş; sonraki kitabında sadece bilip sevdiğiniz bir yazarı değil, aynı zamanda farklı bir yazarı, türü, tarzı da kucaklamak heyecanı uyandırıyor. Öbürküler özelinde, bu heyecana ortak olan bir başka ismi, çizimleriyle kitaba renk katan M.K. Perker’i de unutmamak gerekiyor.