Ayrıkotu ve İt Gözü kitaplarıyla çağdaş öykücülüğümüzün öne çıkan isimlerinden biri olmayı başaran Deniz Tarsus beş yıl aradan sonra Ben Murtaza ile yeniden okurların karşısına çıktı. Yarattığı öykü evreninde özgün bir dil yakalayan, edebiyat geleneğimizin özüne inerken bunu modern anlatıyla harmanlayan Tarsus ile yeni kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Ayrıkotu ve İt Gözü kitaplarından sonra Ben Murtaza geçtiğimiz aylarda okurla buluştu. Ben Murtaza’nın yazın serüveninizdeki yeri nedir, sizin bir öz değerlendirmenizi alacak olursak bu kitapta neleri hedeflediniz?
Kıymetli sorularınız için çok teşekkür etmekle başlayayım. Evet, aslında Murtaza benim için farklı bir çalışma oldu. Uzun süre öykülerin birbirine bağlantı noktasını aradım. Epey uzun bir süreydi bu. Bulamadım açıkçası. :) Öyküler kendi içindeki yerleşimini, fikrini bulmuştu, olay örgüleri hazırdı, karakterler tastamam aklımda. Ancak öykülerin bağlayıcı unsurunu mümkünatı yok bulup çıkaramıyorum. Bir süre öyle süründüm, sağa gittim olmadı, sola yürüdüm yok, yukarı bakıp yazdım yine olmadı. En sonunda salgın vurdu kapımızı. Evlere kapandık. Bu sefer hiç hesapsız bıraktım akışına. Endişemi söndürüp masaya oturdum ve kayıtsızca yazmaya başladım. O zaman Murtaza karakteri geldi aklıma, anlatıcının anlatıcısı, geçmişin kökü. Öyle olunca bütün taşlar yerine oturdu. Sanırım ihtiyacım olan sadece biraz dinginlik ve endişeden arınmakmış. Ben Murtaza’daki en kıymetli edinimim bu oldu galiba. Yenileyip hayatıma yerleştirdiğim şey geliştirdiğim çalışma metodum.
Ben Murtaza’nın temelinde karma kaynaklar bulabiliyoruz. Şöyle ki, kitap kulağa Doğulu bir anlatı olarak gelse de Dede Korkut’tan, Şahnâme’den sıyrılıp Edgar Allan Poe’ya, hatta Jules Verne’e uzanan yollar bulmak mümkün. Bu sentezin sizin hikâye anlatıcılığınızdaki yeri ve anlamı nedir?
Ana damardan hiç kopmadım diyelim. O da nedir, sizin de bahsettiğiniz gibi Dede Korkut’ta Şahnâme’de, birçok efsanede, mitte karşımıza çıkan kahramanlık hikâyeleri. Ana iskeleti ne oluşturur? Bahsedilen yiğit, cesur kahraman bir yolculuğa çıkar ve başına gelenlerle hikâye akışı kurulur. Her olayın ardından kahramanın edindiği tecrübeyle gelen manevi çıkarımlar anlatıcının en çok önem verdiği kısımdır. Bu kalıbı bütünüyle korudum. Çocukluğumdan beri belki de en çok sevdiğim anlatım yöntemi bu olabilir. Murtaza da yolculuk yaparken türlü türlü insanla tanışır, konuşur, kendine kâr kalanla yolculuğuna usanmadan devam eder hayat boyu. Yanına kâr kalan nedir, kendi varoluşunda aradığı bulduğu ve tamamladığı kısım, yani kişinin kendini pekala bildiği kısım. Yiğitliklerle taçlanan hayat erenliğe ulaşmak için edinilen kahramanlıklar. Bütün amaç eren olmaktır. Erenlik öncesi ve sonrası diye ayırdığımız bir yapı söz konusu. Kitabın son bölümünde Murtaza’nın Halbaba’ya ulaşması da erenliği tattığı kısımdır aslında. Ancak bu sonuç sürecin aşamalarından sadece biridir. Son, bitiş denemez buna. Döngü sürer. Gerekirse yeni kahramanlarda vücut bulur. Peki, çok gevezelik ettim, Edgar Allan Poe’ya, Verne’e dönelim, oradaki kan akışında bazı farklılıklar var, çok hoşuma gidiyor. Örneğin Edgar’ı neden seviyorum diye kendime sorduğumda cevabım şu oldu, bahsettiği olay örgüsü, evet, bir serüven hikâyesi, dedektif hikâyesi, ancak ele aldığı olayı öyle güzel işleyip nakşediyor ki odaklandığı yer aslında dedektif hikâyesinden ziyade bir karakter portresi. Biraz eğilip bakınca dipte bu başkalaşımı keşfetmek Edgar’a apayrı bir katman katıyor. Murtaza‘nın başından geçen olaylardan çok Murtaza’nın hayata bakışı okuyucunun dikkatini çeksin istedim. Poe’ya bu bakış açısını bana sunduğu için ayrıca teşekkür ederim.
Gerçeküstü ögeler Ben Murtaza’nın anlatı kalıbını başka bir noktaya taşıyor ve okuru bir anda masalsı bir ahengin içine sokuyor. Yel’in anasını doğurması, yanan hayvan sürüsünün dirilmesi, Yula’nın sırtında beliren yılan başı gibi efsunlu birçok fantastik ögeyle karşılaşıyoruz. Bu bağlamda gerçeküstücülüğü geleneksel ve modern anlatının içinde nasıl konumlandırıyorsunuz?
Gerçeküstücülük bana sorarsanız çok güçlü bir kavram. Çok güçlü. Öyle kuvvetli ki görünmez. Bulduğu ortama incecik sızıp kendi havasıyla odayı doldurabilir ve kimse bunu fark etmez. Ta ki o hissedilmek isteyene kadar. Belli dozda kullanıldığında öykünün gücüne güç kattığını inkar edemeyiz. Ben insanlık yaşadıkça gerçeküstü öğelerin usanmadan bizimle nefes alacağına eminim. Bu ihtiyacımız hiç dinmeyecek. İster geçmişten ister gelecekten konuşalım, hep bizimle yürüyecek.
Ben Murtaza bir gezginin sözlü anlatısının bir başkası tarafından yazılı hâle getirilmesi gibi katmanlı bir anlatıcılığı barındırıyor. Sözlü edebiyatın yazılı edebiyata dönüşmesinin temelini işaret eden bu seçim bizi Homeros’a kadar ulaştırabiliyor. Bu geleneksel, hatta “ilkel” anlatıcıya odaklanmanızın sebebini merak ediyorum. Özellikle post-modernizmin kentli yazar kuşağını sarıp sarmaladığı böyle bir dönemde bu öze dönüşü neden tercih ettiniz?
Anlatıcıya odaklanmamın cevabı sanırım aldığım sinema eğitiminde ve bu eğitimden sonra çözümleme amaçlı izlediğim filmlerde gizli. Senaryosunu analiz ettiğimde en çok etkilendiğim filmler genellikle dirsek temasında takip edilen tek bir karakterle ilerleyenler oldu. Aynı olay içinde başka bir karaktere odaklanıldığında film anlatım gücünü bir yerde kaybediyordu. Murtaza karakteri ortaya çıkınca sihrin biraz da burada saklı olduğunu düşündüğüm için beni etkileyen yöntemle ilerlemek istedim. Bölümler arasında anlatıcıdan anlatıcıya geçmek ise takip ettiğimiz olaya başka bir bakış açısı kattığı için hikâyenin genişlemesini ve karakterin dönüşümünü güçlendiriyor. Sanırım insanoğlunun başka bir yetisi gelişip dili kullanmaya son verene kadar - bu telepati ya da başka bir meleke bilmiyorum - bir anlatıcıya ihtiyaç duymaya devam edeceğiz.
Edebiyat tarihinin köklerinde, Homeros’tan Don Kişot’a uzanan süreçte hep “gezgin anlatıcı” ile karşılaşırız. Murtaza da buna karşılık gelen bir Anadolu gezgini, diğer bir deyişle bir abdal. “Gezgin” figürünün hikâye anlatıcılığı ile arasındaki bu bağı açımlarsak neler söyleyebiliriz?
Murtaza’nın gezginlik misyonunun altında aslında yaptığım bir araştırma yatıyor. Çok etkilenmiştim okuduğumda. İslamiyet öncesi Türk toplumlarını incelerken şaman toplumların düzeni nasıl, neye evrildi, şaman ayinlerini düzenleyen ve toplumun önemli kişisi bilge kamlara ne oldu, bu sorulara cevap veren belli metinlere rastladım. İslamiyet düzeni gelince kamlara olan saygı elbette ki azalmadı fakat nesilden nesile şekil değiştirerek ve doğaya dair belli bilgileri kaybederek etkisini yitirdi. Bu dönüşüm sırasında da bir teze göre kamlar edindikleri bilgiyi paylaşmak için köy köy gezmeye karar verdi. Ve bu sezgisi kuvvetli bilge kişiler gezgin aşıklara dönüştü. Kimi metinlere göre de aşıklık düzeninden disiplininden gelen abdallar var oldular. Böyle böyle kollar ve farklı motiflerle kültürün örüldüğünü okudum. Bu kişileri araştırırken de dikkatimi çeken bir şey vardı. Kamların hüznü, yalnızlığı, atıllığı ve aidiyetsizliği. Bu özgürlüğe sahip bir kimse dünyaya nasıl bir açıdan bakar? Kendimden örnek vereyim, çok başka bir kültürün yaşandığı ülkeyi gezmek için gittiğimde ya da antik kentleri ziyaret ettiğimde her seferinde o dışarılıklı, diğer kişi olmaya bayılırım. Hiçbir şeyden sorumlu değilsin, sadece gezginsin, tanıksın, hafızaya kaydedip gidecek olansın. Sana gördüklerin ya da söylediklerin için hesap sorulmaz. İşte böyle bir özgürlüğün içinde süzülmek toplumların baskısının yanında sanırım en kıymetli his. Görüş mesafem netleşir. Toplum doğrularıyla, baskısıyla oradan oraya sürüklenip hırpalanması ihtimali olmayan bir gezginin okuyucuya temiz bir bakış sunacağını düşündüm. Sanırım bu kararı verme refleksim biraz da temiz idrak ihtiyacından doğdu.
Ben Murtaza’da “Ölümle yaşam, toprakta oynaştıkça çoğalır. Evreni pek güzel ısıtır,” diyorsunuz. Doğa ile yaşam arasındaki kadim birliktelik Ayrıkotu’ndan bu yana öykülerinizin sac ayaklarından biri. Modern çağda doğadan kopuşla birlikte bu kadim birliktelik neye evrildi ve bunun hikâye anlatıcılığımız üzerinde olumlu olumsuz ne gibi sonuçları oldu sizce?
Sanıyorum tek tanrılı dinlerle bu kopuş başladı. Bütün evrenin insan için yaratılmış olması fikri insanı doğadan yavaş yavaş kopardı ve kişi kendini pek önemli bir mahluk olarak gördükçe sadece ve sadece insana odaklandık. Hatta odaklanmadık, saplanıp kaldık. Kibrin bataklığı gibi yapışkan bir yer orası bana sorarsanız. Şehirdekinin depresyonunu okumaktan yorgun düştük. Elbette bu da çok mühim bir konu, yazılmalı, bahsedilmeli fakat bu kadar önemli miyiz gerçekten? Yalnızca insan mı var bu düzen içinde? Görmeyi unuttuğumuz, hatta unuta unuta körleştiğimiz sayısız gerçek de bizimle birlikte bir şekilde var olmayı sürdürmüyor mu? Mümkün mü bu kadar yalnız olmamız?
Yazarlığınızın yanı sıra yönetmen kimliğinizle de sanatın içinde olan birisiniz. O yüzden belki de bu soruyu sorabileceğimiz en doğru da kişisiniz. Teknolojiyle birlikte giderek görsel zemine oturan bir dünya oluşmakta. Bu bağlamda “görsel” olanın “yazılı” olana baskın geleceği öngörüsü hakkında ne düşünüyorsunuz? Edebiyat çok uzun yıllar sonra hala nefes alabilecek mi sizce, yoksa yok olmaya mı mahkûm edildi?
Bu soru için çok teşekkür ederim. Sanıyorum edebiyatın yok olması pek mümkün değil. Evet, toplumların alışkanlıkları dönem dönem şekil değiştirebilir, ancak geçmiş köklü edinimlerin yok olması da bir o kadar zordur. Görsel ve yazılı eserlere gelirsek yönetmenlik mesleğim üzerinden örnek vereyim, örneğin bazen meslektaşlarımla masaya otururuz ve senaryolaştırmak için bir öykü seçeriz. Öykü kendi kurulumunda taş gibi, sımsıkı, bir şaheser, ancak o öykünün filme dönüşmesi sırasında gördüğü işlemler sahip olduğu kemik yapıyı öldürüyor. Her öykünün ya da romanın film olması mümkün değil. Yapılır elbette ancak onu var eden çoğu yapı taşına hasar vermek şartıyla. Öyle olunca bırakmak gerek, bu eseri hiçe saymak olur, senaryonun da kısır kalmasına sebebiyet verir. Sırf bu deneyimim üzerinden bile söyleyebilirim, başka bir sanat dalına dönüştürmek mümkün olmadığı için edebiyatın kendine özgü yeteneklerini kaybetmesi pek mümkün gözükmüyor.
Daha önceki sorumda yazma eyleminizin kaynaklarına değinmiştik, şimdi de oradan çıkıp bugüne gelirsek çağdaşınız ya da yakın çağdan hangi edebiyatçıları takip edersiniz, kimleri önemsiyorsunuz?
En çok kıymet verdiklerim, benim dilimden kültürümden bana seslenen yazarlar. Öncelikli onlardan bahsetmek isterim. Ayfer Tunç, Leyla Erbil, Sevim Burak, Sait Faik, Orhan Kemal, Faruk Duman, Kemal Tahir, Bilge Karasu, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Orhan Pamuk, Füruzan dönüp dönüp okuduklarım, kıymetlilerim ve elbette bu liste uzar gider :) Peşinden Borges, Camus, Nabokov, Ursula, Boris Vian, Juan Rulfo, Cortazar, Calvino geliyor ve bu listenin öncelikli isimleri de dönem dönem değişiklik gösteriyor diyelim.
Bir de bundan sonraki eserler hakkında bilgi almak isteriz; sırada neler var?
Bir süredir beni bana sorgulatmak için uğraştığımı fark ettim. Bu da zihnimi uzun süre taze tutacak sanıyorum. Ruhu neyin taze tuttuğunu hâlâ bilmiyorum gerçi. Herhalde onu da yolda bulacağız. Bana ait yargılar hakkında başa dönüp, “Ya acaba doğru mu düşünüyorsun bu konuda Deniz?” sorusunu sorduracak her olayın ve durumun öyküsünü yazmak istiyorum.
KÜNYE:
Ben Murtaza
Deniz Tarsus
Yayınevi: Alakarga
Sayfa Sayısı: 160